İSLÂM İLE MÜSLÜMANLIK ARASINDAKİ UÇURUM

İslâm ile Müslümanlık kavramları, -birbirinden bağımsız- iki ayrı inanç kurumunu temsil ederler. Bunu, -çeşitli ilgi ve çağrışımlarla- birçok kez gündeme getirmiş idik. Aynı zamanda konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak için bu iki kavram arasındaki farkları bir makalede -özel ve özet olarak- sunmuş idik.[1] Buna rağmen Müslümanlığın İslâm ile yine de karıştırılabileceği olasıdır. Çünkü -yaklaşık bin yıllık geçmişi olan bu tarihȋ bocalama- tahminlerin çok üzerinde devasa bir sorundur. Zamanın akışı içinde kültürel çarpıklıkların birbirini üretmesiyle gittikçe katlanarak çığ gibi büyümüş olan bu sorun, -yüzyıllar boyunca- birçok siyasal ve sosyal soruna daha kaynaklık etmiştir. Bu iki kavramın asırlar boyu birbirine karıştırılmış olması, Müslümanlar arasında -son bin yıl boyunca- oldukça yıkıcı etkiler bırakmış, neden olduğu mezhep ve tarȋkat kavgaları nihayet günümüze kadar sarkarak ürkütücü sonuçlar doğurmuştur. Dolayısıyla bu konuda mukayeseli ve daha ayrıntılı açıklamalara ihtiyaç vardır.

 

Her şeyden önce şu gerçeği hatırlatmak gerekir ki; Müslümanlığı İslâm anlamında değerlendirmek, -üstelik genelleme yaparak- bugünkü Müslüman kalabalıkları «Müslimler» ya da «mü’minler» diye nitelemek mümkün değildir. «İslâm Ümmeti» tarifine uyan çok küçük bir topluluk elbette ki mevcuttur. Bu azınlığın varlığı, -kıyamet kopuncaya kadar da- kuşaklar boyu sürecektir. Bu ilgi ile vurgulamak gerekir ki; «Ümmetim dalâlet üzerinde ittifak etmez; -onun için- Sevâd-ı a’zama uyunuz» meâlindeki zayıf hadise dayanarak Müslüman çoğunluğu «Sevâd-ı a’zam[2]» diye niteleyenler yanılırlar.

 

Ne büyük bir talihsizliktir ki -Müslümanlar tarafından ezildikleri ve yeryüzünün dört bir yanına serpiştirildikleri için hiçbir platformda dünyaya sesini duyuramayan- bu sâlih ve hayırlı mü’min azınlığın bir araya gelmesine izin verilmemektedir. Bununla birlikte, Kur’ân-ı Kerȋm’in ve Sünnetin tanımladığı “ümmetin niteliklerine” baktığımızda, bugün İslâm coğrafyası üzerinde yaşayan çoğunluğun bu vasıflara sahip olmadığını açıkça görürüz. Örneğin Âl-i İmrân Sûresi’nin 110’uncu âyet-i kerȋmesi İslâm ümmetini çok açık bir ifade ile tanımlamaktadır.[3] Ancak -aralarında mü’minlerin serpili olması nedeniyle topyekûn tekfir edilmeleri doğru olmasa da- Müslüman kalabalıklar, hiçbir şekilde bu tanıma uymamakta, dolayısıyla «İslâm Ümmeti» vasfını hak etmemektedirler. Bunun en güçlü, en canlı ve en çarpıcı kanıtı ise «İslâm İşbirliği Teşkilâtı» adı altındaki (şekilden ibaret, ruhsuz) örgütün varlığıdır![4]

 

Aşağıdaki karşılaştırmalar bu gerçeği su götürmez biçimde gözler önüne sermekte, sonuç olarak İslâm ile Müslümanlığın iki ayrı din olduklarını bir kez daha güçlü delillerle kanıtlamaktadır. Bu karşılaştırmalar, aşağıda iki ayrı bölüm olarak -ve olabildiğince özetlenerek- sunulacaktır.

 

***

 

  1. «Müslüman» Kişilik ile «Müslim»[5] Kişilik Arasındaki Farklara İlişkin Ayrıntılar:

 

1) Türkiye’de marjinal grupların ve çeşitli çetelerin bütün üyeleri, Müslüman ailelerin çocuklarıdırlar. Çok hassas olmasa bile, bu amaçla özel surette icra edilmiş anketsel nabız yoklamalarında, bunlar arasında birinin, Müslim-mü’min ailelerden geldiği saptanamamıştır. Örneğin:

 

* Türkiye’de ve Ortadoğu’da alkol ve sigara üreticilerinin, kullanıcılarının ve satıcılarının büyük kısmı; uyuşturucu şebekeleri ile bağlantılı kişi ve çetelerin büyük bölümü; yolsuzluk, kaçakçılık, dolandırıcılık, kalpazanlık ve sahtecilik çetelerinin bütün üyeleri; LGBT topluluğunun[6] bütün mensupları; gıdaya hile karıştıranlar, doğayı tahrip edenler, suları kirletenler, insanlara ve hayvanlara bilinçli olarak eziyet edenler, faiz ve tefecilik sektörlerinin sahipleri, yöneticileri ve işletmecilerinin tamamı Müslüman ailelerden gelmektedirler. Bunların anne ve babaları arasında «müslim» ve «mü’min» kimselerin bulunduğu, yani İslâm’ın bütünlüğüne inandığını açıklamış birinin var olduğu bilinmemektedir.

 

Bu ilgiyle ilâve etmek gerekir ki Araplar, -gelenek olarak- «müslim» ve «mü’min» olduklarını ikrar ederler; fakat bu ikrar genelde içtenlikten ve gerçeklilikten uzaktır.

