Tavhide Çağrının Önündeki Engeller ve Tehlikeler

İnsanları Allah’ın birliğine inandırmaya çalışmak çok zor ve tehlikelerle dolu bir iştir. Bunu anlayabilmek için peygamberlerin hayatını biraz araştırmak yeterlidir. Onların nasıl alaya alındıkları, ne büyük acılara ve işkencelere maruz kaldıkları, birçoğunun nasıl suikastlara uğradığı ve bazılarının nasıl şehit edildiği, insanlık tarihinin ibretlerle dolu olaylarının başında yer alır. Bu davayı üstlenecek kişinin –her şeyden önce- Milletlerarası arenada olağanüstü bir güç ve otoriteyi temsil ediyor olması! Bununla birlikte iki niteliğe sahip bulunması şarttır: Bilgi ve cesaret. Bu ilgiyle ve önemle hatırlatmak gerekir ki İslâm, -bu niteliklere sahip olmayan hiçbir kimsenin- “Müesses nizama karşı” başkaldırmasına izin vermemiş, aksini göze alanların girişimlerini “fitne” saymıştır. Yine önemle hatırlatmak gerekir ki; bu tür girişimlerde bulunan kişi ve topluluklar, İslâm âlimleri tarafından ya “Hârici”, ya “Bâğî” ya da “ehl-i fitne ve fesâd” olarak damgalanmışlardır!

Dikkatler -her nedense- (yukarıda özetlenen!) stratejik şartlar üzerinde yoğunlaşmadığı için günümüzde birçok insan, yeterli bilgi donanımına sahip olmadan sırf hamâsî duygularla bu davayı üstlenmeye kalkışmaktadır. Bu yüzden hem kendisi büyük tehlikelerle karşılaşmakta hem de muvahhid azınlığın yönetim ve toplum tarafından ezilmesine neden olmaktadır.

Unutulmamalıdır ki insanlara niçin yaratıldıklarını hatırlatmak kadar zor ve tehlikeli bir görev yoktur. Çünkü bu uyarıyı alan insanoğlu, çeşitli zaafları yüzünden kâinatın üzerindeki muazzam otorite karşısında küçülüp eridiğini sezer, buna dayanamaz. Onun için ilginç tepkiler gösterir; kimisi bu otoriteyi inkâr etmeye kalkışarak, kimisi de çeşitli bahanelere ve ilâhlara sığınarak dikkatini başka yönlere çevirip avunmaya çalışır.

Bu ikinci türden tepki gösterenler arasında dindarların, -özellikle tarikatçıların- sergilediği tutum ve tavırlar sosyologları, psikologları ve psikiyatri uzmanlarını meşgul edecek nitelikler taşır. Nedeni şudur:

Bu konuda yapacağınız en nazik bir hatırlatma bile onları -temel haklarının başında gelen- özgürlük talebi noktasında ürkütebilir, onları tereddütlere sevk edebilir. Nitekim bir insana, özgür olması gerektiğini hatırlattığınız zaman o, bu davranışınızı -en azından- nezaketsizlik olarak algılayabilir; hatta kendisine saygısızlık ettiğinizden bile kuşkulanabilir. Bu olasılık çok yüksektir. Çünkü bu konudaki uyarınız veya tavsiyeleriniz onu üç engel arasında sıkıştırır; yasalar, gelenekler ve çıkar. O, bu üç engeli aşmayı göze almadıkça tavsiyelerinize ve çağrılarınıza ciddiyetle itibar etmeyeceği gibi, tuzağa düşürülmekten kuşkulanarak size karşı tavır da alabilir.

Bu varsayımlardan yola çıkarak yine önemle hatırlatmak gerekir ki; Türkiye’de insanları -Kur’an’daki Tevhîd çerçevesinde- Allah Tealâ’nın var ve bir olduğuna, inandırmaya davet eden kişi eğer temkinli ve tedbirli davranmaz olursa büyük sorunlarla karşılaşabilir. Çünkü bu toplumun büyük çoğunluğu, (Allah’ın varlığına ve birliğine inandığını, sözleriyle, ibadetleriyle ve dualarıyla sıkça ve coşkulu bir şekilde sergiliyor ise de) bu inanış biçimi Kur’an’daki Tevhîdle örtüşmemektedir! Toplumun büyük çoğunluğu -örneğin; anayasa koymak gibi- sırf Allah’a özgü bazı hakları O’ndan başkasına da vermektedir. Ezcümle; bugün Türkiye’de Tarikat şeyhinin, -Allah Teala’nın haşa! Yeryüzünde- vekili olduğuna inanan milyonlarca insan vardır.[1] Dolayısıyla, davetçi, dilediği kadar Akaid ve Kur’an ilimlerinde geniş bilgilere sahip bulunuyor olsun; eğer aynı zamanda felsefe, tasavvuf, sosyoloji, dinler ve mezhepler tarihi, siyaset bilimi ve toplum psikolojisi konularında uzmanlık bilgilerine sahip değilse; üstelik bu alanların muvahhid uzmanlarından destek almıyor veya alamıyorsa; istişare yapmıyorsa; bununla birlikte çağı okuyabilecek geniş bilgi ve kültür birikimine sahip değilse; -büyük ihtimalle- üstlendiği görevin altında ezilir; aynı zamanda muvahhid azınlığı tehlikelerin içine bilinçsizce sürükleyebilir. İşte günümüzdeki Neo-Selefîler’in içine düştükleri hata budur.

