Din Olgusu, Önemi ve Çağrıştırdığı Gerçekler

Kaynağını vahiyden alan (gerçek anlamdaki) din, insanla yaşıttır. Bu itibarla din, tarih boyunca insana hitap etmiş, onu düşündürmüş, ona düzen ve disiplin kazandırmıştır. Din, insan topluluklarını derinden etkilemiş ve onları yönlendirmiş faktörlerin başında gelir. Durum bugün de aynıdır. Onun için dine karşı ortaya çıkan düşünce hareketleri ve bunların temsilcileri, dinin önemini ve etkisini tarihin hiçbir döneminde azaltamamışlardır.

İnsanın, tarihte birçok evrim süreçlerinden geçtikten sonra din kavramını ürettiğini iddia edenler olmuştur. Bunu ileri sürenlerin savunmalarını şöyle özetlemek mümkündür: İnsan, akıllı ve sosyal bir varlıktır; İlkel dönemdeki deneyimlerinden yola çıkarak tekâmülünün ilk adamlarında hemcinsinin muhtemel saldırılarına karşı güvenliğini sağlamak istemiştir. Bu da onu, hemcinsiyle anlaşarak ortak ilişkilerini düzenleyecek kurallar ve ilkeler koymaya zorlamıştır. Bu nedenle önce «din» olarak bilinen tapınma geleneği başlatılmıştır. Zamanla bu geleneğe çeşitli ve geniş içerikler kazandırılmış ve kurumsallaştırılmıştır. Daha sonraki süreçlerde ise din temelli yasalar konmuş, -bu yasalar çerçevesinde- ahlâk ve insan ilişkileri belli kurallara bağlanmıştır. 

Bu iddiaya göre din insan aklının ürünüdür. Ancak bu görüşün tutarlı olmadığı çok açıktır. Çünkü insan, aslında kendini ve tüm görüp yaşadıklarını aşkın bir güce dayandırmak zorundadır. Bundan kaçınması mümkün değildir. İnsan aklı bu mecburiyeti asla inkâr edemez. Nitekim onun yaradılış hamurunda bu zorunluluğu algılayan bilgisel çıkarsama mekanizması zaten mevcuttur. İnsan fıtratının aslında temel amacı da budur. Dolayısıyla insan bütün inançlardan sıyrılarak nihayet deist olabilir, fakat samimi bir ateist ve kesinlikle ikna olmuş bir materyalist hemen hemen yoktur. Onun içindir ki aramak, araştırmak, sormak ve sorgulamak hayatın temel stratejisidir. Bu stratejiyi akıl yardımıyla ve isabetle uygulayanlar vahyin işaret ettiği hedefi (Tevfik fenomeni sayesinde) kolayca bulabilirler. Bilgisizlik, gaflet ve özellikle inat yüzünden bu stratejiye aykırı tutum izleyenler hidayetten yoksun kalırlar.[1] Kur’ânî bir terim olan ve «hidâyet» olarak bilinen bu hedef tevhidden başka bir şey değildir. Din de bunun için vardır. Sonuç olarak tevhid ile tevfik kavramları arasında ciddi bir bağın bulunduğunu söylemek gerekir.[2]   

Akademik kariyer arkasına gizlenerek (ya da profesyonel araştırmacı kimliğine bürünerek!) ve «bilimsel dil» kullanarak din kavramını ele alan kimi cüretkâr kişiler, insan doğasındaki (yaratıcıyı merak etme) melekesini inkâr etmeye kalkışmışlardır. Bunlara göre «insanın medenileşme süreçlerine paralel olarak din olgusu da çeşitli evrimler geçirerek bugünkü şekillerini almıştır.» Israrla kimliğini gizleyen bir felsefe yazarı bu konudaki kanaatini şöyle dile getiriyor: «İnancın kurumsallaştığı dinler diyalektiğine baktığımızda da sırasıyla, “totem, çok tanrı, tek tanrı, ateizm, panteizm, deizm, doğal din” şeklinde bir evrimsel değişimi görmekteyiz.»[3]  