 

* Yakın geçmişte düzenlenen birçok miting ve protesto yürüyüşlerinde «kahrolsun şeriat»[7]diye slogan atan binlerce aktivist ve onları soğukkanlılıkla ve hiç tepki vermeden seyreden kalabalıkların hepsi Müslümandırlar. Bunlardan, bir tek kişinin bile kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımlayabileceğine inanmak imkânsızdır.

 

* Yine yakın geçmişte İslâmȋ tesettüre ve İslâmȋ yaşam tarzına yasak koyanlar, ezanı Türkçeye çevirenler, Kur’an öğretimini ve Kur’an’ın dilini yasaklayanlar ve onların günümüzdeki uzantılarının tamamı Müslümandırlar. Bunlardan, bir tek kişinin bile kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımladığına ilişkin hiçbir kanıt mevcut değildir.

 

* Yine yakın geçmişte «İslâmȋ tesettür» konusunu “türban yaygarası”na dönüştürenlerin tamamı Müslüman idiler. Bu grubun içinden de bir tek kişinin bile kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımladığı duyulmamıştır.

 

* Kemalistler, -solcular ve sağcılar gibi- ideolojik grupların bireyleri, ayrıca ateistler, deistler ve tarikatçılar, Müslüman ailelerin çocuklarıdırlar. Şimdiye kadar bunlardan da birinin kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımladığına ilişkin hiçbir kanıt yoktur.

 

Çok nadir istisnalar hâriç, bu gruplardan hiçbir Müslümanın kendi ikrarıyla İslâm’a aidiyeti saptanamamıştır.

 

***

 

2) Türkiye’de ve Orta Doğu coğrafyasında terör örgütlerine angaje olmuş, şiddet kullanmış ve cinayetlere bulaşmış olanların büyük çoğunluğu Müslüman ailelerden gelmektedirler. Örneğin:

 

* PKK, DHKPC, İBDA-C, ERGENEKON, FETO ve HİZBULLAH Terör örgütlerinin tüm üyeleri Müslüman aileler içinde yetişmişlerdir. Ne bu grupların içinden, ne de ailelerinden bir kişinin bile kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımladığı duyulmamıştır.

 

* Mafya örgütlerinin bütün kurucuları ve üyeleri Müslümandırlar. Bunların, İslâm’ın bütünlüğüne inandıklarını kanıtlamak çok güçtür.

 

* Etnik ayrım yaparak toplum’daki Kürtleri, Arapları, Lazları, Gürcüleri, Pontus dönmelerini ve Çerkezleri yok sayan[8]; PKK’yı ve Hizbullah’ı kurarak Kürtleri birbirine kırdırmak suretiyle Türkiye’deki demografik yapıyı değiştirmek isteyen «derin devlet» elemanlarının tamamı Müslümandırlar. Bunlardan, bir tek kişinin bile kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımladığına ilişkin hiçbir kanıt mevcut değildir.

 

* İdeolojik faaliyetlerinden ırkçı oldukları anlaşılan ve «Ya Allah, bismillâh, Allahu ekber»; «ezan susmaz, bayrak inmez, vatan bölünmez» ve «şehitler ölmez» gibi sloganlar eşliğinde sık sık gösteriler düzenleyen militanlar, Müslüman olduklarını asla inkâr etmezler. Ancak bunlardan birinin, kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımlamış olduğu duyulmamıştır. Bunların sergilediği bu tür duygu sömürüsüne (İslâm terminolojisinde) «Telaub» adı verilir. İslâm’ın kutsal değerlerini ve bilimsel ölçülerini alaya almak anlamına gelir. Bu ise ırkçıların İslâm’la ilişkilerini sonlandıran nedenlerden biridir.

 

* Yakın geçmişte işkence merkezlerinde on binlerce insanın büyük kısmını öldüren, bir kısmını da sakat bırakan JİTEM, GLADYO ve benzeri derin yapıların kurucuları, ajanları ve uygulayıcıları Müslüman idiler. Bunlardan da birinin, kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımlamış olduğuna rastlanmamıştır.

 

* Türkiye’de Askeri darbe düzenleyen kliklerin tüm üyeleri Müslüman idiler. Onlardan kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımlamış hiçbir kişi yoktur.

 

* Son zamanlarda sayıları gittikçe artan «kobaycı doktorlar»ın, (yani insanları denek olarak kullanan) hekimlerin(?) -büyük ihtimalle- tamamı Müslüman ailelerin çocuklarıdırlar. Çoğunlukla gizli (Menzilci) Nakşbendȋ oldukları sanılan bu doktorlardan, birinin bile «müslim» ve «mü’min» olduğuna ilişkin ikrarı tespit edilmemiştir.

 

***

 

3) Çıkar amaçlayarak dinî duyguları sömürmeyi meslek edinmiş olan ve bu niyetle tarikat ve cemaat kuranların ve bu tarikatlara girenlerin tamamı Müslümandırlar.

 

* Örneğin; Bunların elit tabakası İslâm terminolojisini bildiği için aralarından kimileri bazı münasebetlerle «müslim» ve «mü’min» olduğunu söyler. Ancak gerçeklikten ve samimiyetten yoksun olan bu tür ikrarlar spekülasyondan öte bir değer ifade etmez.

 

* Sünnet inkârcıları da Müslüman olmalarına rağmen -eğitimli oldukları için- aynı spekülatif ikrarla «müslim» ve «mü’min» olduklarını zaman zaman söylerler. Ancak bu (beceri gösterisi) gerçekçi değildir.

 

* Türkiyeli mezhepçi Hanefistlerin, Şafiistlerin, Caferȋlerin ve Alevȋlerin tamamı Müslümandırlar. Bu gruplardan bazı ilâhiyatçılar, İslâm akâidi konusunda birçok kitap da yazmışlardır. Ancak eserlerinde İslâm ile Müslümanlık arasındaki farklara hiç dokunmamışlardır. Bu davranışın bilinçli olduğuna büyük ihtimal vermek gerekir. Dolayısıyla bunların büyük bir dikkatle takiyye yaptıkları anlaşılmaktadır.

