«Selefȋ سَلَفي» kelimesi Arapça bir «ism-i mensub»dur. «سَلَفَ – يَسْلُفُ» kök fiilinden türetilmiştir. Mastarı, «selef» ve «sulûf»dur.
«Selef سَلَف» sözcüğü, Arapça’da (kullanım amacına göre) birkaç farklı anlama gelmektedir. Örneğin: İslâm ticaret fıkhında; -vadeli ödeme şartıyla satın almanın tersine– , karşılığı olan parayı peşin ödeyerek malı daha sonra belli bir tarihte teslim almak üzere yapılan siparişe «selef» ya da «Selem» denir. Kışın çiftçiye -sorumluluğu ona yüklemek şartıyla- (belli) bir meblağ ödeyerek, üreteceği yine (belli miktar ve nitelikteki) mahsulü yazın (belli bir tarihte) teslim almak üzere yapılan sözleşme gibi… Aynı kökten gelen «Sulfe سُلفة», avans anlamına gelir. Bu gramatik analizler bir ön bilgidir, konumuzu doğrudan ilgilendirmemektedir.
Burada esas itibariyle ele alınan konu; kendilerini Selefȋ olarak tanımlayan ve Orta Doğuda giriştikleri maceralarla dünya kamuoyunu yoğun şekilde meşgul etmekte olan örgütlerdir.
***
«Selef سَلَف», daha çok (bir görevde) önceki kişi demektir. Yerine geçen kişiye de «halef خَلَف» denir. Çoğulu «eslâf أسلاف»tır.; «Eski kuşaklar» anlamına gelir. Konumuzun çağrıştırdığı anlam yönüyle kullanım budur. Bu ilgiyle belirtmek gerekir ki «Selef سَلَف» ya da «Selef-i sâlihȋn» terimi, özellikle Hz. Muhammed’den (s) sonraki ilk üç kuşak için sıfat olarak kullanılır. «Selefȋ سَلَفي» de bu üç kuşağın izinde yürüyen, onlara bağlılık gösteren kimse demektir. Kendilerini böyle tanımlayanlara, bu alâka ile «Selefȋler» denilmektedir. Ancak kendini sırf böyle tanımlamakla Selefȋ olduğunu ileri süren kimsenin samimiyetine inanmak mantıklı değildir. Çünkü İslâm’da bir kimsenin mü’min olduğunu ikrar etmesi yeterlidir. Ayrıca onun, kendini Selefȋ diye nitelemesi gerekmez. Kaldı ki Selefȋler, sergiledikleri eylemlerle niyetlerini ve ahlâkȋ düzeylerini ortaya koymaktadırlar. Bu nedenle (ileriki bölümlerde kategorize edilecekleri üzere) bunlar, farklı üç gruba ayrılırlar.
Selefȋlik, bir mezhep ya da bir tarikat değildir. Ancak ilk Selefȋlik, Ahmed bin Hanbel’in (780-855) hadisçi ekolü olarak tanımlanabilir. Doğrusunu söylemek gerekirse son yıllarda Selefȋlik iddiasına sahiplenerek örgütlenen militarist grupların oluşturduğu ideolojik kampın Hanbelîlikle ya da ilk Selefȋlikle herhangi bir bağı yoktur. Bu kampın (dış görüntüsüyle) temsil ettiği hareket, sözde küresel saldırıya karşı atağa geçmiş bir «İslâmȋ» tepki akımıdır. Tarihi bir kökeni var ise de «daha çok; emperyalist güçlerin İslâm’a ve İslâm dünyasına karşı son zamanlarda giriştiği saldırı, sindirme ve asimilasyon hamlelerine» misillemede bulunmak üzere ortaya çıkmış olan örgütsel faaliyetler için ad olarak kullanılmaktadır.
Bu faaliyetleri hikmetten uzak yöntemlerle sürdüren Selefȋler, günümüzde -özellikle Orta Doğu’da-büyük siyasi sorunların kaynağı haline gelmişlerdir. Bu yüzden gerek içeride gerekse dışarıda ağır suçlamalara hedef olmuşlardır. Bilinçsizlik ve bilgi yetersizliği yüzünden sayısız çelişkiler içinde sergiledikleri ürkütücü tablolar, -başta Türkiye’dekiler olmak üzere- dünyadaki mü’min azınlığın tamamını büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakmıştır. Bu nedenle -Selefȋlik ve Selefȋler hakkında objektif bilgiler vermek suretiyle- bilhassa Mü’min azınlığı uyarmak ve onların Selefȋlerden ayırt edilmesini sağlamak, büyük önem taşımaktadır. Çünkü bu iki farklı zümre, bilgisiz kalabalıklar tarafından birbirine karıştırılabilmektedir. Bu yüzden; son zamanlarda, araştırmacı, siyasi analist ve gazeteci gibi roller üstlenmiş bilgisiz ve ehliyetsiz bazı kimseler tarafından gerek Selefȋlik akımı, gerekse Selefȋ örgütlerin faaliyetleri hakkında yayınlanan birçok makale, röportaj ve kitap, yanıltıcı sonuçlar doğurmuştur. Onun için kaynaklarına inerek, kamuoyunu ve dünyayı -Selefîlik ve Selefȋler hakkında- objektif ve belgesel açıklamalarla bilgilendirmek özellikle Orta Doğu’daki karanlık tablonun aydınlatılması, barış ve güvenliğin yeniden tesisi için oldukça önemlidir.
Bu amaçla, -çeşitli sosyokültürel gerçeği ve birçok ideolojik arka-plan sırrını deşifre eden– aşağıdaki stratejik bilgiler, ilim ehline yönelik tarihi sorumluluğun gereği olarak sunulmaktadır.
***
Selefȋlik sıfatı, -Hz. Muhammed’e (s) ve İslâm ümmetinin ilk üç kuşağına bağlılık anlamında- çok eskiden beri kullanılmıştır. Örneğin; «Selef» kelimesini içeren bir hadis aktarılmaktadır.[1] Bu hadisin doğru ya da uydurma olduğu tartışmasına girmeden burada güdülen amaç; «selef» ve ondan türetilmiş olan «selefȋ» kelimelerinin çok eskiden beri kullanıldığını hatırlatmaktır. Fakat eski kaynaklarda, Selefȋlikten -kavram olarak- söz edilmiş ise de erken dönem İslam literatüründe -mezhepsel ve örgütsel anlamda- geniş bilgilere rastlanmamaktadır. Bu da Selefȋliğin, İslâm tarihinde günümüzdeki gibi siyasi ve ideolojik bir nitelik kazanmadığını göstermektedir.
***
Selefȋler başlıca üç grupturlar: 1) Entelektüel Selefȋler, 2) Vahhabȋ Selefȋler, 3) Cihâdȋ Selefȋler.
