Tevhid İslâm’ın, Vahdet ise Müslümanlığındır

Tevhîd: Allah Teâlâ’yı Zâtı’nda, sıfatlarında ve isimlerinde birlemektir. Daha açık bir ifadeyle: O’nun: -Tek, eşsiz, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz, ölümsüz, ihtiyaçsız, zamana ve mekâna sığmayan, dengi ve benzeri olmayan her şeyin yaratıcısı- Bir Zât-ı Ecell-i A’lâ olduğuna imân etmektir. İslâm’da “İMAN” kurumu bu temele dayanmaktadır. İslâm âlimleri tarafından -asırlar boyu- kaleme alınmış birçok çalışmada bu konu geniş şekilde işlenmiştir.

 

Vahdet inancına gelince bu: Allah’ın Zâtı ile O’nun dışında kalan varlıklar arasındaki ilişki üzerine ileri sürülmüş felsefî bir kuramdır. Bu tasavvur; biri Vahdet-i Vücûd” öbürü ise “Vahdet-i Şuhûd” olmak üzere iki farklı açıklama ile ortaya atılmış ve tartışılmıştır.

 

“Vahdet-i Vücûd” terkibi: Arapça -iki sözcükten ve farsça bir bağdan oluşan-, bir isim tamlamasıdır. Arapça وَحدةُ الوُجود şeklinde yazılır. Türkçe kısaca “Varlığın birliği” anlamına gelir. (Varlık)tan amaçlanan şey: evrenin -görünen ve görünmeyen, bilnen ve bilinmeyen ne varsa- tümüdür. Buna göre evrensel anlamda «varlık» dediğiniz zaman, -Allah Teâlâ da dahil- mevcut olan her şeyi kastetmiş olursunuz. Dolayasıyla, «varlık birliği» ya da «vahdet-i vücûd» dediğinizde -yine Allah Teâlâ dahil- her şeyin -birlikte- bir tek şey olduğunu söylemiş olursunuz! Bu ise büyük bir tartışma konusudur.

 

“Vahdet-i Vücûd”, aslında (tasavvufî değil) sırf felsefî bir söylemdir. Ancak ilk kez bu düşünce üzerinde esaslı bir şekilde yoğunlaşan Muhyiddîn ibn Arabî’nin,[1] sûfî bir şahsiyet olması dolayısıyla birçok kimse, “Vahdet-i Vücûd” tabirinin bir tasavvuf terimi olduğu zannına kapılmıştır. Onun için bu konu üzerinde fikir yürütenler arasında yöntem hatasına düşenler çok olmuştur. Nitekim bu yüzdendir ki -tasavvuf ehli oldukları görüntüsünü veren ve felsefe ile ilgilenmemeleri düşünülen- Nakşbendî zümresi içinde, bu konuya girmekten kendilerini alamayanların sayısı az değildir.

 

Nakşbendîlerin “Vahdet-i Vücûd” inancına ilgi duymalarının nedeni Nakşî şeyhlerinden “Rabbânî” lakaplı Ahmed Sirhindî’nin bu tezi eleştirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Aslında Muhyiddîn ibn Arabî’yi anlayabildiği bile kuşkulu olan Rabbânî’in, “vahdet-i Şuhûd” adı altında geliştirdiği sözde altarnatif bir doktrinle “Vahdet-i Vücûd”u tadil ettiği iddiası, mübalağadan ileri gitmez. Dolayısıyla da üzerinde durmaya değmez. Çünkü; -536 mektubunun tamamını farsça yazmış olmasından da anlaşıyacağı üzere-; iyi bir Arapça bilgisine ve ilmi bir formasyona sahip olduğunu kanıtlayacak herhangi bir eseri tesbit edilmemiş olan Rabbânî’nin, Muhyiddîn ibn Arabî’yi eleştirmiş olması bilim ve akademi dünyasını hiç bir zaman meşgul edememiştir, edemez de…

 

Rabbânî’yi Muhyiddîn ibn Arabî’nin karşısına çıkarma çabasını gösterenler, aslında (sadece Türkiye’de) Milliyetçi Türk müslümanlığını İslâm’la yarıştırma komleksi içinde olan bir avuç (tarikatçı-Hanefist) ilâhiyatçıdan başkası değildir. Toplumun, -özellikle günümüzde ne ilgilendiği, ne de anlayabildiği-; “Vahdet-i Vücûd, “vahdet-i Şuhûd”, Muhyiddîn ibn Arabî ve Rabbânî  üzerinde bu küçük zümrenin, yoğunlaşıyor olmasının ilginç nedenleri vardır:

 

1) Rabbânî, Türkistandan Hindistan’a «Nakşbendîlik kisvesi içinde» sıçrama yapan Türk müslümanlığına canlılık kazandırmıştır.