 

* Ramazan ayını israf ve oburluk paranoyası haline getirmiş olan tüketim sömürüsünün bütün öncüleri, reklâmcıları ve onlara inanan kalabalıkların tamamı Müslümandırlar. İslâm’ın israf yasağına rağmen bu çılgınlığı bir dinsel yaşam tarzı olarak benimsemiş bulunan milyonlarca insanın «müslim» ve «mü’min» olduklarını savunmak için bir gerekçe bulmak neredeyse imkânsızdır. Nitekim bunlardan birilerinin, bu yollu bir ikrarda bulunduğuna rastlanmamıştır.

 

* Türkiye’de İslâm’a geçit vermemek için organize olmuş ilâhiyatçı akademisyenlerin büyük kısmı, bütün resmi din adamları, üfürükçüler, muskacılar, falcılar, büyücüler, medyumlar, Alevȋ dedeleri, tarikat şeyhleri ve tarikat propagandalarına kendilerini adamış olan binlerce mistik misyonerin tamamı Müslümandırlar. Bunları İslâm’la ilişkilendirmek gerçekle bağdaşmaz. Çünkü özellikle tarikat topluluklarının merkezlerinde İslâm’ın iman esaslarına (yani akaide ilişkin konulara) temas etmek âdeta yasaktır. Bu merkezlerden bazılarının bitişiğine şeklen konuşlandırılmış «medreselerde» okutulan akaid dersleri ise aslında tarikatı İslâm’la ilişkilendirmeye dönük çok eski bir takiyye geleneğidir. Çünkü esasen tasavvuf ve tarikatçılık, Şamano-Budist Müslümanlık ile sıkı irtibatlıdır. Özellikle Milli Türk Müslümanlığı, tasavvuf temeli üzerinde inşa edilmiş bir dindir. Dolayısıyla «Müslümanlık» görünürde bir din ise de temelde bir iman kurumuna dayanmamaktadır. Buna alternatif olarak, (tarȋkatlar aracılığıyla) Müslümanlıkta kerâmet mitolojisi ve evliyalık kurumu tesis edilmiştir.[9]

 

* Hakimiyetin (Allah’a değil) «kayıtsız şartsız halka ait olduğunu» her münasebette dile getiren siyasilerin tamamı Müslümandırlar. Bunlardan hemen hiç kimsenin kendini «müslim» ve «mü’min» olarak tanımladığına ilişkin hiçbir ikrar tespit edilmemiştir. Oysa «ikrar», imanın ispatı için kesinlikle şarttır. Bu bir yana, yakın geçmişte üst düzey bir devlet adamı, hiç çekinmeden ve çok açık bir ifade ile (TV. ekranlarında) aynen şu ifadeleri kullanmıştı: «Kur’an’ın ‘ahkâm âyeleri’ne göre dünya tanzim edilmemiştir. Gelin gene eski günlere dönelim diyorsanız, bu irticadır; dönemezsiniz»[10]

 

Biraz önce adları geçen grupların büyük kısmı kendi itirafları ile Müslüman olduklarını açıkça ifade ederler. Ancak bunlardan hiçbir kimse, bilinçli olarak «ben müslimim» demez! Şu var ki, bu konu tartışıldığı zaman takiyye yaparak, «ben müslimim» ya da «ben mü’minim» diyenlerin sayısı elbette çok olur.

 

***

 

 

  1. Müslümanlık ile İslâm Arasındaki Farklara İlişkin Ayrıntılar

 

 

* İslâm’da «Tevkifiye» sistemi vardır; Bütün mü’min-müslimler, Kur’ân’ın ve onun getirdiği nizam olan İslâm’ın bütünlüğüne inanırlar. Müslümanlıkta ise İslâm’ın bütünlüğü inancı yer almamaktadır. Bundan da Müslümanların büyük çoğunluğunun Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle iki âyet-i kerȋmeye inanmadıkları anlaşılmaktadır. Bu iki âyet şunlardır: el-Haşr Sûresi, âyet:7; en-Nahl Sûresi. âyet:116. Hiçbir ilim adamının şimdiye dek bu konuda bir araştırma yapmayı göze almamış olması bunu kanıtlar gibidir.

 

* İslâm’da her mü’min bu ilkeyi (kaynağı ile birlikte) çok iyi bilir ve onun çizdiği sınırı çiğnemekten çekinir. Müslümanlar ise bu kavrama hiç önem vermezler. Nitekim hemen hiçbir Müslümanın, «Tevkifiye» kelimesini hayatında bir kez bile duymamış olması çok muhtemeldir. Duysa bile onu hiç önemsemez. Bu nedenle Müslümanlıkta helâl ile haram kavramlarının «yasak» kadar önemi yoktur.

 

* İslâm bir kâinat dinidir; Müslümanlık ise (Türklerin, Arapların, İranlıların Soğdiyanalıların, Berberilerin, ve Kürtlerin) İslâm öncesi inançlarını İslâm ile sentezleyerek oluşturdukları çeşitli millî ve beşerȋ dinlerin ortak adıdır. Ancak Türklerden başka hiçbir millet «Müslümanlık» adını kullanmaz. Türkler kendilerine özgü Müslümanlığa farklı özellikler kazandırmak için birçok tarikat kurarak, çeşitli âyinler düzenleyerek bu dini köklü bir yapı haline getirmişlerdir. Örneğin Süleyman Çelebi tarafından Yıldırım Sultan Bayezit (1360-1403) za­ma­nında «Vesȋlen-Necât» ismiyle sırf bir şiir olarak yazılmış bulunan eser, 150 yıl sonra Üçüncü Sultan Murad (1546-1595) zama­nında «Mevlit» adı altında âyin haline getirilerek camilerde sahnelenmeye başlanmıştır. Bu girişimin İslâm öncesi animist dinlerin özlemiyle yapıldığı çok açıktır. Nitekim bir siyasi parti tarafından 10 Kasım 2019 günü Mustafa Kemal’in ruhuna mevlit âyini düzenlenmesi bile başlı başına bu özlemi kesin şekilde kanıtlamaktadır.[11]

 

* İslâm’da ruhban (din adamı) sınıfı yoktur; Müslümanlıkta vardır.