Tevhîd davetçisi, karşısına çıkabilecek engellerin neler olduğunu önceden tespit etmek ve ona göre hazırlanmak zorundadır. Allah’a büyük bir coşku içinde ibadet ederlerken insanların neden aynı zamanda O’na ortak koştuklarını anlamak, davetçinin ilk görevidir. Örneğin namaz kılan, oruç tutan, hacca giden ve zekât veren tarikatçı bir Müslümanın nasıl olur da aynı zamanda mezarlara, türbelere, «evliyalar»a, «yatırlar»a ve tarikat şeyhlerine taptığını anlamak gerekir. Aynı şekilde namaz kılan, oruç tutan, hacca giden ve zekât veren Kemalist bir Müslümanın, bütün bu ibadetleri –sözde- Allah’a kul olarak yerine getirirken aynı zamanda Mustafa Kemal’i (bir kahraman ve lider olmanın çok ötesinde), nasıl olur da Allah’a ortak koştuğunu iyice araştırmak lâzımdır. Bu çözümsüzlüğün en ilginç yanı; -örnekte görüldüğü üzere- ne tarikatçının, ne de Kemalist’in, kendini müşrik saymadıkları, -tam tersine- birer samimi mü’min olduklarına inanmış olmalarıdır. Bu spekülatif ve karanlık tablonun; bu hastalıklı ruhun yaygın olduğu bir toplum içinde -insanları Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaya çağırmak şöyle dursun-, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmış bir insan olarak yaşayabilmek bile bir mucize gibidir.

Nitekim yakın geçmişte; Türkiye’nin göbeğinde putlara tapınan birlerce insana büyük bir cesaretle; «Allah’tan başkasına tapmamaları» çağrısında bulunan bir mü’min linç edildi, ağır işkencelere maruz kaldı ve –muhtemelen vücuduna zerk edilen bir maddenin etkisiyle- akli dengesini yitirdi! İlginçtir ki yüksek statüye sahip bir «devlet adamı» bu mü’min kişiyi «meczup» diye niteleyerek suçladı. Makamının verdiği cesaret ve kompleks içindeki bu şahıs, bizzat kendisinin ruhsal bir girdap içinde olduğunu -büyük olasılıkla- bilmiyordu.

Devlet adamlarının ve büyük kalabalıkların, zaman zaman Mustafa Kemal’in mezarına akın ettiklerini görürsünüz; yaşadığımız şu uzay çağında, insanın aklını ve kanını donduran yalnızca bu ilkel animizm örneğine bakıldığında bile Türkiye’de insanları Allah’ın birliğine inandırmaya niyetlenen kimsenin ne çetin bir sınavla karşı karşıya bulunduğunu ve ne korkunç tehlikelerle sarılı olduğunu kestirmek mümkündür. Şu var ki davetçinin öğrenmek zorunda olduğu daha birçok şey vardır.

Meselâ davetçi, yukarıdaki örnekte sözü edilen tarikatçı ya da Kemalist muhatabının;

1) Acaba bilgisizlik nedeniyle mi,

2) Tevhîd ehline karşı sırf inat olsun diye mi,

3) Yoksa beyni yıkanmış olduğundan mı, bu ağır suçu işlediğini öğrenmek zorundadır.

Çünkü müşrik kimse için bu üç ihtimalden en az biri söz konusudur ve çünkü bu hastalıkların her birinin tedavi şekli farklı olsa gerektir.