ENTELEKTÜEL SELEFȊLER السلفية العلمية: İslâm’ın ilk yüzyılının son çeyreğinde ortaya çıkarak, Kur’an âyetlerini yorumlamada -çeşitli sapkın grupların[2] aksine-, orta yolu izlemiş olan ılımlı topluluktur. Bu hayırlı azınlık, İslâm tarihi boyunca her asırda var olagelmiştir. Seslerini yükseltemiyor olsalar bile bu grubun mensupları günümüzde de (dünyanın hemen her yerinde) varlıklarını sürdürmektedirler. Bunlar çağımızda kendilerini (mü’min, müslim ve muvahhid) olarak tanımlamaktadırlar. Bu grubu (eski Hâricîlerin temsilcileri olan) el-Kaide, Daiş, eş-Şebâb ve Bokoharam gibi terör örgütleriyle, Vahhabȋlerle, reformistlerle ya da «Sünnet inkârcıları»[3] ile karıştıranlar benzeri görülmemiş bir bilgisizlik örneği vermiş olurlar ve ağır bir vebal altına girerler. Bu mü’min azınlık, çağımızda hem Müslümanların, hem de -biraz önce- adları geçen grupların tehdidi altında bulunmaktadır.
VAHHABȊ SELEFİLER: Bu kitlenin gerçek Selefîlikle hiçbir ilişkisi yoktur. Bunlar, -vaktiyle Hicaz’ın Necid çölünde yaşayan ve bölgedeki kabileler üzerine sık sık saldırılar düzenleyen- ilkel bedevȋlerin devamıdırlar. Daha doğrusu bunların, -İslâm’ın ilk yıllarında ortaya çıkarak etrafa dehşet saçan ve «Haricȋler» adı altında tarihe geçen- sapkın bir kampın günümüzdeki uzantıları olduklarını söyleyebiliriz. Bugün modern kentlerde yaşıyor ve büyük servetlere sahip bulunuyor olsalar bile sertliklerini aynen sürdürüyorlar. Hepsinin ortak karakteri haline gelmiş bu tavır, bütün dünyada onlara karşı olumsuz bir izlenim uyandırmış, sevimsiz bir topluluk olarak ünlenmelerine yol açmıştır. Dolayısıyla bunları Selefȋlikle nitelemek mümkün değildir. Bu nedenle, Vahhabȋlikle ilmȋ Selefȋlik arasındaki uçurumun farkında olabilmek için sözü edilen kitlenin geçmişini ve İslâm’dan ne anladıklarını çok iyi bilmek gerekir.
Aslında bunlara «Vahhabȋ» sıfatını ilk yakıştıranlar İngilizlerdir. Asırlardır İslâm dünyasını işgal edip bu coğrafyada fitne körüklemekle meşgul olan İngilizler, Türklerle Arapları birbirine düşürmek için 200 yıl kadar önce bir proje hazırladılar. Bu proje için bir bahane gerekiyordu, onu da buldular. Bunun hikâyesi ise (özetle) şöyledir:
«Türk politeizmi» olarak bilinen Müslümanlık, 1200’lerden 1750’lere dek o kadar çok yayılmıştı ki kutsal topraklarda sık sık türbelere ve tekkelere rastlanabiliyor, Mescid-i Nebevȋ’de ve Mescidü’l-Harâm’da bile tarikat âyinleri düzenleniyordu! Kur’ân’ın boşluğunu dolduran evliyacılık ve keramet mitolojisi, İslâm’ı neredeyse tamamen ortadan kaldırmış gibiydi. Bu vahim tablo karşısında kaygıya kapılan Muhammed bin Abdulvahhab (1703-1792) adında Necidli ıslahatçı bir hoca, harekete geçti. Bu şahıs, iyi niyetli bir Selefȋ idi. Fakat aydın değildi. Nitekim onun kitaplarında «Müslümanlık» kavramı hakkında en ufak bir eleştiri bulunmamaktadır. Oysa Türklerin büyük bir kısmı, İslâm’la tanıştıkları günden beri onu bir Arap dini olarak görmüş, bu tepkisel kanaatten yola çıkarak «Müslümanlık» adı altında kendilerine özgü bir din kurmuşlardır. Bu gerçeği bile keşfedememiş olan Muhammed bin Abdulvahhab kültürsüzdü. Büyük ihtimalle tarih ve sosyoloji konusunda bilgisizdi. Bu da onun dünya görüşünü sınırlamış, İslam’ın -tebliğ, davet, irşad ve ıslah metoduna ilişkin- geniş ufuklarını görmesine engel olmuştu; İslâm’ın ferah alanını göremiyordu. Kısır ve yetersiz düşünme esaretinden kurtulamadığı için onun, İslam’ın evrensel kuşatıcılığını algılayamadığı ve aklın önemine inanmak istemediği, bir kısım selef âlimlerinin kabul ettiği «kıyâs»[4] ve «re’y»[5] gibi çözüm yöntemlerine olumsuz baktığı anlaşılmaktadır… Nitekim aklı devre dışı bırakmak bütün Haricȋlerde ortak bir karakterdir. Bu yüzden mütevatir sünneti, hadisçilikten ayırt edemiyordu. Bununla birlikte, İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyım el-Cevziyye’nin fanatik hayranı idi. Sonuç olarak (iyi niyetine rağmen) o, bir âlimden çok, dar görüşlü bir din adamı idi. Çok tanrıcılığın yıkıcı etkilerine karşı İslâm’ı yeniden ihya etmek amacıyla 1738 yılında كتاب التوحيد (Kitabu’t Tevhid) adı altında bir eser kaleme alarak hazırlıklara başladı. Ardından Dir’iyye Emiri Muhammed bin Suud (1710-1765)’dan yardım istedi. Aynı zamanda ona damat oldu.
Gerek ehil, gerekse nâehil; gerek yandaş, gerekse karşıt kalemler tarafından çok farklı şekillerde yorumlanmış olan bu olayın -buraya sığamayacak kadar- oldukça uzun, -aynı zamanda- çetrefil, çoğu yanıltıcı ve çelişkilerle dolu bir hikâyesi vardır. Onun için bu hadiseyi incelemek isteyen ilim adamlarının ve araştırmacıların çok dikkatli olmaları gerekir.