 

* İslâm’da «din adamı» sıfatı yoktur; Müslümanlıkta vardır.

 

* İslâm’da tespih, takke, kavuk, sarık, cübbe ve şalvar gibi dinsel aksesuar ve üniforma yoktur; Müslümanlıkta bunların hepsi vardır. Bunların çoğu Hint dinlerinden adapte edilmiştir.

 

* İslâm’da «Hacı», «Hoca» gibi dinsel sıfatlar yoktur; Müslümanlıkta vardır.

 

* İslâm’da bilgin kişi «âlim» diye nitelenir; Müslümanlar bu sıfatı, yakın geçmişte kullanımdan tamamen kaldırdılar, yerine Hıristiyanlardan kopya ettikleri «Akademisyen, Prof. Dr.» gibi sıfatlar koydular.[12]

 

* İslâm’da büyücülük yasaktır. Bu suçun cezası ölümdür. Müslüman toplumlarda ise bugün on binlerce büyücü faaliyet göstermektedir.

 

* İslâm’a göre başka dine bağlı olan kişi «gayr-i müslim»’dir, «gayr-i müslüman» değildir. Çünkü İslâm’a göre «Müslümanlık» diye bir din yoktur. Müslümanlar bile «gayr-i müslüman» tabirini kullanmazlar, bunu fark edemeyecek kadar da bilgi ve kültürden yoksundurlar. İslâm, gayr-i Müslimler için özel bir statü belirlemiştir. Buna göre: (savaş cephesindekiler hâriç) gayr-i müslimler suçlanamaz, aşağılanamaz ve inançlarından dolayı yargılanamazlar; kutsallarına hakaret edilemez… İslâm, kitâbȋ zimmȋlerin mal ve can güvenliğini teminat altına alır. Müslümanlıkta ise bu teminat yoktur. Nitekim Müslümanlar tarafından bunlara “gâvur” olarak bakılır ve sıklıkla aşağılanırlar… Müslümanlıkta zimmȋlik ilkesi olmadığı için, kanunlara rağmen gayr-i Müslimler, «azınlıklar» adı altında dinsel ayrımcılığın daima hedefidirler. Zaman zaman baskıya, tehcire ve soykırıma uğradıkları, tarihȋ vakalardandır.[13] Bu konuda örneğin «Pontus ve Koçgiri kasabı» olarak bilinen Nurettin Paşa ve Topal Osman, ayrıca Hırant Dink’i ve Rahip Santoro’yu öldürenler gibi onlarca “özel elemanın(!)” Müslüman olduklarını unutmamak gerekir. Buna karşın, hiçbir mü’min-müslim kişinin, bu tür cinayetlere ortak olduğu tespit edilmemiştir.

 

* İslâm’da, devletin görevleri ile şahsın görevleri birbirinden kesin şekilde ayırt edilmiştir. Örneğin ceza ahkâmı (ilmi ve sosyal statüsü ne kadar yüksek olursa olsun) kişi tarafından uygulanamaz. Bu hak ve yetki yalnızca İslâm yargı kurumuna aittir. Müslümanlıkta ise kişi kendini (1500 yıl önce tarihin sahnesinden çekilmiş olan) İslâm’ın yerine koyarak istediği gibi hüküm vermekte ve uygulamaya geçmektedir. Onun için Müslümanlar çoğu zaman helâl ile haram arasında pek ayrım yapmazlar.

 

* İslâm’da dinin kuralları ve uygulamaları, geleneklerden ayırt edilmiştir; Müslümanlıkta ise din ile gelenek karışıktır, iç içedir.

 

* İslâm’da ashab, hükümdarlar ve kahramanlar kutsal değildirler; Müslümanlıkta bunlarla birlikte «evliyâlar» da kutsaldırlar. (Bu inanış Şamanist dönemden kalmadır.)[14]

 

* İslâm’da «evliyacılık» yoktur; Müslümanlıkta vardır. (Bu inanış da yine Şamanist dönemin etkilerinden biridir.)

 

* İslâm’da kehânet ve kerametçilik yoktur; Müslümanlık ise temelde efsanelerle örülmüş animist ve mitolojik bir dindir.

 

* İslâm’da «üveysilik»[15] yoktur; Müslümanlıkta vardır.

 

* İslâm’da Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uyan «Allah dostları, salih şahsiyetler» vardır; Müslümanlıkta ise bunun yerine Şamanist dönemden kalma bir inanış olarak; «insanların zihninden geçenleri okuyan, bulutlar üzerinde uçan, denizler üzerinde yürüyen ermişler ve evliyalar» vardır.

 

* İslâm’da «veli» sıfatı, Yunus sûresi 62-64. âyetlerde belirlenmiştir; Müslümanlıkta bu geçerli değildir. Hemen hiçbir Müslüman, bu âyet-i kerimelere perva etmez. Türbe ve yatırların, Türkiye’deki olağanüstü yaygınlığı bunu açıkça kanıtlamaktadır.

 

* İslâm, «tevhid» dinidir. Allah’ın varlığı ve birliği Kur’ân-ı Kerȋm’de kesin olarak vurgulanmıştır. İslâm’da en büyük suç şirktir; Müslümanlıkta ise Allah’ın varlığı söylem olarak geçer, ancak Allah’ın birliği inancı kesin değildir. «ölü tanrı» vardır, «evliya» sıfatına sahip tanrılar vardır. Bu inançlar, Müslümanların eski dinlerinden kalmadır.