Görüldüğü üzere müşrik insanın, bu cinayeti işliyor olmasının arkasındaki nedenler en azından bu kadar çeşitlenmektedir. Bunlar insanoğlunun vicdanına musallat olan birer mikroba, birer virüse ya da psikolojik paradokslara benzetilebilirler. Nitekim -Nakşibendilikteki gibi- şartlandırıcı mistik telkinler, tutkuya dönüştürülmüş saplantılar, bilgisizlik komplikasyonlarından kaynaklanan çeşitli zihinsel sorunlar, hipnotik yönlendirmelerle bilinçaltına yerleştirilen paranoid duygular -yalnızca birer ruhsal bunalım olarak değil, aynı zamanda- birer iman ve ahlak hastalığı olarak da ortaya çıkabilirler. Bunlar Tevhîd davetçisi için büyük önem taşır. Bu hastalıklardan biriyle malul bulunan kimsenin reşit ve mükellef olup olmadığı nasıl tespit edilebilir? Bu konuda kim ya da kimler merci kabul edilebilir? Davetçi bunları öğrenmek ve bilmek zorundadır. Örneğin; bilgisiz bir tarikatçının ıslahını, ahlâkçı ve nasihatçı olarak yetişmiş bir İslâm âlimi ancak üstlenebilir. Fakat ne yazık ki, âlim şahsiyetin yetişmesini sağlayacak bilimsel bir prosedüre Türkiye’deki eğitim sisteminde yer verilmemiştir. Onun için Türk din adamlarından büyük bir kitle, hatta birçok İlâhiyâtçı-akademisyen, -maalesef- tarikatçı, mezhepçi-hanefist ve efsaneci olarak yetişmektedir. Dolayısıyla onlara böyle bir görevin yöneltilmesi Tevhîdi ilkeler bakımından esasen imkansızdır.

Tervhide ve Tevhîd ehline karşı düşmanlık ve intikam duyguları aşılanmış, inat psikozu ile malul tarikatçı bir hastanın; ayrıca Kur’an kursları ve tekkemsi mekânlarda rabıta, sema ve «hu çekme» ayinleri gibi -periyotlarla yıllarca sürdürülen- mistik ritüeller sırasında şartlandırılmış ve zihin dünyaları bulandırılmış sofuların ve mollanın; keza yıllarca Kemalizm’in andını heykel karşısında tekrarlayarak robot bir müşrik haline gelmiş psikotik hastanın tedavisi çok zor ve çoğu kez imkânsızdır. Günümüzde sayıları milyonları bulan bu tip hastaların tedavisi her şeyden önce -çok kaliteli bir aile içi eğitimi ile yetişmiş, bağımsız bir ruh yapısına sahip, Tevhîd aydınlığından nasip almış, meydan çalışmalarıyla deneyim kazanmış, kendi branşında başarılı, doyumlu ve birikimli- akademisyen uzmanlara havale edilmelidir. Ancak Türkiye’de bu formasyona sahip tek bir hekimin bile bulunduğuna ilişkin herhangi bir bilgi mevcut değildir. Aynı zamanda Türkiye’yi yöneten bizzat üst akıl, mistik dindarlığın etkisi altında bulunduğu için toplumdaki bu yaygın hastalığı ya görememekte, ya da görmezden gelmektedir. Nitekim, Türkiye halkının, sofu ruhlu bir toplum olduğunu bilen sağlık otoriteleri bile -büyük ihtimalle- bu klinik tablonun müzminleşmiş olduğunu ve kolayca değiştirilemeyeceğini bildikleri için temkinli davranarak şimdilik manzarayı seyretmekle yetinmeyi tercih etmektedirler. Örneğin Türk Tabipler birliği -ne yazık ki- böyle bir tutum içindedir! Bu ise vahim bir durumdur.

Bu manzara karşısında, aynı zamanda muvahhid insanın psikolojik durumu da büyük önem taşır. Bu tablo, Türkiye halkının esasen bir şirk toplumu olduğu hakkında onu kuşkuya düşürebilir, onu ürkütebilir, hatta reflekslerini şiddet yönünde tetikleyebilir! İşte bu çok tehlikelidir! Unutmamak gerekir ki hemen bütün peygamberler vahye muhatap oldukları ilk günlerinde birer şirk toplumu içinde bulunmuşlardır. Hayatı paylaştıkları kalabalıkların hiç biri de aslında Allah’ı inkar etmiyordu. Hatta (yaratmak, rızık vermek ve öldürmek gibi) sırf Allah’a mahsus sıfatları da putlara vermiyorlardı. Kur’an-ı Kerim onlardan şöyle söz ediyor: «Biz onlara, bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, diyorlar»[2] «Kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir!” diyorlar.»[3] bugünkü toplum da hemen hemen aynı şeyleri söylüyor. Hiçbir tarikatçı, «ben Şeyh Efendi Hazretlerine tapıyorum» demez. Keza -ilk Kemalistler hariç- bugün hemen hiçbir Kemalist, «ben Mustafa Kemal’e tapıyorum» demez. Fakat bunların hepsi de aynen Mekke müşrikleri gibi Allah’a gösterilmesi gereken saygı şekillerinin aynısını ilahlarına göstermekten çekinmezler.