Bilim adamlarının çoğu tarafından kabul edilen şöyle bir sav vardır: «Din, insanoğlunun vicdanını sürekli meşgul etmektedir.» Bunu doğrulayan gerçeklerden biri de şudur: Dünyada kabul görmüş dinlerin tamamını dışlayan senkretik inanış mensupları ve dinsiz olduklarını iddia edenlerin tümü, aslında din olgusu hakkında tamamen tereddütsüz değildirler. Örneğin; Gnostikler, Agnostikler, Deistler. Ateistler, Meteryalistler ve Laikler, vicdanlarını bütün metafizik inançlardan arındıramazlar. «Kâinâtın bir yaratıcısı var mıdır, yok mudur?» sorusuna bir cevap bulabilmek için bunların zihinleri sürekli olarak meşguldür. Bu da vicdan ile yaratıcı arasındaki doğal ve güçlü bağın asla koparılamayacağını kanıtlamaktadır. İşte din olgusunun temelini oluşturan gerçek budur. Bu gerçek, büyük ölçüde örtülüdür. Çünkü yaratıcıyı fizik olarak keşfetmek mümkün değildir. İnsanın hayat sınavında karşılaştığı en karmaşık nokta budur. Dindeki uzlaşmazlıkların kaynağı da budur. Din olgusu üzerine günümüze kadar süregelmiş tartışmalar, -hiç kuşkusuz- buradan kaynaklanmıştır.

Tüm ilâhî elçiler aracılığı ile gönderilen din (yani İslâm), tarihin hiçbir döneminde uzun süre tutunamamıştır. Aksine belli bir kitle tarafından kısa bir müddet benimsenmiş ve uygulanmış, çok geçmeden de yozlaştırılmış, çarpıtılmış ve temel özelliklerinden uzaklaştırılmıştır. Bunun en son örneği «Kur’ân İslâmı»’dır. Bu son din de -devlet ve toplum çapında- ancak 39 yıl kadar aslına uygun olarak uygulanabilmiştir. Ondan sonra İslâm, hiçbir zaman resmen -bir bütün olarak- uygulanmamış, (büyük ihtimalle)  uygulanamamıştır. Çünkü gerçek anlamda İslâm (ütopya değilse de) bir idealdir. Kusursuz ve mükemmel bir ilâhî hayat nizamıdır. Oldukça hassas dengelere dayanan, benzersiz mükemmeliyetteki bu rejimi bütün ayrıntılarıyla kavrayabilmek, onu özümsemek ve içtenlikle uygulayabilmek için insanın Kur’ân-ı ve Hz. Muhammed’i çok iyi anlaması gerekir. Böyle bir insanın ise erdemlerle donanmış, yüksek derecede eğitimli, örnek ve uygar kişilik demektir. Bir toplumun bütünü değil, yüzde birinin bile bu örnek kişiliğe sahip olabileceğini tahmin etmek ise güçtür. İlk İslâm toplumunun sadece çekirdek kitlesi bu kaliteye sahip bulunuyordu. Kırk yıl sonra bu insanlık kalitesi büyük ölçüde kaybolmuştur.      

Şimdilerde ise küçük tevhidî gruplar tarafından kişisel çabalarla günümüze kadar İslâm, ancak (bireysel anlamda) kısmen yaşatılabilmiştir. Son Râşid Halife Hz. Hasan’ın 29 Temmuz 661 tarihinde Muaviye lehinde hilâfetten çekilmesiyle İslâm, -devlet ve toplum düzeni olarak- kesin şekilde tarihin arşivine gömülmüştür.

Hz. Muhammed’in tebliğ etti İslâm, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği İslâm örneklerine göre daha kapsamlıdır. Ancak uğradığı saldırılar, sömürüler ve üzerinde yapılan marjinal yorumlar etkisiyle niteliğini hemen tamamen yitirmiş, birbiriyle çelişen (hatta günümüzde birbiriyle çatışan) çeşitli Müslümanlık modellerine dönüştürülmüştür. Bunlardan biri de Milli Türk Müslümanlığı’dır. Bu iki din ilginçtir ki çoğu kez birbirine karıştırılmaktadır. İslâm ile Müslümanlığı (birbirinden kolayca ayırt edebilmek için) «din» kavramına ilişkin bazı genel ve temel noktalar üzerinde (kısa da olsa) durmakta yarar vardır.