 

* İslâm’da «dincilik» de yoktur, «dindarlık» da yoktur; ancak «mü’min» olmak vardır. Müslümanlıkta ise gösterişle ve sembollerle dışa vurulan yaygın bir «dincilik» ve «dindarlık» söz konusudur. Bu nedenle Müslümanlar arasında din sömürüsü ve riyakârlık çok yaygındır.

 

* İslâm’da türbecilik yoktur; Müslümanlıkta vardır.

 

* İslâm’da «Sakal-ı şerif» diye bir kutsal yoktur; Müslümanlıkta vardır.

 

* İslâm’da «Hırka-ı şerif» diye bir kutsal yoktur; Müslümanlıkta vardır.

 

* İslâm evrensel bir dindir. Müslümanlık ise millî bir dindir.

 

* Üç özel mekân hâriç, İslâm’da, yürüme mesafesinde olmayan bir camiyi nedensiz olarak ziyaret etmek yasaktır;[16] İslâm’da cami, mukaddes ve saygın bir ibadet mekânıdır; fakat putlaştırılamaz. Caminin içine cenaze taşımak, çevresine ölü gömmek büyük saygısızlıktır.[17] Müslümanlıkta ise tam aksine, çeşitli gelenekler yaygındır. Birçok caminin civarında (hatta özellikle kıble yönünde) mezarlıklar vardır. Buralara uzak mesafelerden ziyarete gelinir. Açıkça dillendirilmiyor olsa da bunlara tapılmaktadır. Bu ise (inkâr ediliyor olsa bile) Müslümanların, Allah’ın birliğine inanmadığını kesin olarak kanıtlamaktadır.

 

* İslâm’da pirinç, tuz ve şeker üzerine okuyup üflemek gibi bir bâtıl inanç yoktur; Müslümanlıkta (şehir sosyetesi arasında) bu yaygındır.

 

* İslâm’da ipliğe okuyup düğümlemek, efsun, muska, büyü ve fal gibi spekülatif eylemler yasaktır; Müslümanlıkta bunların hepsi serbesttir. Nitekim Müslümanlar arasında çok sayıda medyum, üfürükçü, büyücü, hacı, hoca ve tarikat şeyhi vardır.

 

* İslâm’da Kur’ân-ı Kerîm, tüm yeryüzünün anayasasıdır; Mezarlıkta Kur’ân okumak yasaktır; Müslümanlıkta ise Kur’ân-ı Kerîm, cami ve mezarlık kitabıdır. Cuma akşamları ve bayram günleri mezarlıklarda ölü ruhuna okunur.

 

* İslâm’da ölü için âyin düzenlemek yasaktır; Müslümanlar ölü için «kırkıncı», «elli ikinci» ve «ölüm yıldönümü» âyinleri düzenlerler. Ruhuna mevlit okutur, helva dağıtırlar. (Bu dinsel etkinlikler, muhtemelen Şamanist dönemden kalma geleneklerdir.)

 

* İslâm’a göre ölü hiçbir şey duymaz, hiçbir acı hissetmez, hiçbir olayın bilincinde değildir ve hiçbir eylemde bulunamaz, çürür ve zamanla toprağa karışarak yok olur. Kıyamet günü diriltilecektir. Ruhun nereye gittiği de asla bilinemez; Müslümanlıkta ise ölünün ruhu hayatı yönlendirir, evini ve ailesini ziyaret eder, onlara ilham kaynağı ve destek olur. (Bu da Şamanist dönemden kalma yaygın bir inanıştır.)

 

* İslâm’da (kim olursa olsun) her insan, kıyamette hesaba çekilecek, durumuna göre ceza veya mükâfat görecektir. Müslümanlıkta ise ölen her Türk insanı kutsaldır ve cennetliktir. (Bu kanaat son zamanlarda yaygınlık kazandı.)

 

* İslâm’da cenaze namazı, ölmüş kişi için Allah’tan rahmet dilemek için kılınır; Müslümanlıkta ise (açıkça dillendirilmese de) ölmekle kutsallaşmış olan cenazeye bir tür tapmaktır.

 

* İslâm’da «er kişi-hatun kişi» ayırımı yoktur; Müslümanlıkta vardır. (Cenaze için yapılan duadaki müennes müzekker farkı, yalnızca Arapça bilenleri ilgilendirir.)

 

* İslâm’da senkretizm yoktur; Müslümanlık tamamen senkretik bir dindir. (Türk-İslâm sentezi) bunu kanıtlamaktadır.

 

* İslâm, vahiyden kaynağını alan özgün ve evrensel bir hayat nizamıdır; Müslümanlık ise binlerce doğru ile binlerce yanlışın, keza binlerce helâl ile binlerce haramın harmanlanarak yapılandırıldığı beşerî bir dindir.

 

* İslâm’da (içtihat ekolleri olarak) mezhepler vardır. Bunlar, hayatı kolaylaştırmak için yetkili âlimler (müçtehitler) tarafından yapılmış yorumlardır; fakat mezhepçilik yoktur: Müslümanlıkta bunun tam tersi söz konusudur. Nitekim bir İslâm fıkıh ekolü olan Hanefi mezhebi, Türkiye’de ırkçı Hanefizme dönüştürülmüştür.

 

* İslâm’da mistik kurumlar yoktur; Müslümanlıkta vardır. (Müslümanlar tarafından yaklaşık 360 kadar tarikat kurulmuştur)

 

* İslâm’da Allah’a ve elçisine yalan isnatlarda bulunanlara ağır cezalar öngörülmüştür; Müslümanlıkta ise binlerce hadis uydurulmuştur. Bir tanesi de İstanbul’un fethine ilişkin kehânet ifadeleridir.[18]

 

* İslâm put yapmayı ve puta tapmayı yasaklamıştır; Müslümanlıkta putperestlik yaygındır. (Yasalar engel teşkil ettiği için, maalesef bu konuda örnek verilememektedir)

 

* İslâm’da bilgi, «zaâhir» ve «baâtın» diye tasnif edilmemiştir; Müslümanlıkta bu ayrım vardır.