Özellikle üç figür vardır ki, insan bunlardan birini, Allah’tan başkası karşısında sergileyemez; kıyam, rüku, sücud (yani secde)… Günümüzün Müslüman müşrikleri -aynen cahiliye dönemindeki müşrikler gibi- bu üç duruşu da canlandırarak ilahları karşısında saygı göstermekten çekinmezler. Keza (Anayasa koyma) hakkını da bizzat kendilerinde bularak cahiliye müşriklerini örnek alırlar.

Muvahhid insan; böyle bir ortamda (özellikle Kemalistlere, tarikatçılara, Mezhepçi Hanefistlere, ve Alevilere karşı) aynen Hz. Peygamber (sa)’in -Mekke döneminde- müşriklere karşı izlediği muameleyi örnek alarak -büyük bir vakar ve dikkatle- davranış göstermelidir. Onların ilahlarını; (heykellerini, bayraklarını, türbelerini, anıtlarını, şeyhlerini, evliyalarını, mumyalarını, kutsal saydıkları çeşmeleri ağaçları taşları, Hz. Peygambere ait olduğunu ileri sürdükleri giysileri, silahları ve eşyaları) asla aşağılamamalı, bu ilahların hiç birine asla dil uzatmamalıdır… Bu aynı zamanda Allah Tealâ’nın kesin emridir.[4] Çünkü şirk ve müşrik, bütün fitnelerin kaynağıdırlar. Nitekim sırf rehberlik amacıyla yazılmış olan bu satırlar bile -pusuda, alarm halinde bekleyen- fitne odaklarını huylandırabilir. Şu var ki; bu satırlar sadece bir araştırma çalışmasıdır, -gerçekleri bulmak için kuşkulardan hareket ederek- olayları sorgulamak ise bilimsel çalışmalarda zorunludur.

Tevhîdi hareketin önündeki engellerden biri de 1801 yılında Arap Yarımadasında Osmanlı yönetimine karşı patlak veren «Vahhabi İsyanı»’nın, günümüzde -çeşitli bahanelerle- gündeme taşınarak Allah’ın birliğine inananların terörist olarak suçlanmasıdır.

***

Temelde, Osmanlı Toplumundaki yaygın şirk hastalığına karşı başkaldırıdan gayri bir anlam taşımayan bu harekete, aniden patlak vermiş sırf siyasal bir hadise gibi bakmak yanlıştır. Bu isyan, aslında üç önemli tarîhî olayın bir sonucu gibi gözükmektedir.

Bunlardan birincisi: (705’lerde) Quteybe b. Müslim el-Bahili’nin Türkistan’da giriştiği işgaller sırasında direnişçi Budist Türklerin ezilmesi ve Buda heykellerinin toplu şekilde yakılması üzerine, –İslâm’a karşı Türklerde biriken kin ve nefretin sonucu olarak kurulan ve zamana yayılarak asırlar boyu mistik uygulamalarla- sürdürülen politeist Müslümanlık komplosudur.

İkincisi: Hazar Türk toplumu’nun -önce İslâm’ı kabul edip çok geçmeden Musevîleşmesi üzerine- Milâdi 800’ün ortalarında tarih sahnesinden silinmesinde Abbasîler’in oynadığı rol gerekçesiyle Türk muhitlerinde İslâm’a karşı mevcut nefretin yeniden canlanmasıdır.

Üçüncüsü ise Moğolların 1258’de Abbasileri ortadan kaldırarak aldıkları rövanş ile zirveyi bulan çok yönlü ve tarîhî Arap-Türk kavgasıdır.

Dolayısıyla bu İsyan, Politeist Müslümanlık kalkanı arkasında sinsice sürdürülen İslâm düşmanlığının anlamlı bir cevabı olarak izah edilebilir. Şu var ki; «Vahhabi İsyanı», bilimsel forumlarda, birikimli ve tarafsız ilim adamları tarafından çok yönlü olarak incelenip değerlendirilmeye muhtaçtır. Tarikatçıların ve Türk ırkçılarının gözü ile değil, bilakis ilim erbabının gözüyle bu isyanın ele alınması şarttır. Çünkü hem siyasal, hem etik açıdan incelendiğinde bu isyanın, aslında sırf silahlı bir başkaldırıdan ibaret olmadığı görülür. Bu ayaklanma; –Arap yarımadası’nın, üstelik Mekke ve Medine gibi kutsal mekânların her tarafında asırlar boyu İslâm’ın şerefi çiğnenerek türbe gibi şirk sembolleriyle kirletilmesine karşı kabaran- Tevhîdi duyguların -maalesef- şiddete dönüşmüş patlaması olarak izah edilebilir. Ancak yanlış stratejiler izlenerek ve şiddet kullanılarak girişilen hiçbir hareketin ıslah ve irşâd adına başarıya ulaşma şansı yoktur. Onun için, bu isyan başarıya ulaşamamıştır. Olayı irdelerken, bu başkaldırıda dış güçlerin muhtemel etkilerini de hesaptan çıkarmamak gerekir. Ne yazık ki -çok karmaşık bir arka planı olan- bu önemli tarîhî olayın içyüzünü, -algı operasyonlarıyla şartlandırılmış ve yönlendirilmiş olan- bugünkü topluma açıklamak oldukça zordur.

