Güneşin tam tepede olduğu zaman, gözlerini dünyaya açmıştı Ünzile. Mutlu bir sabahtı! Kuşlar mutluydu, bahçedeki çiçekler mutluydu, odanın halası, sehpası, gardolabı mutluydu işte. Yalnız bir kadın korkak gözleriyle bakıyordu karşısındaki dev herife. Nasıl çaresiz! Zaten her şey çaresizlikten değil miydi?
Herif bir yandan yumruğunu sıkmış bir yandan da dişleri nasıl sıkı. Birazdan sanki kırılacak gibi. Sıcak havanın ter döktüren güneşinde, çarptı kapıyı soğuk rüzgarıyla. Kadın hüzünlü, kadın ağlar içine hüngür hüngür. Dolar boğazına kadar da susar bildiği en iyi lisanda, konuşamaz. Yasak çünkü ona konuşmak! Tek kelime etme hakkı doğmamış ona. Kadın sadece tarlada çalışır, evine, adamına bakar, aşını pişirir ve…yaşarken ölür! İnsan değil, insanlığın olmadığı dünyada!
Ünzile ise öyle güzel, öyle beyaz ki teni, al al yanakları, toprak gibi gözleri…Avuç içi kadar yüzü, bakıyordu bu acımasız dünyaya, insanlarına. Anlamaya çalışıyordu, kimdi onlar? Ya o korkunç sesler? Kenara fırlatılmış çöp poşeti gibi, atılmış bir döşek başına. Sabah 8’den öğlen 12’ye kadar, sonra yine akşam 8’e kadar ana kucağında. Herif eve gelince döşek başında. Sabahın bir körü çığlık sesine uyanmıştı da hiç sesi çıkamamıştı. Alışmış mıydı sahi de ondan mıydı bu suskunluk? Nasıl olsa herif işe gider, annesi koşar gelirdi birazdan. Alnı terli, saçı başı dağılmış, alırdı onu bağrına basardı, sütünden verirdi. Severdi yavrusunu, öpüp koklardı. Sonra bir ah çekerdi dünyadaki bütün haksızlıklara, vicdansızlara karşı. Biri gelse de kurtarsaydı yavrusunu. Bırakamazdı ki oysa. Ne çok özlerdi onu, ayıramazdı kendi can parçasını.
Zaman geçti, geçti, geçti… Ünzile büyüdü 8 yaşına vardı. Bilmem kaç kez dayak yedi. Ağzındaki kan ile tanışalı iki sene olmuştu da yine de sevememişti ne rengini ne de tadını. Herifin eve gelmeye yakın koşa koşa saklanırdı elli metrekarelik evde! Annesi anlardı hemen tabak çanak çıkar ortaya, yemekler konur masaya, herif yer kalkar sonra annesiyle Ünzile yerdi artık kalanları. Severdi ama Ünzile ekmek kırıntılarını yemeyi. Gizlice küçük elleriyle toplar onları, yarın sabaha kuşlara götürürdü. Sevgi doluydu içi, kim öldürebilirdi onu yaşarken? Kimin hakkı vardı buna?
Aklı ermezken başladı her şey! Akşam saat 9 eve herifle bir adam geldi. Herif o akşam ilk defa yanına çağırmıştı Ünzile’yi. O da korka korka gitmişti içeri. Ne için çağrılmıştı? Adam Ünzile’nin başını okşamak için elini kaldırmıştı da hemen yüzünü kapamıştı, korkmuştu. Sanki bir çocuk sever gibi sevmişti adam. Çocuktu ya sahi!
Kadın öğrendiğinde ilk defa sesi çıkmıştı. Bağırdı, çağırdı, dayak yiye yiye en son dayanamayıp yere yığılınca susuvermişti. Ünzile her şeyden habersiz! Kaç koyun etmişti? Kaç para? Kaç altın? Her ne ise ederi bu kadar acı mıydı bedeli?
İki ay sonra geldiler bir araba, içinde üç beş insan. Herkes ona bakıyordu. Ne vardı ki onda? Niye bakıyorlardı öyle acımasız öyle hoyrat! Ünzile ise titrek kalbi, elleri, vücudu… Bilmezdi görücüye geldiklerini. O arabaya binerken bir damla aktı sol gözünden. Kalbinden damarlarına akan kan gibi gözünden aktı o damla. Sadece bir damla yaş her şeyi anlatmaya yeterdi. Son kez annesine bakışı, son kez sarılışı, kokusuna içine çekişi…
Ve susar ‘çocuk’ Ünzile!
Aradan geçen zaman, seneler, ne çok şey götürmüştü ondan. Taş kesilmiş kalbi, boş bakışları, ne üzgündü ne mutlu. On iki yaşında kucağında yavrusu. Kendisi kadın! Ağlasa ağlayamaz, konuşsa sesi çıkmaz. Acizliğin sessiz çığlığında kaybolup gitti…
Ve sonsuzluğa susar ‘kadın’ Ünzile!