İlginçtir ki müşrik bir toplumun, -her şeyden önce- hikmetle ve usulüne uygun olarak aydınlatılması gerekirken, bu önemli davayı üstlenen Necidli kabile otoriteleri, -tam tersine- hep şiddet kullanmayı öncelediler. Örneğin, çok acele davranarak, bölgede bazı kimseler tarafından put haline getirilmiş olan Hz. Ömer‘in kardeşi Zeyd b. Hattab‘ın türbesini yıkmak suretiyle etrafa gözdağı verdiler. Muhammed bin Abdulvahhab’ın bu olaylara seyirci kaldığı ve yöneticileri uyarmadığı tahmin edilmektedir. Oysa -kültürden ve geniş bir ufuktan yoksun bulunan- başta bu zatın ve yönlendirmeye çalıştığı cahil bedevilerin bilmediği birçok tarihi gerçek vardı. Bunlardan biri de asırlar önce Emevȋ ordularının, Türk kentlerini işgal ettikten sonra bölgede tapılan yüz binlerce putun toplatılarak onların -şehir meydanlarında kalabalıkların dehşet dolu gözleri önünde- ateşe verilmiş olması olayıdır. Prof Dr. Zekeriya Kitapçı bu konuda şu bilgileri kaydetmektedir: «Kuteybe b. Müslim’in Semerkant’ı teslim alışı sınasında yakılmak üzere ortaya yığılan Buda heykellerinin büyük bir köşk gibi olduğu ve başta o zamının Semerkant hükümdarı Guzek (Oğuz Bek) olmak üzere yerli halkın Müslüman fatih’e şiddetli tepkiler gösterdikleri yolundaki rivayetler bize bu hususta yeteri kadar fikinler vermektedir.»[6]
İslâm’ın yasakladığı bu davranış asla küçümsenmemelidir.[7] Nitekim bu hadise, Türk toplulukları üzerinde o kadar büyük bir şok etkisi bırakmıştır ki çok geçmeden Mistik Türk teorisyenler[8] tarafından İslâm’a karşı «Müslümanlık» adı altında alternatif bir politeist din kurularak «Emevȋlerce işlenen bu cinayetlerin öcü, fazlasıyla alınmıştır!» Şu var ki İslam, Türkistan bölgesine Emevȋlerden önce girmişti. Dolayısıyla Emevȋ işgalinden önce Türk yurdunda İslam’ı kabul etmiş olan ve onu yaşayan topluluklar hiç kuşkusuz vardı. Aynı zamanda günümüzde, (dünyanın birçok yerinde olduğu gibi) Türkiye toplumu içinde de İslam’a içtenlikle bağlı binlerce şuurlu ve faziletli mü’min yaşamaktadır. Özellikle fitne körüklemek için bahane arayanların kötü niyetlerini boşa çıkarmak bakımından bu gerçeği burada vurgulamak gerekir.[9]
İlginçtir ki İslâm’dan aşırmalarla da takviye edilen Müslümanlığın günümüze kadar sırları ve şifreleri başarıyla gizlenebilmiştir. Bu talihsizliğin sonucu olarak toplum, bin yıldır Müslümanlığı İslâm diye algılamak gibi eşi görülmemiş bir yanılgının içine itilmiştir. Bu yüzden Müslümanlık, İslâm’ın önünde artık -aşılması hemen hemen mümkün olmayan- büyük bir engel haline gelmiştir. Öyle ki -gerek Selçuklu gerekse Osmanlı âlimlerinin gayretleriyle ileri derecede yozlaştırılmış olmasına rağmen- bu yapay din, Türkiye toplumunun İslâm’la tanışmasını sürekli olarak engellemiştir. Bilgi ve bilişim imkânlarının bolluğuna rağmen bu engel günümüzde çok daha çetin bir nitelik kazanmıştır. İrşad ve ıslah yeteneğinden yoksun bulunan Necidlilerin 1744’de başlattıkları bu çıkış, o günlerde ne Osmanlı yönetiminin, ne de dış dünyanın dikkatini fazla çekmedi. Başında Muhammed bin Suud’un bulunduğu bedevi güçler 1744’de Necid ve el-Ahsa bölgelerine hâkim oldular. Böylece Dir’iyye Emirliği geniş bir alan kazandı. Muhammed bir Abdulvahhab, bu sırada onlara sadece -Allah’ın birliği inancına bağlılık temelinde- İslâmȋ bir yön belirlemeye çalışarak rehberlik ediyordu. Ne var ki onları şiddet kullanmaktan engellemiyor, ya da engelleyemiyordu. Bu yanlış tavır, çok geçmeden büyük ve tehlikeli gelişmelere neden oldu. Çünkü aslında Necid bölgesi tarihi Hâricȋlik ruhunun ana yurduydu. Böylece İslam tarihinde derin bir yara açılmış oldu.
Muhammed bin Suud 1765’te öldü. Yerine, Dir’iyye Emirliği’nin başına oğlu I. Abdülaziz bin Muhammed (1765-1803) geçti ve Basra’nın güneyinden Umman sahillerine kadar geniş bir alan üzerinde egemenlik kurmayı başardı. Şam ve Bağdat’ı tehdit eder hale geldi. 13 Mayıs 1802’de on bin kişilik bir ordu ile -Şiilerce kutsal sayılan- Kerbelâ kentine saldırarak büyük bir Şii katliamı gerçekleştirdi. (2 bin Şiinin öldürüldüğü ileri sürülmektedir.) Ayrıca bu kentte bulunan Hz. Hüseyin‘in türbesini «put» olduğu gerekçesiyle yıktırdı. Emir Abdülaziz 4 Ekim 1803’te, Şii bir suikastçı tarafından öldürüldü.
İçeride isyanlarla, dışarıda da düşmanlarla boğuşan Osmanlı yönetimi, Arap yarımadasındaki bu karışıklığı sonlandıramadı. Böylece İngilizlerin beklediği fırsat doğmuş oldu. Bir yandan Arap yarımadasında patlak veren bu siyasi gelişmelerle ilgilendiler. Bu olayı -oryantalistlerin danışmanlığında- ilk kez «Vahhabȋlik» olarak adlandıran İngilizlerdir. (Bu münasebetle hatırlatmakta yarar vardır ki günümüzde de örneğin Prof. Dr. Hamit Algar gibi -İngiliz kökenli, Müslüman adlı- oryantalistlerden yardım almaya devam etmektedirler.) Böylece Necidli isyancılar «Vahhabȋler» olarak tarihe geçmiş oldular. İngilizler öbür yandan da Irak’ın Süleymaniye kentinde Neo-Nakşbendiliğin senaryosunu hazırlamaya koyuldular. Böylece bu iki olay ile Orta Doğuda, -günümüze kadar devam edecek olan- din, siyaset ve düşünce anarşisi için ortam hazırlamış oldular.
Osmanlı yönetimi askeri yollarla Vahhabȋleri dize getiremeyince karşılarına Halid-i Bağdadi (1776-1826) adında Kürt kökenli bir Nakşbendi tarikat teorisyenini çıkardı.[10] Bir mafya örgütü düzeninde organize edilen bu tarikat sayesinde -en azından- «Vahhabȋlik» ya da «Selefîlik» akımının Anadolu’ya sıçraması böylece önlenmiş oldu.
Burada şu önemli hususu hatırlatmakta yarar vardır: Eserlerinden anlaşıldığı üzere Muhammed bin Abdulvahhab tevhid inancına içtenlikle bağlı idi ve bu uğurda canını tehlikeye atarak çetin mücadeleler verdi. Suudȋ Hanedânı’nın, -İslâm akaidini anlamada- ondan ilhamını aldığı iddiası ise inandırıcı hiçbir temele dayanmamaktadır. Dolayısıyla Suudȋ modeli Selefȋliğin, entelektüel Selefȋlikle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Bu nedenle onlara Selefȋ demek yerine, -İngilizler tarafından verilmiş olan- «Vahhabȋ» adının kendilerine daha çok yakıştığını söylemek yanlış olmasa gerektir. Aslında sadece Vahhâbȋler değil, -içlerindeki ezilmiş mü’min azınlık hariç- Arapların tamamı da başka ırklardan Müslümanlar gibi İslam’dan uzak bulunmaktadırlar.