Günümüz Türkiye’sinde on milyonlarca insan «Musevilik» ile «Yahudilik»[5] kavramları arasındaki farkın bile farkında değilken, bu kalabalıkların İslâm ile Müslümanlığı birbirinden ayırt etmelerini beklemek safdillik olur. Böyle bir toplumun şirk ile Tevhîd arasındaki uçurumdan haberdar olduklarını söylemek de sadece bir iddiadan ibaret kalır. Dolayısıyla, ülkemizde insanları şeksiz, şüphesiz ve yorumsuz bir imanla Allah’ın var ve bir olduğuna inandırmaya çalışmak (yani, Türkiye toplumunu böyle arı ve pür bir imana davet etmek), halka daima 1801’deki «Arap İsyanı»’nı ve «Deaş Terör Örgütü»’nü hatırlatacak, «Vahhâbiliğin» gündeme taşınmasına neden olacak, tarihi İslâm düşmanlığını körükleyecektir. Özellikle, «Önce Tüküm, sonra müslümanım» önyargısına sahip milliyetçi Türk insanı İslâm’a ve Tevhîde karşı daima en şiddetli şekilde direnecek, aynı zamanda Türklüğü de önceleyerek Müslümanlıkta ısrar edecektir. Evet Türk insanı, Müslümanlıktan başka dinlere bağlı kimseleri «gayri müslim» diye niteleyecektir, fakat hiçbir zaman bunun karşıtı olarak kendini «Müslim» diye nitelemeyecektir.  Çünkü -onun zihninde- «Müslim» sözcüğü Arap insanını ve Tevhîdi çağrıştırmaktadır!

-. Peki Türkiye halkı Allah’a inanmıyor mu?!

Karanlık niyetleri fısıldayan böyle bir soru, Tevhîde çağrı yapan her insanın yolu üzerinde kurulabilecek en tehlikeli tuzaklardan biridir. Onun için muvahhid insan, bu ve benzeri sorular karşısında çok dikkatli olmak zorundadır. Bu ilgiyle hemen ifade etmek gerekir ki (değil yalnızca müşrik dindarlar), bilakis alenen «ben ateistim, hiçbir kutsala inanmam» diyen insanlar bile zihinlerinde ve vicdanlarında Allah inancına yer vermekten kendilerini kurtaramazlar. Çünkü ALLAH kavramı öyle olağanüstü bir gücü ifade eder ki kâinatta -canlı, cansız- hiçbir şey, onu algılamaktan kendini engelleyemez.[6]

Bu ilgiyle vurgulamak gerekir ki; şirk ile Tevhîdi birbirinden ayıran hemen bütün sırlar bu gerçekte saklıdır. Türkiyeli Akaid yazarları -her nedense- bu gerçek üzerinde durmak istememişlerdir. Nitekim Akide-i Nesefiyye, Şerhu’l-Aqaid ve Sabunî’nin akide üzerine yazdığı eser gibi kaynakları ders kitabı olarak okutan ve okuyan medreseliler de bu gerçekle ilgilenmemişlerdir. Aslında Türkiye’de Akaid alanında eğitim veren kurum ve şahıslar tarafından şimdiye kadar mahalli bir meydan çalışması yapıldığına; toplumumuza ait bir inanç haritasının çıkarıldığına ilişkin anketsel bir bilgiye rastlanmamaktadır.

Türkiye’deki Tevhîdî hareketin kendi içinde de küçümsenemeyecek epeyce sorunları vardır. Örneğin;

  1. Tüm Selefî fraksiyonlar, Mealciler, Hanifler topluluğu ve Sünneti «Vah-i Gayr-i Metlu» olarak kabul etmeyenler, Tevhîdî hareket kapsamında bir bütün olarak düşünülebilir mi? Bu sorunun henüz net bir cevabı yoktur. Bu durum, Türkiye’de yaşayan mü’min azınlığın elini zayıflatmış, onu rejimin ve cahilî toplumun insafına terk etmiştir. Aynı zamanda müşrik çoğunluk[7] tarafından organize edilen istihbarat destekli linç kampanyalarıyla sürekli olarak bu azınlığın aşağılanmasına, muvahhid mü’minlere terörist gözü ile bakılmasına, onların «el-Qâide» ve «Daiş» terör Örgütleriyle ilişkilendirilmesine ve ezilmelerine yol açmıştır. Nitekim polis ve yargı teşkilâtının, «Fethullahçı Terör Örgütü»’ün denetimine geçtiği dönemde Türkiyeli birçok Tevhîdi lider ve İslâm alimleri göz altına alındılar. Onların bir kısmı Toros Dağları’na çıkarılarak kendilerine işkence yapıldı.