Gerçek anlamdaki din kavramı hakkında şu genel tespitlerden söz etmek mümkündür:

1) Din bireysel değil, toplumsal nitelik taşır.

2) Din Millîleştirilemez. Millileştirilmiş din, artık din olmaktan çıkar; geleneğe, tarihsel politeizme, ideolojiye ve kültüre dönüşür. Müslümanlık ve Yahudilik bunun en çarpıcı iki örneğidir.

3) Din evrenseldir, tarihsel değildir.

4) Din, Allah-Kul ilişkisinden ibaret değil, tüm hayatı kuşatan bir ilkeler zinciridir.

5) Dinin birbirini tamamlayan iki cephesi vardır: İman (Akîde), Amel (uygulama). Dinin imânî cephesi metafiziktir. Kişinin bu her iki cepheye karşı içtenlikli ve özverili olması şarttır. Aksi halde din büyük tahribata uğrar ve başka bir dine dönüşür. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi… Her üçü de bu nedenle İslâm’dan kopmuşlardır.

6) Dini, çeşitli amaçlarla çarpıtmak ve sömürmek isteyenler her zaman olmuş ve olacaklardır. (Tarikatçılar, İhvancılar, Vahhabîler, Şiîler, Alevîler ve Kemalistler gibi… Müslümanlık bu gruplara ait bütün yorumları kapsamaktadır) Bu nedenle Hak dinin (yani İslâm’ın) bağlıları, bunların tehlikelerine karşı daima hazır ve uyanık olmak zorundadırlar. Bu kaygıya sahip olmayanlar «cahiliye ölümü ile ölme» riskini taşırlar!

Dinler başlıca iki kategori olarak gruplandırılır:

1) Semâvî dinler: Allah tarafından bir elçi aracılığıyla vahyedilmiş dinlerdir. Bunlar: Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhmmed aracılığıyla gönderilmiş olan dinlerdir. «Semâvî dinler», “Göksel dinler” demektir. Bu ifadeden amaç, adı geçen dinlerin Allah tarafından vahyedilmiş olmasıdır. Ancak bu ifade mecâzîdir. Yani bu dinlerin fizik olarak gökten indiği anlamına gelmez. İndirme olayı, insanoğlunun aklında yüksekten aşağıya doğru bir yönü canlanır. Fakat Allah Tealâ için bir mekân ve bir yön söz konusu olmadığı için ifadedeki «Semâvî» ya da “Göksel» kelimesi (yukarıdan aşağıya indirme anlamında değil), sadece Allah’ı yüceltme manâsında kullanılmıştır.

Bütün Semâvî dinler aynı kaynaktan geldikleri için Kur’ân-ı Kerîm’e göre hepsinin adı İslâm’dır. Evet, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gönderilmiş Allah elçilerinin tümü tarafından insanlara öğretilen dinlerin hepsi İslâm’dır. Ne var ki Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din hariç, öbür dinlerin tamamı çarpıtılmış, adları bile değiştirilmiştir. (Yahûdîlik ve Hıritiyanlık gibi…)

Bu ilgiyle vurgulamak gerekir ki birçok gizli ve yıkıcı örgüt, bu son din üzerinde de çeşitli değişiklikler yapma girişiminde bulunmuşlardır. Bu faaliyetlerin sonucu olarak (mezhep ya da tarîkat adı altında) birçok din ortaya çıkmıştır. Müslümanlık, Nusayrîlik, Şiilik, Dürzülük, Bahâîlik ve Kadiyânîlik; Keza Nakşbendîlik, Kâdirilik, Rufaîlik, Kalenderîlik ve Bektaşîlik bu kurgulardan sadece öne çıkanlarıdır. Yine vurgulamak gerekir ki bu yapay dinler arasında, İslâm üzerinde en yıkıcı etki bırakan din Müslümanlık olmuştur. (İleriki bölümlerde bu sorun, ayrıntılı olarak yeniden ele alınacaktır.)        

