Müslümanlığın Alt Kurumlarından Halidîliğin Faaliyetleri, Etkileri ve Hedefleri

Nakşibendîlik ve onun bir kolu olan Halidîlik örgütü, sadece Türkiye toplumu için değil, aynı zamanda bütün insanlık için büyük bir tehlike kaynağıdır. Bu tehlikenin bir özelliği de adı geçen örgütün bir falsifikasyon aygıtı olarak zihinleri bulandırması ve neden olduğu günümüzün din ve düşünce anarşisini çok daha kaygı verici düzeylere taşıyor olmasıdır.

 

Bu tespitin doğru olup olmadığını anlayabilmek için, bir Halidî örgütü tarafından “İslâm Alimleri Ansiklopedisi” adı altında yayınlanan biyografilerin içinde sadece «kerâmet» bölümlerine göz gezdirmek bile yeterlidir.

 

Çarpıcı bir örnek olarak okuyacağınız aşağıdaki gerçek dışı hikâye yine Hâlidî-Nakşbendî bir şahıs tarafından kurgulanmış, üstelik -insanların aklıyla alay edercesine bu abartılı anlatı- bir internet sayfasında fütursuzca yayınlanmıştır. İfade aynen şöyledir:

 

«Şeyhlerin Şeyhi Yahya el-Mervezî (K.S.) Bağdad’da yüz yaşında iken ahirete göçtü. Kendilerini alim, salih, Allah’ın emirlerini yerine titizlikle getiren, yasaklarından kaçınan takva sahibi Molla Cami’nin oğlu Hüseyin Hazretleri yıkadılar. Suyunu alim, fazilet sahibi Seyyid Muhammed Emin Efendi, kardeşi Salih Haydari Efendi, İbrahim Fasih Efendi ve bir çok alim ve faziletli nöbetleşerek döktüler. Büyük alim allame Şeyh Abdurrahman el-Ruzbahani (Rh.a.) cenaze namazında imam olup Bağdad’ın büyük alimleri ve şehrin bütün ahalisi cenaze namazını kıldılar. Naaşlarının arkasından aynı cemaat, Firdevs misali kabrine kadar geldiler. Manzara kıyamet günlerinden bir günü andırıyordu. Büyük Gavs, yüce kutup, rabbani alim ve arif Efendimiz Seyyid Abdülkadir-i Geylâni (K.S,) Hazretlerinin saadetli civarlarına defnedildi. (Allah geniş rahmeti ile onu rahmetlendirsin).

 

Merhum Şeyh Hazretlerinin yüksek tarikata girişi, Mevlânâ Hâlid’in velayeti kübrasına açık bir delildir.»[1]

 

Şimdi (bir ibret levhası olan) bu hikâyenin gerçeğe ne kadar uyduğunu tespit etmeye çalışalım:

 

Tarihte “El-Mervezî” lakabıyla en çok tanınan şahsiyetler şunlardır:

 

  • Abdullah bin Mubarek el-Mervezî (m.736-798) tebe-i tâbiîn ulemasındandır.
  • Nuh bin Meryem el-Mervezî (öl.m.789) fıkıh âlimidir.
  • Habeş el-Hasîb el-Mervezî (m.770-864) astronomi ve matematik bilginidir.
  • Ahmed bin Muhammed el-Mervezî (m.doğ?-888) hadis ve fıkıh âlimi
  • Ahmed b. Ebî Tâhir Tayfûr el-Mervezî (ö.m.893) edebiyatçı ve tarihçidir.
  • Muhammed Yahya et-Temimi el-Mervezî (öl.m.857) fıkıh âlimidir
  • Ebubekir Ahmed bin Ali el-Mervezî (m.816-905) hadis âlimidir.
  • Muhammed bin Nasır el-Mervezî (m.817-906) fıkıh âlimlerindendir
  • Hakim Şehid el-Mervezî (m.855-945) fıkıh âlimi ve devlet adamıdır.
  • Muhammed bin Ahmed el-Mervezî (m.913-981) Şafiî fakîhlerindendir.
  • Muhammed bin Muzaffer el-Mervezî (öl.m.1135) Selçuklu devlet adamıdır.