 

* İslâm’da «âlim» kişi saygındır; Müslümanlıkta «ulemâ-i rüsûm» diye âlimler aşağılanmıştır.

 

* İslâm’da mü’minler kardeştir; Müslümanlıkta ise etnik ayrım vardır.

 

* İslâm’da «şeyh», «mürit», «derviş», «postnişin», «tekke», «rıbât», «inâbe», «râbıta», «hatm-i hâcegân», «zikir halkası», «devrân», «âyin», «Şeb-i arus», «ilâhî aşk», «dört kapı», «kerâmet», «himmet», «abdâl», «evtâd», «kutup», «gavs», «üçler», «yediler», «kırklar» gibi terimler ve bunlara bağlı inançlar yoktur; Müslümanlıkta ise bunların hepsi ve yüzlerce benzerleri vardır.

 

* İslâm vahyin sınırları içinde son şeklini almış ve Rasûl tarafından (devlet ve toplum nizamı olarak) fiilen uygulanmıştır. Müslümanlık ise Arap komplolarının yönlendirdiği tarihȋ süreçler boyunca; önce İranlı spekülatörler, yüzyıllar sonra da Türk teorisyenler tarafından kurgulanmıştır.

 

Tarihȋ olaylar, gerek «Arapların ideolojik Haâricȋ İslâmizmi»’nin, gerek «İranlılar’ın Zerdüştȋ-Şiȋ moselmânîliği»’nin, gerekse «Türklerin Şamano-Budist sûfî müslümanlığı»’nın, İslâm’ı ortadan kaldırmaya yönelik çabalardan başka bir şey olmadığını kanıtlamaktadır. Bundan, Müslümanlığın bir komplo projesi olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür.

 

* İslâm’da bütünlük esastır; her müslim-mü’min kişi bu bütünlüğe inanır ve ona bağlılık gösterir. Müslümanlık içinse bütünlük söz konusu değildir. Bu dinin hiçbir sınırı yoktur. Hemen her Müslümanın -kendi kanaatiyle vicdanında oluşturduğu- farklı bir Müslümanlık tasavvuru vardır.

 

* İslâm’ın bağlısı: erkekse «ben müslimim», kadın ise «ben müslimeyim» diye dinî kimliğini açıklar; Müslümanlığın bağlısı ise: «ben müslümanım» diyerek dinî kimliğini açıklar.

 

* İslâm’da bütün mü’minler kardeştirler[19]; Müslümanlığın bağlıları olan (Araplar, İranlılar, Kürtler, Türkler ve Berberiler) ise birbirine düşmandırlar. Bu topluluklar, tarihin hiçbir döneminde barışık yaşamamışlardır. Günümüzde de Müslüman ülkelerden her birinin sosyal mozaiğinde büyük sorunlar yaşanmaktadır. Bu ülkelerdeki etnik ve dinȋ gruplar arasında düşmanlıklar, hatta savaşlar sürüp gitmektedir. Örneğin Irak’ta Sünnilerle Şiiler arasında, Suudi Arabistan’da Vahhabilerle İsmaililer arasında sürekli bir husumet vardır. Yemen’de Sünni-Şafiilerle Şii Husiler, Suriye’de de Şii-Nusayrilerle Sünniler yıllardır birbiriyle savaşmaktadırlar. Mağrip, Cezayir ve Libya’da Araplarla Berberiler birbirinden nefret ederler. Türkiye’de eskiden beri Sünnȋ-alevȋ ve Kemalist-Nakşbendȋ düşmanlığı sürüp gitmektedir. Nakşbendȋlerle Nurcular da birbirlerini sevmezler.[20]

 

* İslâm’da kin, nefret, gıybet, küskünlük, sövgü ve her türlü hakaret yasaktır; Müslümanlıkta bunların hepsi vardır, serbesttir ve yaygındır.

 

* İslâm, 1500 yıl önce tarih sahnesinden çekildiği için, hiçbir millet onun uygulanış şekline ve kurduğu muhteşem uygarlığa tanık olamamaktadır. Aynı zamanda bugün dünya üzerinde «İslâm Devleti» niteliğinde bir devlet mevcut değildir. Onun için dünyada «İslâmofobi» diye bir tepki yoktur; Dünyanın tepki gösterdiği din Müslümanlıktır ve bu tepkinin gerçek adı «Müslümanofobi»’dir.

 

* İslâm birlik ve beraberlik dinidir[21]; Müslümanlık ise ayrımcı ve ırkçı bir dindir. Müslüman-Müşriklerin en büyük hedefi gerçek mü’minlerdir! Mü’minlere karşı Yahudilerle işbirliği ederler[22]. Nitekim Ortadoğu ülkelerinde binlerce mü’min, DAİŞ bahanesiyle mahkûm edilmişlerdir.

 

* İslâm evrensel, bilimsel, yapıcı, çağlar üstü bir din ve hayat düzenidir; müsamahakâr ve barışçıl bir dünya görüşüne sahiptir; Müslümanlık ise gerici, tarikatçı, bağnaz, yıkıcı, mezhepçi, fanatizme açık, çağdışı bir dindir.

 

* İslâm, erdemler ve güçlü bir ilkeler dinidir; Dürüstlük, içtenlik, yardımseverlik, temizlik, hakseverlik, adalet, çalışkanlık, cömertlik, merhamet, irade, cesaret ve fedakârlık gibi erdemler, İslâm’da ahlâk kurumunun temelini oluştururlar. Müslümanlığın ahlâkla ilişkisini anlamak için sadece Ortadoğu’daki tarikat ve mezhep savaşlarına, işkence merkezlerine, hapishanelere, stadyumlara, uyuşturucu şebekelerine, mafya ve terör örgütlerine bakmak yeterlidir. Daha güçlü delil arayanlar için PKK, HİZBULLAH, PYD, YPG, DHKPC, İBDA-C, FETO, EL-KAİDE, DAİŞ, BOKOHARAM, MAFYA ve SİYASİ PARTİLER kesin ve somut birer kanıt olarak ortadadır.