2) Beşerî Dinler: Birçok «evliya», «rahip» «kâhin» ve mistik teorisyen tarafından kurgulanmış, -vahiy ile hiçbir ilişkisi bulunmayan- dinlerdir. Müslümanlık, Şamanizm, Maniheizm, Mazdakizm, Hinduizm, Budizm, Şintoizm, Konfiçyüs ve Sih dinleri gibi.

Dinlerin bu iki grubunu birbirinden ayıran en belirgin ve en temel özellik «iman»’dır. Bu özellik ancak Semavî dinler için söz konusudur. Özellikle İslâm’da iman, kesin disiplinlere dayanan bir inanç sistemidir. İman, dinin temel kurumudur.

Beşerî dinlerde ise iman kurumu yoktur. Onun için sistematik bir yapıya sahip değildirler. Çünkü her dindara göre farklı yorumlanabilirler. Bunlar, çeşitli din, felsefe ve geleneklerden devşirilmiş ve harmanlanmış inançlarla yapılandırılmışlardır. Onun için beşeri dinlerde disiplinli bir yapı yoktur. Dolayısıyla hızla yozlaşır ve çabuk değişirler. Bu dinlerin en çarpıcı örneği Müslümanlıktır. Dikkat edilirse Müslümanlık, dışından İslâm’a çok benzemektedir. Örneğin; İslâm’dan devşirilmiş ve adları değiştirilmiş olan: Salât (Namaz), Sawm (Oruç), Wuzu’ (Abdest), Udhiya (Kurban) ve Salât’ul-Meyyit (Cenaze töreni) gibi ritüellerle büründürüldüğü dış görüntüsü yüzündün Müslümanlığı İslâm’la karıştırmak oldukça kolaydır. Ancak Müslümanlıkta İman kurumu yoktur. Nitekim İslâm’dan aşırılmış bilgilerle ilmihâl adı altında birtakım kitaplar kaleme alınmış, bunlarda helâl haram konuları işlenmiş ise de Müslümanlar bu kitaplardaki kurallara hemen hiç bağlı kalmamaktadırlar. Örneğin Müslümanların çoğu namaz kılmaz fakat -gelenek olarak- oruç tutarlar. Müslümanlardan önemli bir çoğunluk alkollü içki alır, fakat domuz eti yemezler. Müslümanlardan yine önemli bir çoğunluk Allah’a inandıklarını ileri sürer, aynı zamanda heykelleri, anıt mezarları ve türbeleri kutsal sayarlar. Birçok Müslüman kadın türban örtünür, fakat tesettüre uymaz, çünkü tesettüre inanmaz. Yapılmış gizli nabız yoklamalarına göre büyük sayıda zina suçu işleyen fakat hemen ardından gusül abdesti alan Müslümanlar vardır. Özetlenirse Müslümanlıkta bir iman kurumu bulunmadığı için hemen her Müslümana göre farklı bir din modeli vardır.

***

İnsanların büyük çoğunluğu herhangi bir dine bağlıdır. Nitekim Amerika Birleşik Devletlerindeki Pew Araştırma Merkezi tarafından 2010’da yayınlanan rapora göre dünyada her 10 kişiden 8’i dinlerden birine inanmaktadır. Bu tespit dinin, günümüzde önemini koruduğunu göstermektedir. Hıristiyanlık, (küçük bir azınlığın dini olarak İslâm), Yahudîlik, Müslümanlık, Hinduizm ve Budizm gibi yaygın dinler bilinmektedir. Ancak dünyada mevcut din sayısını tespit etmek, bilimsel olarak mümkün olamamıştır. Bu da ilginç bir gerçektir.

Bir dine inanmak gerekli midir, ya da ihtiyaç mıdır; bu hep tartışılmıştır ve tartışılacaktır. «Dinsiz insan var mıdır» sorusuna da çeşitli çelişik cevaplar verilmiştir. Bütün bunlar, insanların din konusunda bilgisizlik, tereddüt ve uzlaşmazlık içinde olduklarını göstermektedir.