 

Bu kez, yukarıdaki hikâyeyi değerlendirmeye çalışalım;

 

1) Hikâyede sözü edilen Yahya adında bir kişiye, “Yahya el-Mervezî” adı yakıştırılarak ilginç bir algı operasyonu yapılmıştır. Yahya el-Mervezî’ye gelince bu zat, milâdî 857 tarihinde ölmüştür. Tam adı: Muhammed Yahya et-Temîmî el-Mervezî’dir; bir fıkıh âlimidir. Oysa yazar, 1800’lerde ölen (Hâlid-i Bağdâdî’nin yandaşlarından) Yahya adında birinden söz etmektedir!

 

2) Yazar, bu şahsın cenazesinin, Molla Cami’nin oğlu “Hüseyin” tarafından yıkandığını ileri sürmektedir. Oysa Molla Cami, (m.1414-1492) yılları arasında yaşamıştır. Onun, -bilinen- oğlunun adı (Hüseyin değil) Ziyâüddîn Yusuf’tur. Yazar, 1800’lerde yaşamış olabilecek (hiç tanınmayan) bir Molla Cami’den söz ederek onun, -Tarihe dilci ve filozof olarak geçen- Afganlı ünlü Molla Cami[2] ile karıştırılmasını sağlamak suretiyle hikâyeye çekicilik kazandırmak gibi sanakârâne bir yol izlemiştir!

 

3) Gassalin eline su dökenler arasında adları sıralanan Muhammed Emin, Salih ve İbrahim Fasih (1820-1882) adlı üç şahıstan, -eser verdiği için- sadece sonuncusu, -tarîkatçılar arasında- nispeten tanınmaktadır. Gerçek bu iken, -sırf bir cenazede bulunmuşlar diye, dünya çapında tanınmış çok ünlü kişiler imiş gibi; yaklaşık 180 yıl önce yaşamış olana bu üç şahıstan, yazar abartılı bir anlatımla söz etmiştir.

 

4) Yazarın aşağıdaki mübâlağalı sözleri ise, -bir kehânet ve büyü dini olan- Müslümanlığın derin etkisini göstermektedir. Bütün Nakşbendîler gibi İslâm’dan devşirilmiş bir terminoloji kullanan Yazarın ifadeleri aynen şöyledir:

 

«Bağdad’ın büyük alimleri ve şehrin bütün ahalisi cenaze namazını kıldılar. Naaşlarının arkasından aynı cemaat, Firdevs misali kabrine kadar geldiler. Manzara kıyamet günlerinden bir günü andırıyordu. Büyük Gavs, yüce kutup, rabbani alim ve arif Efendimiz Seyyid Abdülkadir-i Geylâni (K.S,) Hazretlerinin saadetli civarlarına defnedildi.»

 

***

 

Bilindiği üzere, Yüce İslâm ile Müslümanlık arasında (yapay bir dışsal benzeşmeden başka) hiçbir ilişki bulunmamaktadır. Çünkü İslâm, bir vahiy dini ve evrensel bir yönetim ve yaşam rejimidir. Müslümanlık ise -çeşitli dinlerden aşırılmış inanışlardan oluşturularak 1200’lerde Orta Asya’da kurgulanmış bulunan- Senkretik bir beşerî dindir. Budizm’in Mahayana mezhebi’nin bir uzantısı olan Nakşbendîlik de bu dinin mistik kurumlarındandır. 1300’lerde kurulmuş olan bu tarikat, evrimler geçirerek, çeşitli değişikliklere uğrayarak, günümüzdeki şeklini almıştır. Bu tarikata, kendi tarihi içinde -farklı zaman aralıklarında yaşamış olan- altı teorisyen[3] tarafından değişik formlar kazandırılmıştır. Türklerin sûfîleşme süreçlerini simgeleyen bu formların her biri, kolayca tespit edilemeyecek sırlar barındırmaktadır. Hâlidîlik ise, 1811 yılında Nakşbendîliğe verilen ve günümüze kadar uygulanan son şekildir. Bu akımın barındırdığı çok önemli sırların bulunduğuna inanmak gerekir. Fakat tarîkat örgütleri, başta yönetim ve onun gizli ayağı olan «derin devlet» tarafından ciddi biçimde koruma altına alındıkları için, bu sırların üzerine maalesef hiçbir ilim adamı eğilememektedir!

 

***

 

Hâlidîlik, -Nakşbendîliğin bir kolu olarak- 1800’lerin başında Irak Kürtlerinden Halid Bağdâdî adında bir tarikat teorisyeni tarafından kurulmuş, -halk tarafından içyüzü bilinmeyen- mistik bir örgüttür.