 

2) Rabbânî, “Timûrî Türk imparatoru” Ekber Şah’ın İslâm’a karşı açtkığı savaştan dolayı hiç ses çıkarmamıştır;

 

3) Rabbânî, Türk müslümanlığının büründürüldüğü “Sünnîliğin!” bayraktarlığını yaparak Şiiliğe karşı savaş açmış, bugünkü ideolojik Türk dindarlığının kurumsallaşmasına büyük hizmette bulunmuştur. Bu nedenle Rabbânî, Türkiye’de özellikle Nakşbendiler tarafından abideleştirilmiştir.

 

Muhyiddîn ibn Arabî’nin, “Vahdet-i Vücûd doktrinini eleştirdiği gerekçesiyle  üç beş “akademisyen”, Rabbânî’nin görüşleri hakkında birkaç risale yazmışlardır. Ancak bunlar, ibn Arabî ile Rabbânî arasındaki görüş farkını gereğinden fazla dillerine dolayarak meseleyi olduğundan fazla abartmışlardır. Bu tutumun da yine ilginç nedenleri vardır: Bu “yazarlar”ın, Rabbânî ile İbn Arabî arasında, kendilerine bir yer bulmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Çünkü -biri Hintli, Öbürü de Arap olmasına rağmen- ikisi de Türk Müslümanlığının önemli sembolleri haline getirilmişlerdir.

 

İbn Arabî, ünlü bir filozof, şair ve edip bir şahsiyettir. Bu sayededir ki (özellikle tevhid ehli tarafından) kabul görmesi mümkün olmayan sıra dışı görüşleri ve yorumları dolayısıyla ağır eleştirilmiş, (hatta tekfir edilmiş) olmasına rağmen, İslâm alimleri (Rabbânî’nin aksine) onu ciddiye almış, eserlerini büyük bir titizlikle incelemiş ve değerlendirmişlerdir.

 

Türklerin (Arap kökenli alimler arasında) özellikle İbn Arabî’ye verdikleri önemi şu nedenlere bağlayabiliriz:

 

1) Her şeyden önce Muhyiddîn İbn Arabî, -Türkleri merak ettiği ve onlara sempati duyduğu için- doğup büyüdüğü İspanya gibi çok uzak bir diyardan Selçuklu hükümdarı İzzuddîn Keykâvus ile mektuplaştı, 1205’te Harran’a uğradı, kısa bir zaman sonra da Konya’ya vardı. Mekke’ye gidip bir süre orada kaldıktan sonra Bağdad ve Halep üzerinden dolaşarak 1215 de tekrar Konya’ya geldi.

 

2) M. 1210 – 1274 yılları arasında yaşayan ünlü filozof Sadreddin Konevî’yi etkiledi ve onun dul annesiyle evlendi. Böylece Türklerle bir çeşit akraba oldu.

 

3) Selçuklu Devleti’nin iyice çöktüğü, Anadolu halkının, her bakımdan karanlığa gömüldüğü Moğollar tarafından ezilmek üzere olduğu günlerde İbn Arabî, mistik söylemleriyle, yüksek felsefesiyle, havalı edebiyatıyla ve kehanetleriyle bir teselli kaynağı olarak kabul edildi; geniş bilgisi ve kültürüyle, çok yönlü kişiliğiyle Endülüslü bir allâme olarak Türk mollalarını büyüledi.

 

Onun için, -Türk Müslümanlığını İslâm’a karşı korumakla görevli olduklarına inanan- başta Türk ilâhiyatçıları olmak üzere, Nakşbendiler ve tüm milliyetçi kümeler, özellikle günümüzde Muhyiddîn İbn Arabî’yi öne çıkarmak için yoğun bir propaganda kampanyası ile meşguldürler.[2] Geleceğin tarihi; -Türk müslümanlığının önemli direniş sembollerinden biri olarak- sosyolojiye damgasını vuran «Türban yaygarasının»nın sırlarını nasıl ifşa edecekse, bugünlerde (TV. Dizileri eşliğinde) hızlandırılan İbn Arabî kampanyasının da arka planını öylece gün yüzüne çıkaracaktır; ömrümüz bunu görmeye yetmese de…