İmparatorluk ile Vahhabȋler arasındaki kavga, Osmanlı devleti’nin yıkılışına kadar devam etti. Aslında bu kavga Milli Türk Müslümanlığı ile Necid Vahhabȋliği arasında İslâm üzerinden girişilmiş bir çekişmeden başka bir şey değildi. Ancak bu çekişme askeri ve siyasi bir niteliğe bürünmüştü. Bu kavganın belki de en önemli sahnesi; Birinci Suudȋ Devleti’nin Emirlerinden I. Abdülaziz bin Muhammed’in torunu Emir Abdullah bin Suud’un 24 Aralık 1818 günü İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda II. Sultan Mahmud’un huzurunda idam edilmesi olayıdır.[11]
Osmanlı otoriteleriyle Suudȋ Hanedanı arasında uzun yıllar devam eden çekişmelerden sonra II. Sultan Abdülhamid döneminde bu ailenin ileri gelenleri 1891 yılında Kuveyt’e sürüldüler. Ancak bu sülâleden II. Abdülaziz bin Abdirrahman (1856-1953) bir süre sonra yurduna kaçarak 1902’de Riyad’ı ele geçirdi. Bunun üzerine Osmanlı devleti 1914’de onunla antlaşma yapmak zorunda kaldı ve kendisine paşalık rütbesi verildi. Fakat Abdülaziz tez elden İngilizlerle anlaşarak Bugünkü «Suudȋ Arabistan» Krallığı’nı kurdu.
Suudȋ Krallığının benimsediği Vahhabȋlik, 200 yıllık tarihi içinde evrilerek, günümüzde yeni bir Haricȋlik modeli gibi şekillenmiştir. Bu anlayışın -daha önce de işaret edildiği üzere- İlmi Selefȋlikle hemen hiçbir ilişkisi yoktur. İlk başta çok tanrılı Türk Müslümanlığına karşı tepki olarak ortaya çıkan Selefȋliğin, Vahhabȋliğe dönüştükten sonra sergilediği en büyük özellik, şiddet kullanımıdır. Tarihî hariciliğin de en önemli özelliği buydu. Nitekim Hz. Ali’yi şehid eden ilk Haricȋler ile gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı parçalayan Vahhabȋler arasında büyük benzerlikler vardır. Haricȋliğin en büyük atası sayılan Harkûs bin Züheyr zu’l-Khuwaysıra, Huneyn ganimetlerinin dağıtımı sırasında Hz. Muhammed’e (s) hitaben «Ey Muhammed adaletli davran!» diyerek küstahça bir tavır sergilemiş idi.[12]
Vahhabȋlerin İslâm’ı nasıl anladıklarına, ahlâkȋ ve kültürel düzeylerine, dünya görüşlerine ve -insanlarla ilişkilerinde sergiledikleri- tavır ve tutumlarına gelince, bu hususlarda onların içyüzünü keşfetmek büyük önem taşır. Çünkü Vahhabȋ kitlesini yakından tanımayanlar, Arap dünyasında serpili bulunan mü’min azınlığın da Vahhâbȋler ve Arap çoğunluk gibi inanıp düşündüğünü sanarak hataya düşebilirler.
Vahhabȋlerin, diyaloğa kapalı, tavizsiz ve ilişkilerinde sert olduklarını söylemek yanlış olmaz. Çünkü kendini daima haklı görmek onlarda bir karakter halini almıştır. Bu nedenle sürekli hiçbir ödün vermeden, gerektiğinde esnek ve politik davranmadan bir Vahhabȋ ile anlaşmak güçtür. Onlarda âdeta genetik bir kalıcılık kazanmış olan bedevilik karakteri, bu toplumda fanatizmin, ufuksuzluğun ve görgüsüzlüğün yaygınlaşmasına yol açmıştır. Şiddet kullanmaya eğilimli olmaları da bu karakterden kaynaklanmaktadır.
Vahhabȋlerdeki bu belirgin özelliklerin birkaç önemli nedeni vardır. Birincisi; onların, -uygarlıktan ve bilgi kaynaklarından uzak çöllerde, yüzyıllar boyu hayatlarını sürdüren- göçebe ataların soyundan gelmiş olmalarıdır. Bugün modern kentlerde ve refah içinde yaşıyor olsalar bile, atalarının -gelenek olarak devam eden- huyları, alışkanlıkları ve davranış biçimleri onları hâlâ etkilemeye devam etmektedir. Bu karakter, onları gerek toplum, gerekse devlet olarak büyük sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. Vahhabȋleri daha yakından tanıyabilmek için bu sorunlara bazı örnekler vermekte yarar vardır.
Kendilerini «ehl-i tevhȋd» (yani Şirk koşmayan, Allah’ın birliği inancına bağlı) olarak sunan Vahhabȋler, kısır görüşleri, yetersiz bilgileri ve kusurlu yorumları yüzünden özellikle Allah’ın sıfatları hakkında sıra dışı kanaatler ileri sürmüşlerdir. Bu yüzden (sözde) «ehl-i sünnet velcemaat» olduklarını ileri süren Matüridiler ve Eş’ariler gibi, -hatta Şii-rafızȋler gibi- Vahhabȋler de büyük hatalara düşmüşlerdir. Matüridileri, Eş’arileri ve Şii-rafızȋleri -kelâmȋ (diyalektik) üslup kullandıkları gerekçesiyle- ağır suçlayan Vahhabȋler, reddiyelerinde ve tartışmalarında aynı üslubu kullanarak benzer hatalara düşmüşlerdir. Özellikle «İstiva» konulu ayetler üzerine sapkın yorumlar yaparak Allah Teâlâ’ya yön ve mekân nisbet etmek ve Zat-ı İlâhiye’yi fizik bir varlık olarak tasavvur etmek gibi fahiş bir hata işlemişlerdir. Bu münasebetle vurgulayalım ki Vahhâbȋler antropomorfisttirler.[13] Tarikatçılar ise teomorfisttirler.[14]
Vahhabȋler, İbni Teymiyye ve öğrencisi ibn Kayyım el-Cevziyye’yi adeta hatasız ve yanılmaz kabul ederek onların bütün görüşlerine teslim olmuşlardır. Oysa bu iki zat gerçekten çok değerli birer âlim olmalarına rağmen, eserlerinde küçümsenemeyecek hatalara rastlanmaktadır. Örneğin İbn Teymiyye, tasavvufu: biri İslâmȋ, bir diğeri gayr-i İslâmȋ olmak üzere ikiye ayırmıştır.[15] Halbuki Tasavvuf -bir şirk kumkuması olarak- bütünüyle İslâm’ın önünde en büyük engel ve mü’min kişi için en tehlikeli bir tuzaktır.
Vahhabȋler, şirke karşı verdikleri mücadelelerinde -ıslah ve irşad yollarını denemeden- çok acele davranarak tamiri mümkün olmayan yıkımlara neden olmuşlardır. Çünkü (tepeden inme) ve şiddet kullanarak girişilen devrimlerin genelde başarılı olmadığını, sonuç alınsa bile bunun uzun süremeyeceğini, bilâkis (tabandan başlayarak ve) zamana yayarak girişilen kültürel devrimlerin daha çok başarıya ulaştığını hiçbir zaman düşünememişlerdir. Son elli yıldır Türkiye’de kendilerine ayak basacak bir yer arıyor olsalar bile Vahhabȋler, şirke karşı savaşmak adına izledikleri yanlış politikalarla Türkiye’de Nakşbendȋliği atağa geçirdiklerinin hiç farkına varamamışlardır. Nitekim -bu tarikata bağlı- dev bir örgütün, aleyhlerinde giriştiği amansız kültür savaşı hakkında (yaklaşık 20 yıl öncesine kadar) Vahhabȋler hiçbir tepki göstermemişlerdir.
