-Hocam donunu indirmişler.
-Oğlum kimin donunu indirmişler?
-Emre’nin hocam, Ahmet donunu indirmiş.
-Nerede sınıfta mı?
-Yok hocam teneffüste, koridorda.
-Çağır Ahmet’i bana.
-Ahmet korkmuş eve kaçmış hocam.
-O zaman Emre’yi çağır.
-Tamam Hocam.
Bir kaç dakika sonra esmer uzun yüzüyle altıncı sınıfta okuyan Emre geldi odama. Olabildiğince çekingen, olabildiğince acemi hareketler… İri yarı bir çocuk olacak fiziğinden bu rahatlıkla belli oluyor. Odaya girdikten sonra karşımda önüne bakarak durdu kaldı. “Gel otur”dedim masamın önündeki sandalyelerden birisini göstererek, yine aynı çekingenlik ve acemilikle oturdu. Başı sürekli önünde. Üzgün bir hali yok daha ziyade burada olmaktan sıkkın. Ellerine bakıyor, evirip çeviriyor ellerini sanki ilk defa görüyor gibi. Onu daha fazla sıkmak istemediğimden soruyorum.
-Anlat bakalım Emre, nasıl oldu olay?
Gözlerime bakıyor kaygıyla, eliyle bir kağıda yazar gibi bir işaret yapıyor. Emre bu sene geldi okula. Sığınma evinden. İki kardeşiyle birlikte. Nelere şahit olmuş, nasıl bir acının mağduru olarak karşımda kim bilir? Onu pek tanımıyorum. Genelde vukuat işleyen öğrencilerle muhatap olduğumdan onunla konuşma şansım da olmadı. Onun bu hareketini görünce ezici bir şaşkınlık yaşadım. Bu şaşkınlığım hareketlerimi kilitlemişti sanki. Ben de aynı kaygıyla onun yüzüne baktım bir süre. Bendeki tereddütü görünce gözlerini kısarak konuşmaya çalışıyor. Kekeliyor. Kafasını tik gibi yanlara atıyor, tekrar tekrar aynı heceyi söyleyen ağzı çaresizliğini ele verir gibi ileriye doğru uzanıyor. “Kon-kon-kon-konuş-a-a-a-ama-ama-dı-dı-dı-ğım i-i-i-içi-için” Ona cesaret vermek için, “Olur mu hiç? Konuşarak anlatmanı istiyorum. Ben seni anlıyorum. Acelem yok zaten.” dedim tebessümle. Biraz rahatladı. Sonra yine o çileli sürece başlayarak bana olanları anlattı. Sakin bir hali vardı. “Sınıfta hiç konuşmuyor belki de” diye düşündüm. Olay Ahmet’in halt yemesiydi. Kenan’ın gazına gelip bir iddia uğruna Emre’nın pantolonunu sıyırmıştı.
“Emre” dedim, “hiç doktora gittin mi? Güzel tedavi yöntemleri var.” “Gi-gi-gi-git-tim” dedi. “Faydası olmadı mı hiç? diye sordum.” “Ol-ol-ol-d-d-d-du bi-bi-biraz. Ok-ok-ok-ok-oku-oku-ma ver-ver-ver-verd-verdi-di-di-ler.” diye cevapladı. “Anladım dedim.” “Bugünkü olayı kafana takma Ahmet’le konuşacağım. Gereken neyse yapacağım. Bir sorunun olursa yanıma gelebilirsin. Konuşmaktan çekinme. Kekeme olup da şarkıcı olan insanlar var. Bu bir ayıp veya eksiklik değil.” gibi devam eden nasihatlerde bulundum. Aynı çekingenlikle bir şey demeden çıktı odamdan. Bir süre kapıya baktım kaldım. Çocuk olmak ne kadar zor diye düşündüm. Küçücük bedenleri o kadar büyük acıları sırtlamak zorunda kalıyor ki. Bir videoda izlediğim bir sahne geldi gözlerimin önüne. Mengeneyle bir portakalın ağır çekimde ezilişini gösteren bir sahne…
Ertesi gün okula gider gitmez ilk iş olarak Ahmet’i çağırttım odama. Ahmet kıvırcık saçları, esmer ve sevimli yüzüyle karşımda belirdi. Sürekli gülümsediğinden yanaklarında hep gamze… Elimde değil kızamıyorum ona. Yine de kendimi zorlayarak sert bir yüz ifadesi takındım. Ahmet, yüzümde bu ifadeyi görünce ciddileşti. Önceden şakalaşmalarımızın verdiği rahatlıkla karşımda durdu. Sesime oldukça sert bir hava katarak, “Emre’nin pantolonunu niye indirdin?” diye sordum. Eliyle saçlarını kaşıdı. Cevap vermedi. Biraz daha zorladım konuşması için. “Ben yaptı ama Kenan söyledi, iddia olmuştu.” dedi yarım Türkçesiyle. Klasik öğretmen argümanının kullanılma zamanı gelmişti ki, bu fırsatı hiç bir öğretmen kaçırmazdı. “Sana damdan atla dese sen de atlayacak mısın?” Ahmet başını önüne eğdi. Söylediğim cümleyi anlayıp anlamadığından emin değildim ama sesimdeki tonlama daha anlaşılır olmuştu sanırım. Yanlış bir davranış yaptığını farketmesi için biraz konuştum onunla. Bir yetişkinle bir çocuk konuşuyorsa kaçınılmaz olan oldu ve ona nasihat ettim. Ailesinin de bunu bilmesi gerekiyordu. Sistemden Ahmet’in babasının telefon numarasını bularak aradım.
