Bir sarp kayanın, türkülerde yalçın dediklerine benzer bir dağın üzerindeki bir kayanın denize bakan en uç yerinde duruyordu. Serin rüzgar tül bir örtü gibi sarmıştı her tarafını. Ufka bakarken parıltıdan ve mavilikten gözleri kamaşıyordu. Manzaranın tadını almak istiyormuş gibi ağzını biraz aralamıştı. Aşağıya bakınca biraz başı döndü. Aniden küçülen cisimlerin algıda oluşturduğu bir baş dönmesi…
Arkasına bakmak istemiyordu. Arkasına bakması onu kararından vazgeçirebilirdi. Bu noktaya gelmek için iradesiyle kanlı mücadeleler etmişti. Geri dönmesi mümkün olmayan noktadaydı artık. Öyle hissediyordu. Hep birilerinden destek alarak yaşayamazdı. Hep birilerine muhtaç olmak en büyük acizlikti bu hayatta.
Hayat çizgisinin en çok inceldiği böyle anlarda demek ki yaşamayı ve varlığını tüm benliğiyle hissediyormuşsun diye düşündü. Adeta altındaki kayanın bir parçası gibiydi. Esen rüzgar damarlarından süzülerek geçiyordu sanki. Atmosferdeki atom parçalarını görüyor, etrafa saçılmış bilyeler gibi kendi atomlarıyla karıştığını farkediyordu. Akciğerleri buruşuk bir poşetin şişirilmesi gibi bir açılıp bir sönüyordu. Kalbi kaslar ve damarlar arasında mekanik bir çırpınıştaydı. Bağırsakları bir anakonda gibi usul usul hareket ediyordu. Derisi bir geriliyor bir gevşiyor, kasları bir kemikleri üzerinde kabarıyordu. Beyninde oluşan sayısız akımın iğneleyici etkisini hissediyor, tüm duyu organlarının farkında olduğu bir bilinçle bir tuz tanesi gibi içinde bulunduğu manzarada eriyordu.
Uçurumun karşı konulmaz çekiciliği aklını alıyordu. Bulutların o pamuksu şeffaflığı altındaki derin çukuru daha cazipkar kılıyordu. Atlayacaktı biliyordu. Bunun olacağından şu an var olduğundan emin olduğu kadar emindi. Ama ne zaman bu cesareti toplayacak, ne zaman ayaklarıyla altındaki kayanın bağını koparacak iradeyi göstereceğini bilmiyordu. Adeta bunun kontrolü kendisinde değildi. Şu anda olabilirdi bu, bir yüzyıl sonra da. Ama olacaktı.
Bir şeyi ilk kez deneyimlemek hep karışık duygular verir. Bir sembol vardır. Yin Yang isminde. Her şeyin içinde zıddını barındırdığını anlatır. Kendini bu sembole dönüşmüş gibi hissediyordu. Hem korku vardı içinde hem cesaret, hem hüzün vardı hem sevinç, hem heyecan vardı hem sükunet, hem gülüyordu hem ağlıyordu, hem olabildiğince akıllı hissediyordu kendini hem olabildiğince çılgın… Bu böyle uzayıp gidiyordu.
Hayatta bazen yapılması gereken şeyler vardır. Buna karşı koyamazsınız. Olması gerektiği zamanda oluverir. Acı duysanız da, korksanız da bu böyledir. Bu sorumluluktur aslında insanı hayatta bir ağaç gibi ayakta tutan. Bir ağaç rüzgar yedikçe güçlenir. Rüzgar ona direnmeyi ve dik durmayı öğretir çünkü. Ki şöyle bir çocukluğunuzdan başlayarak şimdiki anına bakarsanız, sizi olgunlaştıran ve hayata karşı çıkarımlarda bulunduran şeylerin hep acılar olduğunu göreceksiniz. Size zor gelen ve mücadele ettiğiniz şeyler olduğunu…
Kabul etsek de etmesek de, hayatın negatif bir varolma eğilimi vardır. Doğaya bakın şöyle, bir canlının hayatta kalması başka bir canlının hayatının son bulmasına bağlıdır. Biri diğerinin menüsünde yer alır. Ne kadar uzun ve mutlu yaşarsanız yaşayın sonunda ölüm vardır. Zihniniz hep olumsuza yatkındır. Böyle bir yaşamın içinde direnmek ve mücadele etmek kaçınılmaz bir kural olarak karşınızda dikilir durur. Bu savaşınız sonunda hep bir kayanın tepesinde bulursunuz kendinizi. Ya geri dönersiniz ya da atlarsınız. O atlamayı tercih etmişti.
Tüm soluğunu tutarak bacaklarının da o önemli kararı alıp almadığını merak etti. Evet, onlar da aynı fikirdeydi. Titreyerek kasıldılar ve sembolik bir sıçrayışla onu boşluğa savurdular.
Yerçekiminin varlığını suyun içindeyken suyun varlığını hissettiği gibi hissediyordu. Rüzgar normal doğasından farklı bir hırçınlığa bürünmüştü. Boşluk fırıldak gibi dönüyordu. Bazen kendini yukarıya fırlatılmış gibi hissediyor, konumunu ve pozisyonunu ayırt etmekte zorlanıyordu. Midesinde korkunç bir bulantı belirdi. Korku bir ateş gibi tüm vücudunu yakıyordu.
Derken kanatlarını bir geminin yelkenleri gibi biranda hışımla yanlara açtı. Sonunda uçuyordu.