 

Türkiye toplumunun, İslâm hakkında doğru bilgilere sahip olamadığını çok iyi bilen Nakşbendîler -yukarıda örnek olarak sunulan- hikâyenin binlerce benzeriyle toplum vicdanını etkileyerek hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Nakşbendîlerin en büyük korkusu, Türkiye halkının, günün birinde İslâm’la tanışmasıdır. Yaklaşık 800 yıldır, başta Müslümanlık, ondan sonra da Nakşibendilik propagandalarıyla bu milletin İslâm’la tanışmasına engel olmayı başarabilmiş olan mistik örgütler, çağımızda bu çabalarına daha çok hız kazandırmışlardır. Bunun en büyük nedeni ise bilgi taşıyan araçların çoğalması ve teknoloji sayesinde insanımızın İslâm’la tanışma olasılığının güçlenmiş olmasıdır. Bu nedenle genelde bütün tarikatçılar, özellikle de Nakşbendî-Hâlidîler, son yıllarda büyük bir panik içine girmişlerdir.

 

Hâlidîlerin hedef kitlesi, dertli insanlardır; Uyuşturucu bağımlıları, alkolikler, parçalanmış aile bireyleri, iflas edenler, (panikatak, şizofreni paranoya, bipolar bozukluk vs.) gibi ruhsal sorunlar yaşayan insanları mistik hipnoza sokarak yatıştırmak suretiyle, son yıllarda büyük bir reklam patlaması gerçekleştirmişlerdir. Bu sayede (özellikle siyaset ve sosyete) dünyasında büyük etkiler uyandırmışlardır.

 

Kehânet merkezli bir inanç ve düşünce dönüşümünü yöneten Hâlidî örgütler, son 50 yıldır özellikle “evliyacılık” ve “kerâmetçilik” projeleri üzerinde stratejiler geliştirmişlerdir. Her şeyden önce, kulakları tırmalayan “tarîkat” sözcüğünü kullanmaktan kaçınarak, lâikçi hafızaları formatlamış, bu sayede “cemâat” adı altında meşruluk kazanmayı başarmışlardır. Ölücülük ve mezarcılık anlatıları ile doldurdukları yığınlarca kitap, ansiklopedi ve CD’lerle ayrıca TV. Ve Web siteleri gibi yayın araçlarıyla toplumun bilhassa tabanını şartlandırmış, bu suretle Türkiye’de tevhîdî ve Kurânî açılım ihtimallerini tamamen ortadan kaldırmışlardır. Buna rağmen Yoğun bir İslâmî terminoloji kullanmak suretiyle Nakşî-Hâlidiliğe, tevhîdî bir süs vererek, inançsal yanılmalara ve sapmalara yol açmışlardır.

 

Çok özet olarak işaret edilen bu çabalarla tarîkatçılar, son yıllarda Hâlidîlik akımına büyük bir canlılık kazandırmışlardır. Bu sayede, -yüzyıllardır milliyetçi duygularla İslâm ile Müslümanlığın birbirinden ayırt edilmesini engelleyebilmiş olan- gizli yapılar yeniden takviye edilmiş, böylece toplumun bundan böyle de iki dinli (hatta politeist) kalması sağlanmıştır.

 

Bu konuda izlenen stratejilerin tarihsel arka planı büyük önem taşımaktadır. Ancak günümüze kadar bu konuya parmak basmayı hemen hiçbir ilim adamı göze alamamıştır. Son yıllarda -sınırlı da olsa- kıpırdayan çok sesliliğin verdiği cesaretle bazı akademisyen ve araştırmacılar, Türklerin (Müslimleşmek yerine) Müslümanlaşma tercihlerine ilişkin tarihsel faktörleri irdeleme cüretini gösterebilmişlerdir. Muhtemelen yabancı dil (özellikle Arapça ve Farsça) bilmedikleri için -bu tercihin ciddi anlamda içyüzünü keşfedememiş olsalar da- bazı araştırmacılar, -Türklerin neden sûfîleştikleri sorusuna- günümüzde cevap aramaya çalışmaktadırlar. Kıvançla ifade etmek gerekir ki, bunlardan biri de Dr. Utku AYBUDAK’tır.