Vahhabȋlik, Orta Doğu’da -onarılması imkânsız- yıkımlara neden olmuştur. Bunları -birkaç maddeyle- şöyle özetlemek mümkündür:
1) 1700’lerin ortalarında Osmanlı Devleti’ne karşı Necid’de girişilen isyan, -başladığı tarihten günümüze kadar- çok yönlü sorunlara kaynaklık etmiştir. Temelde politeizme, mitolojik dinȋ anlayışa, bid’at ve hurafelere karşı başlatılmış bir savaş olmasına rağmen akılcı bir mücadele stratejisi izlenmemiştir. Silaha ve şiddete dayanan bu girişim, yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Örneğin; (sözde) şirke karşı savaş verilirken -küfür milletinin en sinsi ve en tehlikeli kesimi olan- İngilizlerin emellerine bilinçsizce hizmet edilmiştir. «Kendilerince, müşrik bir topluma karşı kitâbȋ olan bir toplumdan destek istediklerini» eğer var sayacak olursak, bunun çok fahiş bir suç olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü böyle bir niyet, bir milletin tümünü tekfir etmek anlamına gelir ki buna İslâm hukukunda cevaz veren bir hüküm bulmak mümkün değildir.
2) Emevȋlerin, gerek Ehl-i Beyt’e karşı giriştikleri zulüm ve sindirme olaylarına, gerekse Emevȋ ordularının 707-715 yılları arasında, Türk yurdunda işledikleri cinayetler, katliamlar ve Türklere ait putların yakılması[16] üzerine Araplara karşı bu toplumda yerleşmiş olan nefret duyguları -Vahhabȋ hareketiyle- bir kez daha uyandırılmış oldu.[17] Ayrıca; Afganistan’ın Ruslar tarafından işgali üzerine şiddet kullanma duyguları depreşen Vahhabȋler «cihad» adı altında el-Kaide terör örgütünü kurarak dev küresel gücün karşısına basiretsizce dikilmiş, bu çıkışla ilginç çelişkiler sergilemişlerdir.[18] Oysa her şeyden önce Afgan toplumunu İslâm’la tanıştırmak gerekiyordu. Çünkü Afganlılar tarihin hiçbir döneminde ıslah olmamış, bu yüzden de istikrar bulamamışlardır. Nitekim çok tanrılı Afgan Müslümanlığı, en az Türk Müslümanlığı, Arap Vahhabȋliği, Arap İhvancılığı ve diğer Müslümansı toplumların dini anlayışları kadar uygarlıktan ve insanȋ erdemlerden uzaktır. Dolayısıyla küfür içinde bocalayan bu toplumu küfür güçlerine karşı savunmak mantıklı değildi. Onun için Vahhabȋlerin bu girişimi oldukça yıkıcı sonuçlar doğurmuş, -ne büyük bir talihsizliktir ki- o sıralarda ufukta gözükmeye başlayan (Ümmetin yeniden yapılandırılması) ideali sekteye uğratılmıştır.
3) Şirk’e, bid’ate ve hurafelere karşı nasihat, irşad ve ıslah yolunu izlemek yerine zora başvuran Vahhabȋler, Müslümanların, bâtıl dinlerine daha çok sarılmalarına neden olmuşlardır. Nitekim 1800’lerin başında patlak veren olayların alevlendirdiği kaostan yararlanmak isteyen İngilizler, muhtemelen ortamı daha belirsiz hale getirmek için 1811’de Halid-i Bağdadi’yi sahneye çıkarmışlardır. Bu şahsın gayretleriyle Neo-Nakşbendȋlik Hindistan’dan, önce Irak’a, oradan da 3 yıl gibi çok kısa bir süre içinde Osmanlı Müslüman toplumunun neredeyse bütününü etkisi altına almıştır.
4) 1960’lardan sonra Vahhabȋler, spekülatif yollarla Türkiye’ye nüfuz etmeyi denemeye çalışırlarken istihbaratçı bir emekli albay, şiddetli bir refleksle atağa geçerek, «Işıkçılar» diye bilinen mistik bir tepki hareketini onların karşısına çıkarmıştır. Irkçı Nakşbendiliği temsil eden bu örgüt büyük bir ilerleme kaydederek son zamanlarda İslâm’a karşı Türk Müslümanlığını savunan dev bir kale haline gelmiştir. Ancak Vahhabȋler, zamanla bu engeli yumuşatarak, 12 Eylül sonrasında (Rabıta örgütü aracılığıyla) Türkiye’nin Avrupa’daki imamlarına maaş bile bağlamışlardır. Böylece -Vahhabȋlik aleyhinde sürdürülen yoğun propagandalara rağmen- Türkiye toplumunu psikolojik olarak etkilemeyi başarabilmişlerdir.
5) Vahhabȋler, «Naylon misyonerler» olarak nitelenen Abdullah Yolcu ve Ebu Said el-Yarbûzȋ (takma adlı) şahıs aracılığıyla Türkiye’de açık propagandalarını sürdürürlerken, daha gizli yollarla ve başka elemanları vasıtasıyla Hizbullah artıklarını ve hamasȋ dindarlığa sahip toy gençlerden birçok kimseyi etkilemişlerdir. «Arap Baharı» ve Suriye krizi başlayınca bu gafil gençler maalesef Suriye ve Irak’a giderek orada DAİŞ terör örgütünün saflarına katılmışlardır. Günümüzde Vahhabȋ devleti -prestijini kurtarmak için- el-Kaide’ye ve bu örgüte ateş püskürüyor olsa da bu davranış, dışarıda inandırıcı gözükmemekte ve kabul görmemektedir.
6) Vahhabȋlik, -özellikle uluslarası terörün yayılmasında ve Müslümanlığın İslâm’a karşı yeni bir hareket ve direnç kazanmasında- gerek doğrudan, gerekse dolaylı olarak önemli sonuçlar doğurmuştur. Bunların başında; el-Kaide-Taliban koalisyonunun ortaya çıkması olayı gelmektedir. 1988 yılında kurulan El-Kaide, Vahhabȋlik ruhunu taşıyan, şiddeti önceleyen, İslâm’daki İrşad, davet, tebliğ ve ıslah yöntemlerini önemsemeyen bir terör örgütüdür. «İslâmȋ cihad» amacıyla yola çıktığını ileri süren bu teşkilat, İslâm cihad stratejisinin tam aksine giriştiği yıkıcı faaliyetlerle gerçekte Yüce dinin imajını oldukça olumsuz etkilemiş, ona karşı nefret duygularının yayılmasına yol açmıştır. Daha sonra El-Kaide’den ilham alan (veya onun birer parçası olarak ortaya çıkan) Daiş, Eş-Şebab ve Bokoharam gibi örgütlerin giriştiği terör olayları, bu nefretin daha çok kabarmasına ve öfkeye dönüşmesine neden olmuştur.