 

***

 

“Vahdet-i Vücûd” çok girift ve çetrefil içeriğe sahip bir felsefi konudur. İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye ve Fusûsu’l-Hikem adlı ünlü kipaplarını bu felsefe üzerine oturtarak yazmıştır. İlim ehli arasında“Vahdet-i Vücûd” diye ünlenen- bu felsefe, asırlardır âlimleri meşgul etmiş ve onları iki karşıt gruba bölmüştür. Bunların bir grubu, derin bir saygı ve hayranlıkla ibn Arabî’yi her fırsatta överek onu göklere çıkarmaya çalışırken, çok sayıda ünlü âlimlerden oluşan başka bir grup ise onu pek ağır suçlamış ve kâfir olduğuna hükmetmişlerdir.

 

“Vahdet-i Vücûd” felsefesini mümkün olduğunca anlaşılabilir bir ifade ile özetlemek gerekirse şunları söylemek mümkündür:

 

«Allah’ın bizzat kendisi de dahil, evrendeki her şey (birlikte) bir bütünü oluşturur. Allah, -başlangıcı ve sonu olmayan- ezelî ve ebedî bir varlıktır. Geriye kalan her şey, -başlangıçlı ve sonlu olsa da-, aslında bunların tümü O’nun ezelî ve kuşatıcı bilgisi dahilinde -potansiyel olarak- sürekli var idi. Yani; henüz hiç bir şey yok iken, Allah, -sonradan yaratacağı bu şeylerin tümünü- kesinlikle daha önce -başlangıçsız ve sonsuz olan kuşatıcı bilgisi ile- biliyordu. Öyle ise bu gerçeğe göre; (evrendeki varlıkların tamamı, yaratılmadan önce de) Allah’ın, (aynen zatı gibi) temelde -başlangıçsız- ezelî bir mevcûdiyete sahip idiler. Bu mantıksal çıkarsama; -Allah’ın bilgisi dâhilinde başlangıçsız bir varlığa sahip bulunmuş olan- bütün olguların sonsuzluğunu da zorunlu kılar. Çünkü bu kuşatıcı bilginin sahibi olan Allah sonsuzdur.»

 

Böylece, -yaradılmışların tamamını Allah ile birlikte- (haşaa!) bir tek varlık olarak tasavvur eden Vahdet-i Vücûdçular, bu inancı: «La mevcûde illâ Hû» (yani Allah’tan başka varlık yoktur), ya da «La meşhûde illâ Hû», (yani Allah’tan başka göze çarpan hiç bir varlık yoktur) diyerek özetlemeye çalışırlar. Oysa Kitap ve Sünnette bu söylemlerin yeri olamaz. Çünkü bu tehlikeli ifadeler çok açık şekilde «Her şey Allah’tır» anlamına gelmektedir. Bunun ilham kaynağı ise esasen, Bestâmî ve Hallâc gibi Zerdüştî sûfîlerin vaktiyle seslendirdikleri «Heme O’st» (yani Her şey, O’dur)- inancıdır. Zukhruf Sûresi’nin 15. Âyeti kerîmesi, bu inancı asırlar önce haber vermiştir.[3]

 

İbn Arabi’nin ardılları tarafından -Kitap ve Sünnette yeri olmayan böylesi yakıştırma formüllerle-, “Vahdet-i Vücûd” felsefesini İslâm’ın tevhid ilkesiyle bağdaştırma gayretlerine gelince bunun, “felsefe” süsü verilmiş spekülasyonlardan ve zoraki direnişlerden öteye gitmediği açıktır. Sonuç olarak vurgulamak gerekir ki İslâm, -insanoğlunun aklına- o kadar açık, o kadar güçlü ve o kadar zengin bir dil ve üslüpla kendini arzetmiştir ki onu edebiyat ve felsefe labirentlerinden geçirerek; vahdet-i vücûdla ya da Nakşbendîlikle esneterek Müslümanlığa dönüştürmek mümkün değildir. Bu nedenledir ki Haricîlik, Vahhabîlik ve ihvancılık, Arapların bir bölümünü İslâm’dan nasıl koparmış ise; Şiilik, İran halkının çoğunu İslâm’dan nasıl uzaklaştırmış ise, vahdet-i vücûdçuluk ve tarikatçılık da maalesef Türklerin bir bölümünü İslâm’dan kopararak Müslümanlaştırmıştır.