Dinler arasındaki uyuşmazlık, çeşitli dinlere bağlı toplulukların birbiriyle çatışmasına, hatta savaşmasına bile yol açmıştır. Tarih bunların örnekleriyle doludur. Uhud, Bedir, Huneyn, «Haçlı Savaşları» ve Bosna Katliamı gibi… Bu bir yana, aynı dine bağlı gruplar bile inançları arasındaki farklardan ötürü birbirine saldırmışlardır. Fransa’da 24 ağustos 1572’de patlak veren Saint Barthelemy Katliamı, 1606-1610 yılları arasında Osmanlı Anadolu’sunda patlak veren Büyük Kaçgun olayı ve Cumhuriyet döneminde işlenen Alevî katliamları buna örnek gösterilebilir. Saint Barthelemy Katliamı tamamen mezhepsel bir kavgadır. Büyük Kaçgun olayı  ise (araştırmacının hayatını tehdit edecek tehlike dolayısıyla!) günümüzde “ekonomik nedenlere” dayandırılmakta, gerçekçi anlamda irdelenememektedir! Bugün Ortadoğu’da cereyan eden mezhep ve tarikat savaşları (dış nedenlere bağlanıyor ise de) esas itibariyle aynı türdendir. Bu olaylar da yine din kavramının günümüzde çok büyük önem taşıdığını kanıtlamaktadır.

Taşıdığı bu önem yüzünden hem şahısların, hem örgütlerin, hem de devletlerin dinî duyguyu bir silah olarak kullanmalarına yol açmıştır. Ancak, dini intikam ve sömürü aracı olarak kullanmanın, insan hayatını tehdit eden en büyük tehlike olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu münasebetle; bütün dinler arasında en çok Müslümanlığın bu amaçlarla kullanıldığını söylemek ise hiç yanlış olmayacaktır. Ancak bu soruna, günümüze kadar hiçbir araştırmacı eğilme cesaretini gösterememiştir. Olayın gizli kalması, dış güçlerin işine yarayacağı için de hiçbir oryantalist bu meseleyi kurcalamayı uygun görmemiştir! Türkiye’de gerçekçi anlamda bir din sosyolojisinin bugüne kadar yazılmamış olması da buradan kaynaklanmaktadır.

İlginçtir ki Türklerin Milli dini olan Müslümanlığı deşifre edebilmek, (yani bu dinin kesinlikle İslâm olmadığını ortaya koymak) bin yıldır bu günleri beklemiştir. Ne var ki Türkiye’de din olayını akademik bir dille ve belgesel olarak derinlemesine araştırabilmek için (özellikle içeride) henüz konjonktür müsait değildir. Böyle bir araştırmayı Türkiye dışında yapmak da yine tehlikesiz sayılmaz.


[1] Bu talihsizliğin içyüzünü Kur’ân-ı Kerîm yardımıyla kavrayabilmek için aşağıdaki âyetlerin tefsirlerini inceleyiniz:

El-Bakara-10; Et-Tevbe/125; Yunus/99, 100; Hûd/18; Yusuf/103; El-Hicr/14; En-Nahl/93; El-Mu’mu’minûn/78; Es-Secde/13; Eş-Şûra/8; El-En’âm/7, 27, 28, 35, 107, 111; El-Enfâl/23; El-Feth/4; El-Hucurât/15.

[2] Bkz. El-Bakara/26, 142, 213, 272; âl-i İmrân/86; El-Mâide/16, 51, 67, 108; El-En’âm/88, 144; Et-Tevbe/19, 24, 37, 80, 109; Yunus/25, 35; İbrahim/4; En-Nahl/37, 93, 107; El-Hacc/16; En-Nûr/46; El-Qasas/50, 56; Er-Rûm/29; El-Ahzâb/4; Fâtır/8; Ez-Zümer/3; Eş-Şûrâ/13; Gafir/28; El-Ahqâf/10; Es-Saf/5, 7; El-Cumua/5; El-Münâfiqûn/6; El-Müddessir/31.    

[3] Bkz. http://www.felsefehayat.net/din-olgusu-hakkinda.html 

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.