Bu örgütlere tepki olarak Müslümanlar da İslâm’a karşı ilginç yollarla direnişe geçmiş, küfür dünyasını olabildiğince kışkırtmaya ve cesaretlendirmeye çalışmışlardır. Müslümanların bu konuda elde ettiği en büyük kazanım ise dünyanın Müslümanlığa karşı duyduğu nefreti, İslâm’a karşı imiş gibi göstermek olmuştur. Oysa İslâm, -devlet ve toplum düzeni olarak- 622-661yılları arasında, yalnızca 39 yıl uygulanmış, ondan sonra da âdeta buharlaşmış gibi tarihin sahnesinden çekilmiştir. Dolayısıyla İslâm’ın hayat nizamı olarak uygulanışına (bugünkü tarih itibariyle) 1358 yıldır hiçbir insan tanık olmamıştır. Dünyanın, bugün (Orta Doğu’da) manzarasını -din adı altında- seyrettiği spekülatif yapıya gelince bu, 1200’lerden sonra çeşitli komplolarla (İslâm’ın boşluğuna oturtulmuş olan) Müslümanlık adındaki senkretik beşeri dindir. Bu itibarla dünya, aslında İslâm’dan değil, Müslümanlıktan nefret etmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar tarafından dış dünyada «İslâmofobi» olarak propaganda edilen bu nefretin esasen «Müslümanofobi» olarak değiştirilmesi gerekir. Vahhabȋliğin dolaylı olarak neden olduğu bu yıkıcılığa karşı her mü’minin uyanık olması elzemdir.
Bütün bu analitik ve belgesel açıklamalar, Vahhabȋliğin asla selefilik anlamına gelmediğini, dolayısıyla Vahhabȋlerin (büyük kısmının) selefi sayılamayacağını kanıtlamaktadır. Bununla birlikte genelleme yapmaktan kaçınılmalıdır. Örneğin Vahhabȋler arasında, sükûnetini koruyarak Merhum Muhammed bir Abdulvahhab gibi tevhid inancına bağlı kalan ve elden geldiğince İslâmȋ bir hayat yaşayanları hayırla anmak ve bunları ne Müslümanlarla ne de Vahhabȋlerle karıştırmak gerekir.
***
CİHADȊ SELEFȊLER’e gelince bunlar, Vahhabȋler tarafından kurulan, ancak son zamanlarda onların kontrolünden çıkarak küresel güçler tarafından kullanılan silahlı grupların elemanlarıdırlar. Bunlar kendilerini selefi olarak tanımlamaktadırlar. Neo-Selefiler olarak da adlandırabileceğimiz bu grubun gerçek Selefilikle hiçbir ilişkisi yoktur. Dolayısıyla bu kesimi muvahhid mü’minlerden ayırt edebilmek için; -özellikle onları kışkırtan ve kullanan odaklar hakkında- doğru verilere ulaşmak, muhtemel fitnelere karşı hazırlıklı olmak için gereklidir. Elde edilmiş olan bu bilgileri kısaca şöyle açıklayabiliriz.
Cihadȋ Selefȋler, biraz önce de işaret edildiği üzere gerçekte: -emperyalist güçlerin, son zamanlarda İslâm’a ve İslâm dünyasına karşı giriştikleri saldırı, sindirme ve asimilasyon hamlelerine- misillemede bulunmak üzere ortaya çıktılar. Dolayısıyla onların, faaliyetlerine kötü niyetle başladıklarını söylemek yanlış olur. Ancak doğru olan bir şey vardır: O da bu gençlerin, -yeterli bilgiden yoksun, aşırı duygusal ve kimler tarafından yönetilip yönlendirildiklerinden- habersiz olmalarıdır. Nitekim yanlış zamanda, yanlış yerde ve yanlış yöntemlerle sergiledikleri ürkütücü görüntüler yüzünden aynı yöntemle ortadan kaldırılmak üzeredirler!
Onları kışkırtan cephelerden söz etmek gerekirse; bunların başında, algı kanallarını yöneten küresel güçler gelmektedir. Bu güçler, Orta Doğu’da genç neslin son yıllarda İslam’a yöneldiğini gördüler. Bunların imha edilmesini planladılar. Bu amaçla bölgedeki Müslüman devletlerin istihbarat servisleri aracılığıyla on binlerce genci terör tuzaklarına düşürdüler. Bunların başında Vahhabȋlerin organize ettiği örgütler gelmektedir. Yaklaşık son yirmi yıldır -başta Türkiye olmak üzere, Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da- psikolojik durumu uygun görülen binlerce çocuk ve genç, Vahhabȋlerin propaganda ekipleri tarafından angaje edildiler. «İslâmȋ eğitim» adı altında uyguladıkları özel yöntemlerle onları zaman içinde şartlandırdılar. Batı dünyasının istihbarat örgütleri bu faaliyetlerden haberdar idiler. Budan kaygı duyuyorlardı. Çünkü bu çocuklar ve gençler, şaibesiz akideye sahip, mutedil ve donanımlı birer mü’min olarak değil, aksine sert birer Vahhabȋ olarak yetiştiriliyorlardı! Buna rağmen manzara, şiddetten uzak ve normal eğitim uygulamaları şeklinde yansıdığı için Avrupalılar bu etkinlikleri önce engellemediler. Çünkü zamanla radikalleşeceklerini biliyorlardı, bunu beklediler. Bu arada tarikatçı odaklar tarafından uygulanan ruhsuzlaştırma faaliyetlerini de desteklediler
Çok geçmeden; -gerek Irak’ta Saddam’ın intikamını üstlenen silahlı grupların ortaya çıkışı, gerekse «Arap Baharı»’nın patlak vermesi üzerine- Orta Doğu’da anarşi yayılmaya başladı. İsrail destekli küresel güçler için böylece beklenmedik bir fırsat doğmuş oldu. Bu güçler ülkelerinde Vahhabȋler tarafından yetiştirilmiş olan gençlerin hemen tamamını, -kurdukları özel şebekeler yardımıyla- çok kısa zamanda Orta Doğu’ya aktardılar. DAİŞ terör örgütü içinde yer alan bu gençlerin önemli bir kısmı da Türkiye’den gitmiştir.
Özellikle Türkiye kökenli Neo-Selefileri harekete geçiren birçok sebep vardı. Bunlardan iki tanesi çok önemlidir. Kısaca şöyle özetlenebilir:
1) Cumhuriyetin başından beri Kemalist klikler tarafından kutsal değerlere karşı uygulanan baskılar, tarikatçı Müslümanlar kadar Müslim azınlığı da devamlı rahatsız ediyordu.
2) Derin devlet tarafından 1978’de kurulan PKK terör örgütü, son yıllarda kontrolden çıkınca yine derin devlet tarafından bu örgütün karşısına 1983’te Hizbullah Terör örgütü çıkarıldı. Amaç: bir yandan doğudaki nüfus artışını önleyerek en büyük etnik kitlenin egemenliğini devam ettirmek, öbür yandan İslâm’ın Türkiye’ye sıçramasını önlemek suretiyle Müslümanlığı güçlendirmekti. Bu iki hedef de gerçekleştirilmiştir.
«Hizbullah» adıyla
alevlendirilen hileli yangın söndürüldükten sonra özellikle bu örgütten arta
kalan Kürt kökenli medreseli gençlerde Tevhid ve «Ümmet bilinci» gelişti. Ancak bu
yarı okumuş topluluk, ne çağı okuyabilecek ne de İslâm’ın açılım stratejisini
keşfedebilecek bir kültür düzeyine sahip idi. Bunlar sadece Vahhabȋleştiler.
Nitekim bilgisel ve kültürel yetersizlik, onları ve onlarla kader birliği
eden birçok Vahhabȋleşmiş Türk gencini de küresel güçlerce organize edilen
terör tuzağına düşürdü. Çok geçmeden kendilerini DAİŞ’in, safları arasında buldular. Bu günlerde ise toplu olarak imha
edilmekle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar.