 

***

 

Muhyiddin ibn Arabî’nin, parlak zekâsının ürünü olan (ve yukarıdaki satırlarda özetlenen) “vahdet-i vücûd”, aslında türlü hileleri ve tehlikeli amaçları barındıran yanıltıcı bir felsefedir. Bu felsefeyi savunanlar da ret edenler de olmuştur.[4] Her iki grup da sayıca çoktur ve her iki grubun da çeşitli gerekçeleri vardır. Ancak, özellikle İbn Arabî’ye duydukları hayranlıktan ötürü bu felsefeyi savunanlar vardır ki onları ayrı bir grup olarak görmek gerekir. Çünkü, bunların bilinçlerinin altında karmaşık ideolojik duyguların yattığı kuvvetle muhtemeldir. Nitekim, ölümünden elli yıl sonra kurulmuş ve 627 yıl tarih sahnesinde kalmış olan “Osmanlı Devleti’nin hemen bütün önemli olaylarını bir kitabında haber verdiği ileri sürülen” böylesi kerâmet (daha doğrusu kehânet) sahibi “büyük bir evliya”yı hangi Türk milliyetçisi ayakta alkışlamaz! Bu ilgiyle, Türklerdeki tarihî “evliyacılık” serüvenini ve -özellikle Türk müslümanlığının inşasında- bu serüvenin önemini hatırlamak gerekir.

 

“Vahdet-i Vücûd” felsefesi etrafında asırlardır tartışmalar cereyan etmiş ve etmektedir. Kimileri, bu görüşün panteizmle aynı olduğunu[5], kimileri de ikisinin ayrı şeyler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu tartışmaların üzerinde durmanın yeri elbette burası değildir. Ancak Muhyiddîn İbn Arabî’nin, “Vahdet-i Vücûd” kavramından ne amaçladığı hakkında kesin bir sonuç elde etmeyi kolaylaştırmak için onun sadece “Fusûsu’l-Hikem” adlı eserinde el-Hadîd Sûresi’nin üçüncü âyet-i kerimesine yaptığı yorumu aktarmak yeterlidir. Allah Teâlâ, bu âyet-i kerimede -oldukça veciz bir ifade ile- zât-ı ilâhiyesini tanıtmaktadır. Sözü edilen âyet-i kerimenin (ideale yakın) Türkçe açıklaması ise şöyledir: «O, İlktir ve Sondur ve Zâhirdir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.»[6]

 

Ebu Said el-Harrâz’a ait bir yorumu aktardıktan sonra İbn Arabî’ nin, bu âyet-i kerimeye ilişkin yaptığı yorum ise (meâlen) şöyledir: «Dolayısıyla O (yani Allah), İlktir ve Sondur ve Açıktır ve Gizlidir… Bu nedenle O, açık olan (tüm fizik varlıkların) aynısıdır (bizzat kendisidir); böyle açık iken, gizli kalmış olanların da yine aynısıdır; ve O, Ebu Saîd el-Harrâz adındaki kişi ile onun gibi sonradan peydahlanmış (Allah’tan başka ne varsa) onların da aynısıdır.»[7]

 

Bu ifadeleri türlü edebiyat cilveleriyle yorumlayan Türkiyeli Vahdet-i Vücûdçuların en büyük hatası, zorunlu varlık  (vacibu’l-vücûd) ile zorunlu birlik (ehadiyyet) arasındaki zorunlu bağı (alâka-i ilzâmiyyeyi) atlamış olmaktır. Ta Bursalı Tahir (1861-1925)’den, Babanzade Ahmed Naîm (1872-1934)’e, İsmail Fenni Ertuğrul (1855-1946)’dan, Ömer Ferid Kam (1864-1944)’a, Muhammed İhsan Oğuz (1887-1991)’dan, Ahmed Avni Konuk (1873-1938)’a ve onların düzinelerle takipçilerine varıncaya kadar hiç kimse bu espriyi yakalayamamıştır. Çünkü bu insanlar İbn Arabi’ye o kadar çok çarpılmışlar ki onun her bakımdan yanılmazlığına âdetâ iman etmiş, “bu zat acaba bir yerde hata yapmış olamaz mı” diye düşünmeyi akıllarının ucundan geçirmemiş, belki geçirmek bile istememişlerdir. Unutmamak gerekir ki aşırı hayranlık, insanda temyiz yeteneğini köreltir, hatta onu işlevsiz hale getirebilir. Bundan sonra kişi, sırf taklitçi bir mahlûktan ibaret kalır; artık hakkı batılı birbirinden ayırt edemez olur. Bu saplantı, özellikle Türkiye toplumunda “büyük Türk dostu” payesini kazanmış yabancı ünlüleri ödüllendirme yarışına kolayca dönüşebilir. Nitekim İbn Arabî hayranları arasında bu olay yaşanmkıştır.