 

  1. «Selefîlik» teriminin, Tevhîdî toplulukların tümü için kuşatıcı bir isim olup olmadığı, halen ihtilaflıdır. Aynı zamanda bu kavramın «ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat» kavramıyla örtüşüp örtüşmediği, yine tartışmalıdır. Kaldı ki Türkiye’li tarikatçıların (hatta Irkçı Nakşbendîlerin) bile kendilerini «ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat» olarak nitelediklerine bakılırsa bu konudaki problemin ne kadar büyük olduğunu görmek mümkündür.

 

  1. Tevhîdî grupların; rejimin denetimi altında bulunan kurumlarda görev alanlara, özellikle «Diyanet İşleri Başkanlığı»’nda çalışanlara ve Türkiye’deki camilere bakış açısı nedir?

Tüm muvahhidleri temsil eden yetkili bir merci bulunmadığı için bu sorular, -ilmî manâda- şimdilik maalesef cevapsızdır. Dolayısıyla (eğer hadis sahih ise), cahiliye ölümüyle ölme riski, yalnızca cahili toplumun fertleriyle sınırlı değil, aynı zamanda Tevhîdî harekete kendilerini içtenlikle adamış bulunan bütün muvahhidler için de söz konusudur.

  1. Büyük ihtimalle, rejimin tehdidinden çekindikleri için, gerek Türkiyeli sosyologlar, gerekse ilahiyatçılar bugüne kadar -Tevhîdî hareketi de kapsayacak çapta- bir çalışmayı göze alamamışlardır. Nitekim Türkiye’de şimdiye kadar «Din Sosyolojisi» adı altında kaleme alınmış kitaplarda Tevhîdî Hareketten söz edilmemiştir. Bu gerçekler, Türkiye’de özgürlük anlayışını deşifre etmek bakımından ne derece önem taşıdığını gösterirken, büyük ihtimalle Tevhîdî hareket ile rejimi zaman zaman çeşitli bahanelerle karşı karşıya getirecektir.

Türkiye’de yaygın şirk felaketine karşı mücadeleye kendilerini adamış aydın ve âlim şahsiyetler için söz konusu olabilecek en büyük tehlike, siyasi komplodur. Dolayısıyla bu şahsiyetlerin –dönemsel olarak değişen siyasal atmosfere ve iktidarların yönlendirdiği konjonktüre karşı- tedbirli olmaları büyük önem taşır. Unutulmamalıdır ki siyasi yönetimler için şirk ya da Tevhîd hiç önemli değildir. Bilakis şirk ve Tevhîd iktidarların güttüğü politikaya göre ancak birer propaganda aracı olabilirler. Dolayısıyla eğer koşullar şirkin yaygınlaşmasını sağlamışsa iktidar, hiç şüphesiz müşrikleri kullanarak ayakta durmayı tercih eder. Genelde de gidişat hep böyle olmuştur. Nitekim -müşrikleri, içinde bulundukları hipnozda tutabilmek için, bilgisiz insana çok masum gibi gelen- şu ifadeleri, siyasilerin söylem ve demeçlerinde sıklıkla bulmak mümkündür:

«Herkes dininde ve inancında serbesttir; Kimse inancından dolayı aşağılanamaz; hiç kimse dinini ve inancını açıklamaya ve değiştirmeye zorlanamaz; her vatandaşın dini ve inancı anayasanın teminatı altındadır vb..». Bunu da anayasanın 24’üncü maddesine dayandırmayı ihmal etmezler.[8] Oysa Müslümanlığın ve tarikatçılığın neredeyse tamamı İslâm’ı ve Mü’min kişiyi aşağılayıcı uygulamalarla doludur. Bu uygulamaları, bir listeye değil, bir kitaba sığdırmak bile zordur. Dolayısıyla siyasiler, çoğunluğu oluşturan Müslümanlardan destek aldıkları için İslâm’ın ve Tevhîd ehlinin aşağılanmasından dolayı hiçbir zaman vicdan azabı duymaz ve kaygılanmazlar.