***
[1] Hz. Aişe tarafından aktarılan hadis (meâlen) şöyle aktarılmaktadır:
«Bir gün Fatıma babasını ziyarete geldi. Yürüyüşü aynen Hz. Rasûl’ün (s) yürüyüşüne benziyordu. Girince Rasulullah (s) ona: Merhaba sevgili kızım dedi ve yanına oturttu. Sonra kulağına bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Fatıma ağladı. Biraz sonra yine kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu kez de Fatıma güldü. Ben de şöyle dedim: sevincin üzüntü ile bugünkü kadar buluştuğunu hiç görmedim. Sonra Fatıma’ya dedim ki: Rasulullah (s), bizden gizlediği bir şeyi yalnızca sana söyledi. Ne dedi, diye sordum. Bana, Rasulullah’ın (s) sırrını ifşa etmem, diye cevap verdi. Hz. Rasûl (s) vefat edince yine sondum. Bu kez şöyle dediğini anlattı: “- Kızım, Cebrail, her yıl bir kez gelip Kur’ân-ı Kerȋm’i ezberimde tuttuğumu test ederdi. Bu yıl iki kez geldi. Anladım ki ecelim yaklaşmış. Aile halkımdan bana ilk önce kavuşacak olan ise sensin. Ne kadar şanslısın ki ben senin Selefȋnim.” Bunun üzerine ağladım. Sonra dedi ki: “Bu ümmetin bütün kadınlarının hanimefendisi olmak istemez misin!” bunu duyunca da güldüm.» Bk. Sahih-i Müslim, 4/1904
[2] Bu gruplar: Başta Haricȋler olmak üzere, Mürcie, Şia, Cebriyye, Kaderiyye ve Mu’tezile’dir.
[3] Son yıllarda Sünneti inkâr eden bir güruh ortaya çıktı ve kısa zamanla çoğaldılar. Bunların büyük kısmı, İslâm’ın ilim birikiminden habersizdir. Bunlara öncülük eden yarı okumuş bir azınlık ise art niyetlidir.
Gerçek şu ki; Hz. Rasûl (s), sınırlı bir işlevle yalnızca vahyi ileten otomatik bir aygıttan ibaret değildi. Aksine o, evrensel ve çok yönlü misyona sahip yönetici, yönlendirici ve eğitici bir dünya lideri idi. Sünnet inkârcıları -muhtemelen bilgi yetersizliği yüzünden- bu önemli özelliği kavrayamamaktadırlar. Başka bir tabirle, Hz. Rasûl’ün (s) eşsiz kişiliğini anlamakta yetersiz kalmaktadırlar. Aynı zamanda; Bin bir âlemin akıllara sığmaz gerçeklerine ilişkin ipuçları sunmuş olan Kur’ân-ı Kerȋm gibi bir kâinat rehberinin ne derece ayrıntılı açıklamalar gerektirdiğini, bu açıklamaların ise -eksiksiz şekilde- ancak Hz. Rasûl (s) tarafından yapılabileceğini kavramaktan da acizdirler. Bu zümre, –Vahhabȋlerin fanatik hadisçiliğini bahane ederler. El-En’âm/57. ve Yusuf/40,67’inci âyeti kerȋmelerini de delil göstererek- böyle bir maceraya çıkacak kadar cesur olduklarını adeta teşhir etmektedirler. Onlardaki bu tutarsız bakış, büyük sorunlara yol açmış, İslâm Ümmeti’nin yeniden yapılandırılması çalışmalarını sekteye uğratan büyük engellerden biri olmuştur.
[4] Kıyâs, sözlükte: ölçme, takdir etme ve eşitleme anlamında kullanılır. Önemli bir fıkıh terimidir. «Mantıkta doğruluğu teslim edilen en az iki önermeden (öncül, mukaddime) zorunlu olarak üçüncü bir önermeye ulaştıran akıl yürütme şeklini belirtir (aklî veya burhanî kıyas). Fıkıhta kıyas, mantıkta kullanıldığı anlamın yanında esas olarak bir akıl yürütme biçimi olan temsili (analoji) ifade eder.» (Bkz. TDV. İslâm Ansiklopedisi. Cilt:25, Sayfa:539-540)
[5] Re’y, Kısaca: Akıl yürüterek (isabetli sonucu) çıkarsama demektir.
[6] Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, 3. Baskı s. 62. Konya-1994
[7] Mekke’nin fethedildiği Hicretin sekizinci yılı, Ramazanın 8. gününe rastlayan 11 Ocak 630 tarihinde Kâbe ve etrafında bulunan putların ortadan kaldırılması bir istisnadır. Bu hadiseden sonra -ashabın gerçekleştirdiği- fetihler sırasında -münferit olaylar hariç- putlar genel anlamda imha edilmemiştir. Çünkü; El-En’am Sûresi’nin 108. Âyet-i Kerȋmesinin yaptığı çağrışımdan da anlaşılacağı üzere müşriklerle muamelede onların kutsallarını (politik olarak) aşağılamamak esastır. Ve çünkü bu sakınma hem onların misilleme yapmalarına mahal bırakmamak, hem de yöneltilecek hidayet çağrılarında olumlu sonuçlar almak bakımından önem taşır. Nitekim Kemalist Müslümanların, -karşıtları olan- tarikatçı Müslümanları sindirmek için 1940-1970 yılları arasında (kasıtlı olarak) bazı meczuplara büst kırdırma olayları İslâm’ın bu konudaki görüşünü kanıtlamaktadır. Bu münasebetle vurgulamak gerekir ki; Bu (hileli öç alma) hadiseleri, Müslümanlardan ve Haricȋlerden, Müslimleri ayırt edebilmek için çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.
[8] Bunların ilkleri ve en ünlüleri Abdülhalık Gucdevânȋ (öl.m. 1179) ve Ahmed Yesevȋ (1093-1166)’dir.
[9] İslâm dininin mensubu olan milyonlarca Türk, İranlı ve kürt, bu mensubiyetlerini «Müslüman», «Muselmân» ve «Musulman» diye ifade etmektedirler. Örneğin, dini İslâm olan bir Türk, «Ben Müslümanım» der; dini İslâm olan bir İranlı «Men Muselmânem» der; dini İslâm olan bir kürt de «Ez musulmanım» der. Bu her üç ifade de aynı anlama gelmektedir. Her üçü de doğruyu yansıtmaktadır. Bu her üç ifade de, dini İslâm olan bir arabın, «Ene muslim» şeklindeki ikrarından farksızdır.
Görüldüğü üzere, bu noktada hiçbir sorun bulunmamaktadır. Yani bir Türk, «Ben Müslümanım», bir İranlı «Men Muselmânem», bir kürt de «Ez musulmanım» diyorsa bunlar, İslâm Dini’ne olan mensubiyetlerini bu kelime ile ifade etmektedirler. Bunlar hiç kuşkusuz İslâm’ın mensuplarıdırlar. Dolayısıyla içerik olarak İslâm’dan amaçlanan şey, işbu aidiyetle «Müslümanlık»’tan da amaçlanıyorsa bu konuda zihin bulandıracak ve ihtilâfa yol açacak hiç bir husus yoktur. (Bkz. Feriduddin AYDIN, İslam’da İnanç Sistemi, s.28. Kahraman Yy. İstanbul-2010)
[10] Bkz. Feriduddin AYDIN, Tarîkatta Râbıta ve Nakşbendîlik, Furkan yy. 4. Basım.