 

Bu genç akademisyen bir araştırmasında önce şu tespiti yapmaktadır: «Türklerin İslâm öncesi toplumsal özellikleri dolayısıyla kolayca, herhangi bir çatışma yaşanmadan İslâm’a geçtiğini savunanlar ile Arap ordularının Maveraünnehir bölgesine yaptıkları istila ve katliam dolu  akınlar neticesinde aslında kılıç zoruyla İslâm’ın kabul edildiğini savunanlar söz  konusu entelektüel çekişmenin iki ucunu yansıtmaktadır. Bu tutum alma tarihi gerçeklerden daha çok günümüz ideolojik kamplaşmaları ışığında gerçekleşmektedir. Bir taraf sanki hiç kan  akıtılmamış, herhangi bir savaş yaşanmamış ve Şamanist Türkler tamamen kendi  iradeleriyle İslâm’a geçmiş gibi bir tarih okuması yaparken; diğer taraf ise din  değişimi  gibi tamamen  bireysel ve maneviyatla ilgili bir hususun tamamen kılıç  zoru ile gerçekleştiğini iddia etmektedir.»[4]

 

Türk araştırmacılar arasındaki bu ihtilâf halen devam etmekte ve devam edeceğe de benzemektedir. Bu ise Türklerin (İslâm’ı kabul ederek Müslimleşmek yerine) Müslümanlaşmayı (yani sûfîleşmeyi) bilinçli olarak tercih ettikleri ihtimalini güçlendirmektedir. Ancak bu ilgiyle vurgulamak gerekir ki bu dinin adı artık İslâm değil, Müslümanlıktır! Dolayısıyla yerli oryantalistler tarafından “kitabî İslâm’a Ortodoks İslâm” Müslümanlığa da “Heterodoks İslâm” adını vererek İslâm’ı iki ayrı din gibi göstermek, çok bayağı cinsten bir spekülasyon ve hiçbir zaman ehl-i tevhid camiası tarafından kabul göremeyecek bir yakıştırmadır; deyim yerinde ise, “namusu kurtarmaya çalışmak” gibi tutarsız bir tevil yoludur…

 

Nitekim (dış görüntüleri bakımından benzeşiyor alsalar bile) bu iki din arasında o kadar kalın bir duvar bulunmaktadır ki örneğin; İslâm’ın bağlısı kendini «mü’min ve müslim» diye tanımlarken, Müslümanlığın bağlısı, toplumun bütün kesimlerinde “Müslüman ve dindar” olarak nitelenir. Bunu kanıtlayan en çarpıcı delillerden biri şudur: Türkiye’de hiçbir Müslüman erkek, asla «ben müslimim» demez; hiçbir Müslüman kadın da asla «ben müslimeyim» demez. Tam tersine erkek de kadın da dinî aidiyetlerini «elhamdülillâh ben müslümanım» şeklinde ve büyük bir gururla ifade ederler. Bunu toplumun belleğine kazıyan temel faktör ise sûfîliktir, tarîkatçılıktır; bugün içinse Hâlidîliktir.

 

Bu anlayışın kökenini yine tarihte aramak gerekiyor. Türkiyeli tarihçiler ve sosyologlar ise bu dinsel tutumun tarihsel nedenlerine el atmaktan maalesef çekiniyorlar. Çünkü eğer bu konuya girmeği göze alacak olurlarsa Emevî ordusunun 1000 yıl önce Türk yurdunda yaptığı katliamları ifşa etmeleri gerekecektir ki bununla sonu gelmeyen tartışmaların başlayacağını biliyorlar. Gelişebilecek böyle bir hadisede büyük ihtimalle ilk başta ortaya çıkacak şey: «Müslümanlığın, İslâm’a karşı bir tepki dini olarak gözler önüne serileceği» olacaktır.

 

Hiç kuşku duymamak gerekir ki Yesevîlikten Hâlidîliğe kadar çeşitli kisvelere büründürülen sûfîliği Türkler, «Emevî Dini» ya da «Arap Dini» olarak damgaladıkları İslâm’a karşı alternatif bir din olarak yapılandırmış ve benimsemişlerdir. Bu dinin Camideki adı «Müslümanlık», tekkedeki adı ise «tarîkat» idi. Günümüze kadar da böyle devam etti. Ancak 1925’te Tekke ve zaviyelerin lağvedildiğine ilişkin 677 sayılı yasa çıkarıldıktan sonra camiler, tarikatçılar tarafından aynı zamanda tekke olarak kullanılmaya başlandı. Bununla birlikte tarikatçılık yarı gizli ve farklı görüntüler içinde kamufle edildi; tarikat terminolojisinde de düzenlemelere gidildi. Örneğin «mürîd» yerine «talebe» sıfatı kullanılır oldu. «vecd hali» yerine «cezbe» ya da «aşka gelmek» gibi daha birçok tabir ve terim revize edildi. Bu tutum, Müslümanlık öncesi inanışların sürdürüldüğü hakkında oluşabilecek kuşkuları dağıtmaya dönük bir karartma planı olduğu açıktır.