 

SONUÇ: İslâm ile Müslümanlık, birbirinden tamamen ayrı birer dindirler. Buna göre dininizi seçmekte (İslâm’a göre) hürsünüz.[23] İster İslâm’ı, ister Müslümanlığı seçebilirsiniz. Fakat İslâm’ı seçerseniz özellikle tarikatçı, Milli görüşçü, Nurcu, Fetocu, Vahhabȋ, İhvancı, Alevȋ, Râfızȋ, ırkçı, Kemalist ve yobaz Müslümanlar, sizi el-Kaidecilerle, DAİŞçilerle, Bokoharamcılarla, Meâlcilerle, Hanif Dostlarla ve Sünnet inkârcıları ile karıştırarak suçlayabilirler!

————————————————————————————-

[1] Bkz. Feriduddin AYDIN, «İslâm İle Müslümanlık Arasındaki Farklar Nelerdir?»; http://qolumnist.com/tr/2018/03/18/İslâm-ile-muslumanlik-arasindaki-farklar-nelerdir/18.03.2018

 

[2] Sevâd-ı a’zam: Büyük çoğunluk demektir. Yukarıdaki hadisin bugünkü Türkçe anlamı ise şudur: «Ümmetim, yanlış üzerinde görüş birliğinde bulunmaz.» Bu sözlerin Hz. Muhammed’e ait olduğu kanıtlanamamıştır. Nitekim, İslâm’a bağlı topluluklar (ilk 35 yıl hariç), tarih boyunca sapkın düşünceler üzerinde sürekli görüş birliğinde bulunmuşlardır. Dahası var; bu kamplar, birbirine karşı kanlı savaşlar vermek suretiyle (adetâ aralarında yardımlaşarak) İslâm’ı, daha beşiğindeyken boğmuşlardır. Bu cinayetlerin örnekleri çoktur. Bunların en büyüklerinden biri de «Müslümanlık» faciasıdır.

 

[3] Âyetin bir bölümünün meâli şöyledir: «Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.»

 

[4] Aslında «Müslüman İşbirliği Teşkilâtı» şeklinde olması gereken bu isimde (İslâm) kelimesinin kullanılmış olması, -dehşet uyandıran- bir çelişkiler sarmalının sonucudur. Bunu şöyle ifşa etmek mümkündür: Arap dünyasında «Müslümanlık» ve «Müslüman» kelimeleri hiç kimse tarafından kullanılmamaktadır. Çünkü bu sözcükler hem Arapça olmadıkları, hem de Kur’ân-ı Kerȋm’de yer almadıkları için Araplarca bilinmemektedir. Bu bir yana, «Müslümanlık» Dini”nin, biri İran’da öbürü ise Türkiye’de iki farklı türünün bulunduğu hakkında Arap dünyası bugüne kadar hiçbir bilgiye sahip olamamıştır! (Tıpkı Daiş Terör örgütüne, Türkiye’de «IŞID» adının verildiğinden bu örgüt üyelerinin haberi olmadığı gibi…) Araplar ve diğer toplumlar, İran’daki dini, mezhep düzeyinde «Şîîlik الشيعة» olarak adlandırmaktadırlar. Oysa Şîîlik, İran’ın mecûsȋ kaynaklı «Moselmânȋliği»’nin -deyim yerindeyse- sadece vitrin adıdır. Türkiye’de de çoğunluğun, arkasına gizlendiği “Sünnîlik” de «Milli Türk Müslümanlığı’nın» vitrin adından başka bir şey değildir.

 

[5] Bir kez daha hatırlatmakta yarar vardır ki; Müslümanlık Dini’nin bağlısına «Müslüman», İslâm Dini’nin bağlısına ise «Müslim» denir. Bu kavramların birbirine karıştırılmaması gerekir. Nitekim bu kavramlar yüzyıllar önce bir elit grup tarafından bilinçli olarak; geniş halk kitleleri tarafından ise bilinçsiz olarak birbirine karıştırıldığı için, günümüzde içinden çıkılamayacak korkunç bir din ve düşünce anarşisi yaşanmaktadır.

 

[6] «LGBT topluluğu veya LGBT toplumu, lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender bireylerin meydana getirdiği gruplar.» Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/LGBT_toplulu%C4%9Fu

 

[7] Şerȋat: İslâm literatürünün en önemli terimlerinden biridir. İslâm’da hayat nizamını düzenleyen yasalar zincirinin tamamına verilen addır. Kur’ân ve Sünnetteki ahkâmın tamamını kapsar.

 

[8] Bu ırkçı kesim (hatta bütün ırkçılar), Hucurat Sûresi’nin 13’üncü âyet-i Kerȋmesine inanmamaktadırlar. Bu da Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanmamak anlamına gelir ki bu nedenle ırkçıları (örneğin, Türkçüleri, Arapçıları ve Kürtçüleri) mü’min saymak mümkün değildir.