[11] Emȋr Abdullah bin Suud; Bugünkü Suûdȋ Arabistan kıralı Selman Bin Abdülaziz’in beşinci atasıdır. Kralın soyağacı şöyledir: Selman, Abdülaziz, Abdurrahman, Faysal, Türki, Abdullah (idam edilen emȋr)
[12] Bkz. Sahih-i Buhari, Cilt:3, Sayfa: 1143, Hadis No: 2969; Age. Cilt:4, Sayfa: 200, Hadis No: 3610; Olayı nakleden hadisin Arapça metni şöyledir:
حَدَّثَنَا أَبُو الْيَمَانِ أَخْبَرَنَا شُعَيْبٌ عَنْ الزُّهْرِيِّ قَالَ أَخْبَرَنِي أَبُو سَلَمَةَ بْنُ عَبْدِ الرَّحْمَنِ أَنَّ أَبَا سَعِيدٍ الْخُدْرِيَّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ بَيْنَمَا نَحْنُ عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ يَقْسِمُ قِسْمًا أَتَاهُ ذُو الْخُوَيْصِرَةِ وَهُوَ رَجُلٌ مِنْ بَنِي تَمِيمٍ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللَّهِ اعْدِلْ فَقَالَ وَيْلَكَ وَمَنْ يَعْدِلُ إِذَا لَمْ أَعْدِلْ قَدْ خِبْتَ وَخَسِرْتَ إِنْ لَمْ أَكُنْ أَعْدِلُ فَقَالَ عُمَرُ يَا رَسُولَ اللَّهِ ائْذَنْ لِي فِيهِ فَأَضْرِبَ عُنُقَهُ فَقَالَ دَعْهُ فَإِنَّ لَهُ أَصْحَابًا يَحْقِرُ أَحَدُكُمْ صَلَاتَهُ مَعَ صَلَاتِهِمْ وَصِيَامَهُ مَعَ صِيَامِهِمْ يَقْرَءُونَ الْقُرْآنَ لَا يُجَاوِزُ تَرَاقِيَهُمْ يَمْرُقُونَ مِنْ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنْ الرَّمِيَّةِ يُنْظَرُ إِلَى نَصْلِهِ فَلَا يُوجَدُ فِيهِ شَيْءٌ ثُمَّ يُنْظَرُ إِلَى رِصَافِهِ فَمَا يُوجَدُ فِيهِ شَيْءٌ ثُمَّ يُنْظَرُ إِلَى نَضِيِّهِ وَهُوَ قِدْحُهُ فَلَا يُوجَدُ فِيهِ شَيْءٌ ثُمَّ يُنْظَرُ إِلَى قُذَذِهِ فَلَا يُوجَدُ فِيهِ شَيْءٌ قَدْ سَبَقَ الْفَرْثَ وَالدَّمَ آيَتُهُمْ رَجُلٌ أَسْوَدُ إِحْدَى عَضُدَيْهِ مِثْلُ ثَدْيِ الْمَرْأَةِ أَوْ مِثْلُ الْبَضْعَةِ تَدَرْدَرُ وَيَخْرُجُونَ عَلَى حِينِ فُرْقَةٍ مِنْ النَّاسِ قَالَ أَبُو سَعِيدٍ فَأَشْهَدُ أَنِّي سَمِعْتُ هَذَا الْحَدِيثَ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَشْهَدُ أَنَّ عَلِيَّ بْنَ أَبِي طَالِبٍ قَاتَلَهُمْ وَأَنَا مَعَهُ فَأَمَرَ بِذَلِكَ الرَّجُلِ فَالْتُمِسَ فَأُتِيَ بِهِ حَتَّى نَظَرْتُ إِلَيْهِ عَلَى نَعْتِ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الَّذِي نَعَتَهُ.
[13] Antropomorfizm: İnsanȋ vasıfların (başka bir varlığa), özellikle Allah Teâla’ya yakıştırılmasıdır. Örneğin Vahhabȋlerin özellikle istiva âyetlerine bakışı antropomorfiktir.
[14] Teomorfizm: Allah Teâla’ya mahsus sıfatların insana yakıştırılmasıdır. Tarikatların evliya tasavvuru teomorfiktir.
[15] Bkz. أبن تيمية، مجموع الفتاوى، كتاب التصوف المجلد الحادي عشر.
[16] Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı bu konuda şu bilgileri vermektedir: «Müslüman Fatih, şehre tam manasıyla hakim olduktan sonra halkın nasıl bir reaksiyon göstereceğini dahi nazarı itibara almadan önce Budist mabedlerinin putlardan (Buda heykellerinden) temizlenmesini, onların şehir meydanlarında toplatılmasını istemiş, daha sonra da hiç tereddüt etmeden yakılmasını emretmiştir» (Kaynak Z. Kitapçı, Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, 3. Baskı s. 113. Konya-1994)
[17] Unutmamak gerekir ki Türk Müslümanlığının beslendiği önemli kaynaklardan biri de «Ehl-i Beyt» üzerine örülmüş yarı mitolojik ve dramatik külttür. İslâm’da yeri bulunmayan bu sömürü kültü, «Sünnȋ» Müslümanlarla Şiȋ (ve Alevi) Müslümanlar arasında hem bir ortak payda, hem aynı zamanda çok yönlü bir anlaşmazlık konusudur. Bu sorun bile Müslümanlığın karakterini deşifre eden önemli kanıtlardan biridir.
[18] el-Kaide terör örgütü, Vahhabȋ Devleti’nin gizli servis şef i Prens Turki bin Faysal tarafından kurulmuş ve organize edilmiştir. 1979’da Bin Ladin’i Pakistan’ın Peşaver kentine gönderen bu şahıstır. Bin Ladin, 1984’de Filistinli Abdullah Azzam ile tanıştı. Onun yardımcısı olarak önceleri «Afgan mücahitleri»ne lojistik destek sağlıyordu. Abdullah Azzam 24 Kasım 1989 günü Peşaver’de Cuma için yola çıktığı sırada Mossad ajanları tarafından gerçekleştirilen bir suikast sonucu hayatını kaybetti. Bin Ladin ise Taliban örgütü ile işbirliği içine girerek Afganistan’da militarist faaliyetlerde bulundu. Sonraları kontrolden çıkarak denetimindeki lejyonerlerin tek ve rakipsiz lideri oldu. Söylentilere göre, İngilizlerle sürdürdüğü ilişkiler onu töhmet altında bırakmıştır. Bin Ladin (iddialara göre) Amerikan gizli servisi tarafından 02 Mayıs 2011 günü öldürüldü. Türkiyeli Müslümanlar, bu olayı büyük bir sevinçle karşıladılar. Fakat –Mücadele stratejisi yanlış bile olsa- dünya mü’minlerinin çoğu, Bin Ladin’in «Muvahhid ve mücâhid» olduğu yolunda hüsn-i şehâdette bulunmakta, onun şehid olduğuna inanmakta ve onu rahmetle anmaktadırlar. Bu münasebetle hatırlatmakta yarar vardır ki; bu iki aykırı kanaat, İslâm ile Müslümanlığın iki ayrı din olduğunu kanıtlayan yüzlerce kanıttan biridir.