Evet siyasi yönetimler, -özellikle küçük toplulukların inançlarına ve ideolojilerine bakmaksızın- daima çoğunluğu ve egemen gücü oluşturan sosyal yapılara, ideolojik kamplara ve kalabalıklara tutunmaya çalışırlar. Çünkü bu şekilde davranırlarsa ancak iktidardaki yerlerini koruyabilirler. Bu nedenle çoğunluğa dayanan siyasi örgütler, (azınlıklarla aralarındaki dinsel ortak bağlara da çoğu kez itibar etmezler. Bu nedenle de), kendileri için engel teşkil eden Tevhîdî bir yapıya asla hoşgörü ile bakmazlar. Daha önemlisi; Tevhîdî yapıyı sindirmek, hatta «gerekirse» onu imha etmek için çeşitli şebekeleri bile devreye sokulabilirler. Nitekim «Derin devlet» her dönemde bu maksatla bir «yedek araç» olarak korunmuştur. İşin tabiatında bu zorlayıcı özellik vardır. Aksi halde siyasi yönetimler kendilerine zarar vermiş olurlar ki bu, çıkar felsefesine aykırıdır.

Bu ilgiyle, çok ciddi bir soru zihnimizi kurcalamaktadır: şiddetten tamamen uzak, şeffaf ve barışçıl bir sosyal yapıdan başka bir şey olmayan Tevhîdî topluluk, -günümüzde tehlikeli mistik cemaatlerin ve ideolojik kampların çatışması ortamında- kendini ne kadar güvende hissedebilir?! Bu soru fevkalâde önemlidir. Çünkü daha dün, devleti ele geçirebilecek kadar güçlenen ve düzenlediği komplolarla -eski bir Genel Kurmay Başkanı dahil- onlarca üst düzey subayı ve birçok gazeteciyi –spekülatif suçlarla- mahkûm edebilen bir şebeke, iktidar tarafından -kısa süre içinde- çökertilebildi. Eğer genel konjonktür müsait olsaydı bu şebekenin elebaşıları belki «Derin devlet» aracılığıyla ortadan bile kaldırılacaktı.

İlginçtir ki; camilerin içinde öteden beri yoğun biçimde şirk propagandası yapan bir tarikatçı mollası, «Fuhş ticareti yaptığı» suçlamasıyla, -bu şebeke- tarafından yakın geçmişte bir süre tutuklandı. Bu şahsın faaliyetleri, aslında PKK’nın ve DAİŞ’in yaptıklarından çok daha tehlikeli sonuçlar doğurabilir! Bu bir abartı değildir. Çünkü bu şahıs, İslâm’ın bütün değerlerini altüst edebilecek oldukça sinsi bir üslup geliştirmeyi başardı! Ne var ki -Türkiye halkı’nın henüz İslâm’la tanışmıyor olmasından dolayı- bu yöntemin ne gibi tehlikelere yol açacağını küçük bir muvahhid topluluktan başka hemen hiç kimse fark edememektedir. Ne geniş Sünni-Hanefist kesim, Ne Alevi toplulukları ne de başka inanç grupları, -dini, tarihi ve sosyolojik birikime sahip bulunmadıkları için, yaygın bilgisizlik ve şartlanmışlık yüzünden- bu olayın içyüzünü keşfedebilecek bir refleks gösterememektedirler. Ancak –biraz önce sözü edilen- bu aydın muvahhid topluluk hem gittikçe hızla büyümekte hem de etrafını uyandırmaktadır. Türkiye’deki bu İslâmî uyanış, Milli Türk Müslümanlığının bütün defolarını (ve tabiatıyla bu molla ve destekçilerinin komplolarını da) yakın gelecekte afişe ederek gözler önüne serebilecek bir potansiyele sahip olduğunu açıkça sergilemektedir. Bu nokta, yakın gelecekte oldukça ciddi bir hareketliliğin ortalığı saracağını (basiret sahiplerine) haber vermektedir!

 

Sahneleri internette www.youtube.com dan seyredilebileceği gibi, bu Pontuslu Nakşibendi mollasının, Tevhîd akidesine karşı işlediği cinayet hükmündeki faaliyetleri hiç şüphesiz Türkiyeli muvahhidleri incitmiş, onları derin bir manevi işkenceye maruz bırakmıştır. İktidar tarafından bu şahıs ve benzerlerine eğer -Müslümanlık ortak bağından hareketle- bir süre daha müsamaha gösterilecek olursa, çok sayıdaki insanın bu ülkede suskunluğunu bozacağına şimdiden büyük ihtimal vermek gerekir! Günümüzdeki din ve mezhep savaşları bu konuda bize yeterli mesajlar vermektedir. Bunun sorumlusu elbette ki ehl-i Tevhîd olmayacaktır. Şu var ki siyasi güç; -şimdiye kadar en az üç cinayete bulaşmış mistik bir topluluğun cerbeze sembollerinden olan bu mollayı korumak adına- bahsi geçen mistik topluluğu bir derin devlet karakolu olarak -Tevhîd ehlini sindirmek üzere- görevlendirebilir. Ancak sırf dünya barışı ve ahiret saadeti için hem toplumumuzu, hem de tüm dünya insanlarını Allah’ın birliğine inanmaya çağırmaktan başka hiçbir hedefleri olmayan Tevhîdî topluluğa karşı eğer iktidar böylesine tehlikeli bir sindirme harekâtına girişecek olursa, açıkça ifade etmek gerekir ki; bizzat kendi eliyle DAİŞ ya da benzeri Terör örgütlerine hizmet etmiş olacaktır!