 

Bu zümre, zorunlu varlık  düşüncesinden zorunlu birlik sonucunu çıkaran, Müslüman diyalektisyenlerin izahlarından bile habersiz kalmış ya da öyle gözükmek istemişlerdir. Bu ise son derece ilginçtir. Yine bu zümre; birlik kavramının teferruatından: “illet-i gâiyye” (Cause première) olan (bir)’in hem teaddütten (çokluktan), hem de teşebbühten (herhangi bir şeye benzemekten) kesinlikle münezzeh olduğu gerçeğini algılayamamışlardır. İbn Arabi’ye duydukları aşırı hayranlık nedeniyle böyle bir zihnsel kriz yaşamış olabilirler. İbn Arabî, Kur’ân-i Kerim’de geçen «ilâhun wâhidun»[8] ifadelerindeki (bir) kelimelerinin hepsini: -spekülatif yorumlarıyla- göreceli, ârızî, ilineksel, bölünebilir ve çoğalabilir niteliklerde birer (bir) olarak görmek istemiştir. Onun hayranları olan zümrenin mensupları da maalesef, bunu fark edememiş, ya da (yine duydukları aşırı hayranlık nedeniyle) onu sırf taklit etmiyi yeğlemişlerdir.

 

İbn Arabi’nin bu hamasetli hayranları, özellikle son yüz yıldır kollarını sıvayarak onun bu kadar açık ifadelerini Kitap ve Sünnetin ruhuna uygun hale getirmek için büyük hüner sergilemişlerdir! Havalı bir edebiyat şovu ile tevhid ehline meydan okuyan bu zümre ise hiç şüphesiz, (1500 yıllık) “Arap İslâmı”na karşı (1000 yıllık) “Türk Müslümanlığı”nın baş muhafızlarıdırlar. Onun için bunlar, Türkün dinî bağımsızlığının “muhteşem sembolü” olan Müslümanlığın devamı için bu nöbeti gelecek kuşaklara da emanet edeceklerdir. Öyle görünüyor ki bunların ardılları da; Allah’ın birliğine şeksiz, şüphesiz ve katıksız olarak iman etmiş olan tevhid ehlini (küçük bir azınlık oldukları için) daima fitne ktaynağı diye damgalayacak; onları terörle ilişkilendirecek; onlara manevî işkence olsun diye; Milliyetçi dindarlığın ve Türk Müslümanlığının omurgasını teşkil eden: (Vahdet-i vücûdu, vahdet-i şuhûdu, tarikatçılığı, mevlitçiliği, evliyacılığı, kerâmetçiliği, türbeciliği, âyinciliği, mantracılığı, râbıtayı ve hatm-i hacegânı) bundan böyle de savunacak ve koruyacaklardır. Üstelik bir yandan da namaz kılarak, oruç tutarak, hacca giderek ve kurban keserek (İslâm’ı Türk Müslümanlığının kılığı içinde sergilemeye çalışmak suretiyle) Muvvahhid müslim azınlık üzerindeki manevi işkenceyi daha çok ağırlaştıracak, onları deyim yerinde ise sürekli şekilde çatlatmaya çalışacaklardır.

 

***

 

İslâm’da hiçbir yeri bulunmayan “vahdet-i vücud” ve “vahdeti şuhûd” düşünceleri etrafında süregelen tartışmalar, yüzyıllardır -işte böyle- ağız dalaşına dönerek günümüze kadar devam etmiş bulunmaktadır. Tarikatçılar ve vahdet-i vucutçular, Bu iki düşünceyi ille de İslâm’ın bir yerine oturtmak için canhıraş bir şekilde çaba sarf ederlerken bir yandan da (kendilerince) bu iki düşünce arasındaki “farkı” açıklamak için, ileri geri, her ne istemişlerse söylemekten çekinmemişlerdir. Toplumun hayat ve kâinat gerçeklerini kavramasına, kültürüne, ilerlemesine, refahına ve kalkınmasına hiçbir katkısı bulunmamış, tam tersine ayrışmayı ve kamplaşmayı körüklemiş bulunan bu tartışmalar ne yazık ki hâlâ devam etmektedir. Peki özet olarak işbu vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhud neymiş ve aralarında ne fark varmış diye merak edenler, şu özetten belki bir ibret çıkarabilirler:

 

«Vahdet-i vücut: Allah’ın varlığı dışında, bütün varlıkların vücudunu inkar ederek, sadece Allah’ın varlığına nazarı teksif etmektir. Vahdet namına kesreti, Allah namına kainatı inkar etme mesleğidir. Bu meslekte gidenleri böyle bir tarza iten sebep ise, kesret ve eşyanın Allah’a olan huzura mani olmasıdır. Huzuru kazanmak için eşyanın ve kainatın varlıklarını yok sayıyorlar. Nazarlarını sadece Allah’ın varlığına yoğunlaştırıyorlar. Hatta Allah’ın varlığında öyle fani oluyorlar ki, Allah’ın diğer isim ve sıfatlarını bile akıllarına getirmiyorlar. Tabi bu tarz meslek, kalbî ve hissîdir; aklî ve muhakeme tarzında değildir. Şayet aklen ve muhakeme ederek bu tarzı savunsa, mesul olur.»

 

Bir tarikatçının, bir nurcunun bu sözlerini ciddiye almak bir yana; “bu sözler acaba ne kadar önem taşıyor, ya da ne işe yarıyor olabilir”, sorusuna cevap aramak, elbette abestir.

 

Aynı şahsın bir de Vahdet-i şuhud hakkındaki izahına bakalım:

 

«Vahdet-i şuhud ise, Allah’ın haricindeki bütün masivayı, yani eşyayı, nisyan perdesine sarıp, bir kenara atmak ve bir daha akla ve nazara getirmemek demektir. Bir nevi kainatı unutmak ve hatıra getirmemek mesleğidir. Tıpkı kürek cezalıları gibi. Eski zamanlarda, gemilerde esirler ceza olarak kürek odasına atılır, bir daha hatıra getirilmezmiş. Aynı bunun gibi, vahdet-i şuhut salikleri de masivayı nisyan odasına atıyorlar…  Allah’a olan huzuru ancak eşyayı nisyana atmak ile temin ediyorlar. Ama eşyanın vücudunu inkar etmiyorlar, sadece nisyan zindanına hapsediyorlar.»

 

İşte din, iman, ahlak ve müslümanlık adına yüzyıllardır tarikatçılar, bunlara benzer sözlerle meşgul olmuş, başkalarını da meşgul etmiş ve zihinleri karıştırmışlardır.

 

Aslında Vahdet-i vücud ile Vahdet-i şuhud arasında hiçbir fark yoktur. Nitekim Vahdet-i şuhudu ortaya atarak sözde İbn Arabi’yi eleştiren Rabbânî, O’na derin bir saygı duymaktadır. Çünkü bu her iki şahıs da temelde İslâm’a karşı Müslümanlığı canlı tutmak için büyük çaba harcamışlardır. Nakşbendîler ve Nurcular da bu çabaları günümüzde yeniden canlandırmaya Türk Müslümanlığını bu düşüncelerle desteklemeye ve İslâm’ın Türkiye’ye sıçramasını bu suretle önlemeye çalışıyorlar.

——————————————————————————————

[1] Birinin “İbn Arabî”, diğerinin ise “İbnu’l Arabî” lakabını taşıdığı ve birbirinin çağdaşı olduğu iki Endülüslü ilim adamının adları, Türkiyeli araştırmacılar tarafından sıkça karıştırılmıştır. Bunlardan biri, (Türkiye’de daha çok tanınan,) varlık birliği felsefesini sistemleştiren ve hayranları tarafından “Şeyhu’l-Ekber” diye yüceltilen filozof Muhyiddin Muhammed bin Ali İbn Arabî et-Tâî’dir. Bu zat 1165 tarihinde İspanya’nın Murcia (Mürsiye) kentinde dünyaya gelmiş, 1240 tarihinde de bugünkü Suriye’nin başkenti Şam’a ölmüştür. Literatürde “ibn Arabî” olarak yer alır. Öbürü ise: Hadîs, tefsîr ve Fıkıh âlimlerinden olan Ebû Bekr Muhammed bin Abdillâh İbnü’l-Arabî’dir. 1075 yılında İspanya’nın (Sevilla) İşbiliyye kentinde doğmuş, 1148 yılında aynı yerde ölmüştür.