“Selamun Aleykum”,
“Aleyküm Selam.”
“Ay em kolling fırom sukul.”
Durumu İngilizce olarak anlattım. On beş dakika geçmeden odamın kapısı çalındı. Bu arada Ahmet suçlu suçlu oturmuş, ben de bilerek ona yüz vermeden bilgisayarıma takılmıştım. Kapıya doğru “Gir” diye bağırdım. İki adam “Selamun Aleykum” diyerek odaya girdiler. Ahmet adeta mahkumiyeti bitmiş birisi gibi babasına doğru giderek ona sarıldı. Babası tepkisiz kaldı sonra Ahmet’in uzatmasına fırsat vermeden bana doğru seğirterek morali bozuk yüzüne zorlukla bir tebessüm yerleştirip benimle tokalaştı. Garip şişkin bir yüzü ve dazlak kafası olan yanındaki adam da elini uzatıp benimle tokalaştıktan sonra oturdular. Ahmet, babasının soğuk haline oldukça içerlemiş ve yeni yeni yaptığı şeyin yanlışlığını kavramaya başlamış gibiydi. Ahmetlerin Mısırdan geldiğini biliyordum. Babası Sisi’nin darbe iktidarına muhalif olduğundan siyasi olarak Türkiye kaçmıştı. Bunu bizim okulda okuyan Ahmet’in Ablası Zehra’dan öğrenmiştim. Zehra bir gün bana namaz kılıp kılmadığı mı sordu? İlginç bir soruydu bu. “Fırsat buldukça” dedim. “İyi” dedi, annemmiş gibi. Garip bir kız.
Ahmet’in babası İngilizce olarak, Ahmet’in yaptıklarından ne kadar üzüntü duyduklarını ve ona ne kadar kızdıklarını anlattı. Annesi evde ağlamış, kendisi işini yarda bırakıp koşmuş vs. Bu arada her cümle sonunda Ahmet’e ters bir bakış atmaktan kendini alamıyordu. Ahmet’e herhangi bir disiplin cezası vermeyeceğimi fakat arkadaşından özür dilemesi ve bir daha yapmayacağına söz vermesi gerektiğini söyledim. Babası oldukça memnun oldu bu kararımdan. Esmer sakallı yüzündeki üzgün gözleri şimdi mahcubiyete sarılı bir neşeyle bakıyordu bana. Emre’yi hemen çağırmamızı, Ahmet’in şimdi kendisinin önünde özür dilemesini istedi. Makul gördüm bu isteği. Emreyi çağırttım. Emre tekrar yanıma çağrıldığı için şaşkın. İçerideki kalabalığı görünce daha da şaşırıyor. Nefesi sıklaşıyor. Kimseye kini yok. Ahmet’e bir tanıdığı görmenin sıcaklığıyla bakıyor. Babası Ahmet’e bir göz işareti yapıyor, Ahmet hemen kalkarak Emre’nin boynuna sarılıp “özür dilerim” diyor. Emre sıkılgan ve utangaç bir halde. Konuşup bir şey söylemesi mümkün değil. Ben durumu onun için daha da zor hale getirmeden, Emre’ye sınıfa gidebileceğini söylüyorum. Bunun üzerine hemen hatta kaçar gibi odadan çıkıyor. Ahmet’in babası tekrar tekrar teşekkür ettikten sonra Türkiye’yi öven sözler söylüyor beni devleti temsil eden biri olarak gördüğünden. Halbuki ben kendimi bile temsil edemiyorum doğru düzgün. Söylediklerine hak veriyorum. Onaylıyorum. Daha da hoşuna gidiyor. Ahmet’i derse, onları işlerine güçlerine yolluyorum.
Bir süre sonra ben de çıktım. Ellerim ceplerimde, kapşolum kafamda yağmurun altında ıslanmak ister gibi usul usul yürümeye başladım. İnsanların toplu olarak uzun süre bulunduğu yerler ne kadar yoğun duygular barındırıyordu içinde. Bazen tüm bu duyguları hissediyor, zavallı ruhuma ağır geldiğini fark ediyordum. Bu kadar iç içe bu kadar uzak? Bugün bir velinin yurtta kalan oğlu için dediği gibi “Herkesi var ama kimsesi yok!” Onun hikayesini de başka bir zaman anlatırım.
Umduğum kadar ıslanmadan metroya istasyonuna vardım. Birazdan gireceğim başka bir kalabalık yığınına hazırlayarak kendimi, ilerideki karmaşadan yorgun bedenimi (aslında ruhumu) eve taşıyacak bir el gibi metronun uzanmasını bekledim.