 

Araştırmacı Utku Aybudak, büyük bir isabetle (kaynağını da refere ederek) bu dinsel tutumun tarihsel arka planına şu sözlerle işaret etmektedir. «Bugün Şamanizm araştırmacıları tarafından vurgulanan  en  önemli nokta bu  inanç  sisteminin vecd  üzerinden  yürüyor  olduğudur[5] İslâm tarihinde varlık gösteren bütün mistik akımlarda “vecd”, yani trans kavramı vardır. Tasavvuf hemen bütünüyle vecd üzerinde kuruludur. Irak’ın klasik «perso-arabic» zühtçü tasavvufu ile «Turko-Hindus» karakterdeki tasavvuf arasında -bu konuda- çok büyük bir fark yoktur. İslâm ise bundan münezzehtir. Çünkü vecd, sûfiyi tekellüfsüzce konuşturur. Tasavvuftaki hezeyanların, sıra dışı söylemlerin ve şathiye edebiyatının kaynağı işbu vecd denilen ruhsal sarsıntıdır. Bu sarsıntı, birinci derecedeki “kripto evliyalarda” o kadar şiddetlidir ki -asırlardır gizleniyor olsa da ilim erbabınca bilindiği üzere- bunların, Allah’a iman etmelerine bir türlü geçit vermemiştir.

 

İşte Hâlidîlik, bu sırları ve yüzlerce benzerlerini içinde barındıran bir kara kutudur. Bu kutu, astronomik methiyelerle, kerâmet ve evliyacılık hikâyeleriyle öyle sarmalanmıştır ki inşa edildiği 1800’lerin başından günümüze kadar içyüzü bir türlü keşfedilememiştir.

 

Evliyacılığın ve kerâmetçiliğin ne müthiş bir methiye edebiyatıyla yaşatıldığını şu çarpıcı birkaç örnekten de anlamak mümkündür. Önce Hâlidîliğin kurucusu hakkında söylenenlerden birkaç cümle:

 

«Evliyânın en büyüklerinden. İslâm bilgilerinin mütehassısı, insanlara doğru yolu göstererek, hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” ismi verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmidokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. İsmi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Osmânî olup, lakabı Ziyâüddîn’dir.»[6]

 

Tehlikeli biri olduğu yolunda; II. Sultan Mahmud’u ikna etmeye çalışan Hâlet Efendi adındaki bir devlet adamı için, Hâlid-i Bağdadî’nin -kerâmeti diye- şöyle bir hikâye nakledilmektedir:

 

«Sultan Mahmûd’un saray nâzırlarından Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve i’tibârını çekemeyerek, kendisini Halîfe’ye çekiştirdi ve; “Onbinlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır” dedi. Sultan Mahmûd Hân da; “Din adamlarından devlete zarar gelmez” diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, Halîfe’ye hayır ve selâmetle duâ eyledi, ve; “Halet Efendi’nin işi, pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havale olundu. Onu, huzûruna çekip, cezasını verecektir” buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Hân, Mora isyanına sebep olduğu için, onu Konya’ya sürdü. Halet Efendi orada îdâm olundu.»[7]

 

Nakşbendîliğin ünlü teorisyenlerinden Hintli Ahmed Farûkî Hakkında tertiplenmiş çarpıcı bazı övgü ve kerâmet hikâyeleri de şöyledir:

 

«Hindistan’da yetişen meşhûr İslâm âlimi ve büyük velî. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir, insanların i’tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen İslâm âlimlerinin yirmiüçüncüsüdür.»[8]

 

Dikkat edilirse Ahmed Farûkî, bir Müslüman din adamı olmasına rağmen, yukarıdaki ifade içinde Müslümanlıktan hiç söz edilmemekte, aksine bu övülen şahıs “Müslüman âlimi ve “Müslümanlığın bekçisi” yerine; İslâm âlimi ve “İslâmın bekçisi gibi sıfatlarla nitelenmektedir! Türkiye toplumu işte bu örneklerdeki algı operasyonlarıyla her dakika telkin altında tutulmaktadır. Hâlidîliğin en önemli stratejilerinden biri budur.