 

[2] Mehmet Bozdağ öncülüğünde yapımı gerçekleştirilen ve 10 Aralık 2014 de ilk bölümü yayınlanan Ertuğrul dizisinde Muhyiddin ibn Arabi’ye büyük yer verildi. Bu dizi (bugün 27 Ağustos 2018) halâ devam ediyor. Nakşbendî-lkücü koalisyonu tarafından yönetilen derin devletin konjonktürel programına göre bu tertip uygun bir zaman aralığına denk getirildi. BOP projesindeki rolünden sıyrılmış, ve 100 yıl sonra doğuya yüzünü dönmüş olan Türkiye, bugünlerde -diziler eşliğinde- esrarlı bir hazırlığın talâşını yaşamaktadır. Kutsal Devlet, -asırlardır Türk Müslümanlığını diri tutabilmek amacıyla İslâm’a karşı örülmüş, ancak epeyce tahrip olmuş surları restore etmek için- “Büyük Türk dostu bir Arap âlimi”’nin silüetine -bugünlerde kendince- parlak ve net bir görüntü kazandırmak istiyor. Ancak tarih saptırmacılığı sanatıyla bu amacı gerçekleştirmek, acaba mümkün olabilecek mi?! Hele -Allah’ın indirdiği vahiy ile hiçbir alâkası bulunmayan- bu ölü dine, Muhyiddin ibn Arabî’nin kehanet eleğiyle taşınan su sayesinde ne kadar can pompalanabilecektir? İşte bu sorunun cevabını Türkiye hiçbir zaman bulamayacaktır!

 

[3] Âyet-i kerîmenin meâli şöyledir: «kullarından bir kısmını O’nun parçası saydılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankördür.»

 

[4] İbn Arabi’nin Kâfir olduğuna hükmeden İslâm âlimlerinden bazılarının adları ve kaynaklar şöledir: İbn Hacer el-Asqalânî (Lisânu’l-Mîzân: 4/318; Mîzanu’l-İ’tidâl: 5/105); İzz İbn Abdisselâm (Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ: 23/48); Aliyyu’l-Qârî (Vahdet-i Vucud Risalesi s. 34, 216); İmam Zehebî (Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ: 23/48); İbn Teymiyye (Mecmû’ur-Resâil ve’l-Masâil: 1/179); Taqiyyuddîn es-Subukî (Muğni’l-Muhtâc-Şerbînî: 3/61); Bedruddîn b. Cemâah (Aqîdetu İbn Arabî wa hayâtuh-Taqiyyuddîn el-Fâsî: S. 29, 30); Nûruddîn el-Bekrî eş-Şâfiî (Masrau’t-Tasavvuf: S.144); İbn Khaldûn (Masrau’t-Tasavvuf: S.150); Necmuddîn el-Bâlisî eş-Şâfiî (Masrau’t-Tasavvuf: S.146); Şemsuddîn Muhammed b. Yûsuf el-Cezerî (Aqîdetu İbn Arabî wa hayâtuh-Taqiyyuddîn el-Fâsî: S. 31, 32); el-Hâfız el-Irâqıy (Masrau’t-Tasavvuf: S. 64); Ebû Zur’a b. el-Hâfız el-Irâqıy (Aqîdetu İbn Arabî wa hayâtuh-Taqiyyuddîn el-Fâsî: S. 60); Muhammed el-Gazâlî (Turâsuna’l-Fikriyyu fi Mîzâni’ş-Şer’i  we’l-Aql)

 

[5] Nakşbendî şeyhi, M. Zahid Kotku’nun müritlerinden olan Turgut Özal’ın bu görüşte olduğu ileri sürülmüştür.

 

[6] el-Hadîd ’nin üçüncü âyet-i kerimesinin, gerçekleştirebileceğim en isabetli Türkçe çevirisi bu olabilir kanısındayım. Yazar.

 

[7] Bkz. فصوص الحكم، ص/553، دار الكتاب العربي، بيروت-لبنان

 

[8] Bkz. el-Bakara /163; en-Nisa /171; el-Mâide /73; el-En’âm /19; İbrahim /52; en-Nahl /22, 51; el-Kehf /110; el-Enbiyâ /108; el-Hacc /34; el-Ankebût /46; Fussilet /6.

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.