 

Dolayısıyla politeist-dindar bir çoğunluğun desteğine dayanıyor olsa bile iktidar kendi geleceği açısından bu soruna erken eğilmek zorundadır. Bununla birlikte Tevhîdî topluluk da kendi güvenliğini ve itibarını korumak için, politeistlerin aşırılıkları karşısında asla tahrik olmamalıdır. Çünkü Tevhîdî mücadelenin Mekkî evresinde, barışçıl davranış -bir strateji olarak- esastır.

——————————————————————————————————-

[1] (Bk.Ruhul-Furkan, Cilt:2, Sayfa:74). «Pontuslu Nakşibendiler» Grubunu yönlendiren bir ekip tarafından yıllardır yayınlanan bu kitaptaki yorumlara, Türkiye’de milyonlarca kişinin güvenip inandığı sanılmaktadır. Diyanet İşleri başkanlığı tarafından bu kitaptaki yorumlar hakkında şimdiye kadar herhangi bir uyarı yapılmamış olduğuna göre sözü edilen yorumların çok geniş bir çevrede kabul gördüğü varsayılabilir.

[2]  Zumer Suresi, âyet/3

 

[3] Yûnus Suresi, âyet/18

 

[4] Bk. El-En’am/108: «Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir.»

 

Şu var ki; günümüzde Türkiye’li müşriklerin İlahlarına dil uzatılsa bile onlar Allah’a sövmeyi göze alamazlar. Çünkü Aynı zamanda Allah’a da ibadet ederek anlaşılmaz bir din anarşisinin içinde yüzmektedirler! İlahlarına hakaret eden kimseden intikam almak için -Allah’a dil uzatmak yerine- muvahhidlere çeşitli işkenceler yaparlar.

[5] Türk kültüründe, Yahudilik ile Musevilik kavramları arasında fark vardır. İsrail oğulları ırkından gelen her insan Yahudi sayılır. Bu aidiyete Yahudilik denir. Başka bir ırktan olup sonradan Yahudileşen (yani Musa’nın dinini kabul eden) kimseye de Musevî denir. Hazar Türkleri gibi. Bu aidiyete de Musevilik denir.

 

Aslında bir kimseyi «Yahudi» diye açıktan nitelemek (Osmanlı kültüründe) onu aşağılamak anlamına geliyordu. Muhtemelen Yahudi vatandaşları incitmemek için bu niteleme yerine (İsrail oğulları ırkından gelsin veya gelmesin) Hz. Musa’nın dinine mensup herkese genelde «Musevi» denirdi.

 

Çağdaş akademisyenlerden, İbn Fadlan Seyahatnamesi’ni Türkçe’ye çeviren Prof Dr. Ramazan Şeşen bu (küçük) hataya düşmüş, Hazar Türklerini Yahudilikle nitelemiştir (Bk. Age. Önsöz)

 

Arap kültüründe «Musevi» niteliği kullanılmamaktadır. Bunun yerine «Mutehewwid مُتَهَوِّد» tabiri kullanılır.

 

[6] «Yedi gök ve yer ile onlarda ne varsa hepsi, O’nu noksan sıfatlardan tenzîh eder ve hiçbir şey yoktur ki O’na hamdederek onu noksan sıfatlardan tenzîh etmesin, yalnız siz, onların tesbîh edişlerini anlayamazsınız…» el-İsra/44

[7] «Müşrik çoğunluk» nitelemesiyle, Türkiye halkının tümü amaçlanmamıştır! Çünkü böyle bir genelleme gerçeklere ve ahlâka aykırıdır. Dolayısıyla, fitne için bahane arayanların, -kitapta geçen- bu ve benzer tabirleri kendi amaçları doğrultusunda yorumlama imkânları yoktur. Bununla birlikte; alenen Allah’a ortak koşan zümreler, «Tevhîdî Hareket»’i oluşturan kesimden -maalesef- sayıca daha çokturlar.

 

[8] Madde 24- (1) Herkes din ve inanç hürriyetine sahiptir. Bu hak, tek başına veya topluca, alenen veya özel olarak ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama ve bunları değiştirebilme hürriyetini de içerir.
(2) Kimse ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve düşüncelerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç, düşünce ve kanaatlerinden ve bunları değiştirmekten dolayı kınanamaz, suçlanamaz ve farklı bir muameleye tâbi tutulamaz.
(3) İbadet ve dinî ayin ve törenler, kamu düzeninin, genel sağlığın, genel ahlâkın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması amaçlarıyla sınırlanabilir.

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.