 

Kerâmet olarak bu kişiye mal edilen hikâyelerden bazıları da şöyledir:

 

«Huzûrundaki pekçok sayıda talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerâmetleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerâmetlerinin altıbinden fazla olduğu bildirilmiştir.»[9]

 

«Hızır ve İlyas aleyhisselâmın rûhâniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu “Mektûbât’ın birinci cild, 282. mektûbunda bildirmiştir.»[10]

 

«İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Erkeklerden ve kadınlardan vasıtalı ve vasıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar.»[11]

 

«Buyurdu ki: “Birgün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken “Allahü teâlâ için tevâzu göstereni, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: “Seni ve kıyâmete kadar seninle vasıtalı ve vasıtasız olarak tevessül, vesile edenleri mağfiret eyledim.»[12]

 

«İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1024 (m. 1615) senesinde, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; “Benim ömrüm ve hayâtım hakkındaki kazâ-yı mübremin altmışüç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler” buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu husûsta Hazreti Ebû Bekr’e, Hazreti Ömer’e ve Hazreti Ali’ye de uymuş oluyordu.»[13]

 

«1032 (m. 1623) senesinde Ecmîr’de iken; “Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler görülmeğe başladı” buyurdu. Serhend’de bulunan kıymetli oğullarına mektûp yazıp; “Ömrümüzün sona ermesi yakındır” buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu mektûbu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna kavuşunca, birgün, bu yüksek oğullarını husûsi odaya çağırdı. Buyurdu ki: “Kıymetli oğullarım, bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı, öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk alâmetleri görünmeğe başladı.” Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki: “Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu. Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, vefâtının yakın olduğunu açıklaması üzerine ağladıklarını öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı zamanda kendisine daha bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve: “Bir takım işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler” buyurdu.»[14]

 

İnsanın aklını durduran bu halüsinasyon örneklerinden de anlaşılıyor ki Türkiye toplumu İslâm ile Müslümanlık arasındaki farkın, farkında olsa da olmasa da vicdanına kazırmış olan Şamanist Müslümanlığı -Hâlidîlerin yoğun propagandası altında- bundan sonra da hep taşıyacak gibi gözükmektedir.

—————————————————————————————-

[1] Bkz. http://www.necatiaksu.net/dosya/sems-us_sumus/sems-us_sumus.htm

[2] Molla Camî’nin tam adı Nuruddîn Abdurrahman Camî’dir. Onun Arap dil grameri konusunda yazdığı الفوائد الضيائية adlı eseri, asırlardır Medreselerde ders kitabı olarak okutulmaktadır.

 

[3] Nakşbendî Tarîkatı’nı şekillendiren ve ona belli süreçlerle yön veren altı teorisyen Şunlardır:

  • Ahmed-i Yesevî (öl. mîlâdî 1166) Yesevîliğin kurucusu. Sonraları bu tarîkattan Nakşbendîlik ve Bektâşîlik türetilmiştir.
  • Abdülhalık Gucdevânî (öl. mîlâdî 1179) Hâcegâniyye Tarîkatı’nın kurucusu.
  • Muhammed Bahâuddîn Buhârî Nakşbend (m.1318-1389) Nakşbendî Tarîkatı’nın kurucusu.
  • Ubeydullâh- Ahrâr (m.1403-1490) Nakşbendî-Ahrârîliğin kurucusu.
  • Ahmed Serhindi (1563-1624) Nakşbendî-Müceddidîliğin kurucusu.
  • Halid Bağdâdî (1778-1827) Nakşbendî-Hâlidiliğin kurucusu.

 

[4] Dr. Utku Aybudak, “Asabiye Kavramı Işığında Türklerin Sufileşmesi ve Tarikatlar” Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 33, Denizli, s. 363-370

[5] Age.

[6] Bkz. Bir grup Nakşbendi, Türkiye Gazetesi, İslâm âlimleri Ansiklopedisi, 18/77. Tarihsiz-İstanbul

 

[7] Age. S.85

 

[8] Age. S.318

 

[9] Age. S.326

 

[10] Age. S.336

 

[11] Age. S.338

 

[12] Age. S.338

 

[13] Age. S.364

 

[14] Age. S.364

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.