[9] Animist Müslümanlık ile atalar kültü arasındaki ilişkiler konusunda bilgi için bkz.:

http://halkbilimifolklor.blogspot.com/2013/11/turklerde-atalar-kultu.html

 

[10] Bkz. Hürriyet Gazetesi 09.11.1999: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/demirel-ahkam-ayetlerine-donusu-onermek-irticadir-39112375;

 

Bkz. http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/2/0241.htm;

[11] Bkz. https://www.haberler.com/ataturk-un-ruhuna-mevlit-okutuldu-5287089-haberi/; Ayrıca bkz. https://yenisoluk.com/ataturkun-ruhuna-mevlit-okutuldu;

 

[12] Bu ilgiyle enteresan bir çelişkiyi burada hatırlatmak herhalde çok yerinde olacaktır: Bilindiği üzere Pontuslu Nakşbendȋler, başında şapka bulunan hiç kimseye selam vermezler. Çünkü şapkayı «küfür alâmeti» sayarlar. Oysa Nakşbendȋ Tarikatı Budizm’in Mahayana mezhebinin -asırların akışı içinde- değişikliklere uğramış bugünkü şeklidir. Dolayısıyla Pontuslu bir Müslüman-Nakşbendȋ, bir anlamda Budist olduğunu hiç düşünmeden, şapka giyen kimseyi kâfirlikle suçlamaktadır. Ayrıca, şapkanın «küfür alâmeti» olduğuna ilişkin İslâm fıkhında herhangi bir hüküm yoktur. Çünkü şapka (zünnar gibi), ruhbana mahsus bir giyim kuşam aracı değil, aksine bütün dünyada yaygın olarak kullanılan bir «libâs-ı âlem»dir.

 

[13] Bkz. Ilgaz Zorlu, Evet Ben Selanikliyim, Belge Yayınları, 1. Baskı. İstanbul-1998; Ayrıca Bkz. Muhammed Vanlişi, Ali Tandilava, (Gürcüceden çeviri: Hayri Hayrioğlu) Lazların Tarihi, Ant Yayınları, 1. Baskı, İstanbul-1992.; Ayrıca Bkz. Tamer Çilingir, Pontos Gerçegi, 19141923 Yılları Arasında Karadenizde Yaşananlar, Belge Yayınevi, İstanbul-2016. Ayrıca Bkz. 6-7 Eylül Olayları, Dilek Güven, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul-2005.

 

[14] Irkçı-Osmanlıcıların bir kısmına göre «bütün Osmanlı padişahları cennetliktirler; bunlardan birinin Allah’a hesap vereceği veya cehenneme gireceği ihtimali yoktur.»

 

[15] Üveysȋlik: Hayattaki bir Müslüman evliyanın, ölmüş bir Müslüman evliyadan eğitim(!) almasıdır. Örneğin «Ebû’l-Hasan-ı Harakânî, (kendisinden 88 yıl önce ölmüş olan) Bâyezid-i Bestâmî’den, Bestâmî de (kendisinden 38 yıl önce ölmüş olan) Câfer es-Sadık’tan evliyalık diplomasını almıştır. Aynı şekilde Nakşbendȋliğin kurucusu olan Muhammed Bahaâuddȋn Buhârȋ de (kendisinden 139 yıl önce ölmüş olan) Abdülkhâlık-ı Gucdevânî’den evliyalık diplomasını almıştır.»

 

[16] Bu üç mekân: 1) Mescidü’l-Haram, 2) Hz. Muhammed’in Medine’deki Mescidi (Hz. Muhammed’in türbesi değil), 3) Kudüs’teki Mescidü’l-Aksa’dır. Hadisin nassı şöyledir:

لا تشد الرحال إلا إلى ثلاثة مساجد، المسجد الحرام ومسجدي هذا والمسجد الأقصى.متفق عليه

 

[17] Hz. Muhammed’in nâşının, vefat ettiği mescidinin bitişiğindeki odasına defnedilmesi, büyük ihtimalle ashabın duygusal anlar yaşadığı saatlerde çok acele alınmış yanlış bir kararın sonucudur. Vefat olayını izleyen devlet başkanlığı seçimi sırasında yaşanan karmaşa nedeniyle tartışılamayan bu defin şekli, asla örnek alınamaz. Nitekim (doğru ise) Hz. Muhammed’in «Mezarımı bayram yerine dönüştürmeyiniz; peygamberlerinin mezarlarını mescit haline getirip ona doğru namaz kılanların üzerine Allah’ın laneti olsun!» meâlinde bir sözü hadis kaynaklarında yer almaktadır. Hadisin Arapça metni şöyledir: .لَا تَتَّخِذُوا قَبْرِي عِيدًا لَعَنَ اللهُ قَوْمًا اتَّخَذُوا قُبُورَ أَنْبِيَائِهِمْ مَسَاجِدَ يُصَلُّونَ إِلَيْهَاNe var ki bu yanlış, İslâm tarihi boyunca hep tekrarlanmıştır.

[18] Bu uydurma hadisin Arapça sözleri şöyledir: لتفتحن القسطنطينية فلنعم الأمير أميرها ولنعم الجيش ذلك الجيش

 

[19]  Bkz. Müminler ancak kardeştirler… (el-Hucurât Sûresi âyet:10) إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ … (الحجرات/10)

[20] Bkz. https://twitter.com/aklingozu/status/730622694836817920;

Bkz. https://www.risalehaber.com/tgrtde-said-nursiye-hakaret-yagdirdilar-219476h.htm;

Bkz. http://www.hurriyet.com.tr/akp-nin-asil-buyuk-korkusu-nurcu-naksibendi-kavgasi-9069979;

Bkz. https://odatv.com/naksi-nurcu-kavgasinda-ikinci-raund–2102121200.html;

Bkz. http://www.diken.com.tr/aysenur-arslan-gulen-nurcular-naksibendi-tarikati/;

Bkz. https://www.aydinlik.com.tr/naksi-nurcu-kavgasinda-11-agustosta-kim-vurulacak;

 

[21]  Bkz. Âl-i İmrân Sûresi:103; Nisâ Sûresi: 146, 175; Hacc Sûresi:78; El-Enfâl Sûresi:46.

 

[22] Bkz: el-Maide/82.

 

[23] Bkz.

 وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِنْ يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءَتْ مُرْتَفَقًا. (الكهف/29)

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.