Müslim ile Müslüman Birbirinden Nasıl Fark Edilebilir?

İnançlarda, düşüncelerde, zihniyetlerde ve kavramlarda bugün yaşanmakta olan karmaşa, -dıştan benzeşen fakat içerik olarak birbirine aykırı- birçok şeyin ayırt edilememesine neden olmaktadır. Bu da yanlış kanaatlere ve çoğu kez hatalı yargılara yol açabilmektedir.

 

İslâm ile Müslümanlığın -dıştan yansıyan benzeşmeleri- bu konudaki yanılmalara en çarpıcı bir örnektir. Buna bağlı olarak -dıştan benzeşen- Müslim ile Müslüman kişilik arasında da inanılmaz farklar vardır. Dolayısıyla temelde birbirine aykırı olan bu iki kişilik arasındaki uçurumun derinliğini kestiremeyen kimse -eğer mü’min ise- îmânî risklerle karşılaşabilir. Bu ilgiyle İslâm akidesinde -insan ilişkilerine yansıyan sonuçları bakımından, îmânı zedeleyici inanışlara dair uyarıların büyük önem taşıdığına burada işaret etmek gerekir.

 

Din ve inanç konularında özellikle günümüzde sıkça rastlanan ihlâller, birçok insan için îmânın zevâline neden olabileceği gibi, doğurduğu sonuçlar da -dolaylı yollarla- ahlâksızlığın yayılmasına yol açabilir. Onun için aslında -çok tanrılı bir din olan- Müslümanlık ile -bir tevhid dini olan- İslâm, (sırf dıştan benzeştikleri için), aralarındaki derin uçurumun farkında olamayanlar, Müslim ile Müslüman kişiyi de birbirinden kolayca ayırt edemeyebilirler. Bu ise ilişkilerde özellikle helâl ile haramın, sıkça ve kolayca birbirine karışmasına yol açabilir. Günümüz dünyasında İslâm’ı koruyup savunabilecek bir otorite -maalesef- bulunmadığı için bu tehlike her zaman ve her yerde -özellikle bilgisiz mü’minler için- ihtimal dâhilindedir. Dolayısıyla Müslümanları hiç ilgilendirmiyor olsa da Müslimler için son derece önem taşıyan bu farklara bir nebze açıklık getirmek yarar sağlayacaktır.

 

Müslim ile Müslüman kişi arasındaki inanış, düşünce ve davranış farklarını burada genişçe izah etmeye elbette imkân yoktur. Ancak bu iki kişilik arasında bulunan (söz konusu üç noktadaki) önemli farkları -maddeler halinde- şöyle özetlemek mümkündür:

 

1) Müslim kişi, -sırf Allah’a gösterilmesi gereken bir saygı biçimiyle- faniye saygı gösterilemeyeceğini bilir ve böyle inanır.[1] Ancak Müslümanlar tarafından ölümle tehdit edildiği zaman (bilgisini kullanarak) bir yol seçmeye bakar ve sonucuna katlanır! Nitekim Müslim insanın, inancından kaynaklanan bu tutumu onu özellikle Türkiye’de büyük tehlikelerle karşılaştırır. Bunun örnekleri sıklıkla yaşanır. Müslimler bu yüzden yargılanır, ağır cezalara çarptırılır, bazen de acımasızca linç edilirler![2] Müslim kişiyi çok tanrılı dinlerin bağlılarından ayıran en belirgin ölçüt budur.

 

2) Müslim kişi, -imkânlar elverdiğinde- «izâfî gayb»’ın beş duyu sayesinde ve araç kullanılarak bilinebileceğine, ancak «mutlak gayb»’ın Allah’tan başkası tarafından asla bilinemeyeceğine, şayet elçiye bildirilmişse bunun mümkün olabileceğine inanır. Müslüman ise Kur’ân, ilim ve akıl ile izahı ve kanıtlanması olanaksız iddialarla bunun «evliyalar» için de mümkün olduğuna inanır. Aslında iki ayrı dine bağlı olan bu iki figürün inançları arasındaki söz konusu fark -kendi sınırlarında- son derece doğaldır. Çünkü bunların her biri, öbüründen ayrı bir dine bağlıdır. Doğal olmayan şey; bu iki dinin aynı olduğuna inanan insanların bu aykırı inanışlar konusunda tartışmalarıdır. İşte bu yüzden talihsiz olaylar yaşanmaktadır. Nitekim «Neo-Selefîler» bu tür hatalara düşerek büyük gailelere neden olmuşlardır. Onların bilgili ve mutedil mü’minlerden farkları bu noktada açığa çıkmıştır.

 

3) Müslim-mü’min kişi, muvahiddir. (Allah’ı zatında, sıfatlarında ve isimlerinde birleyen) bir inanca sahiptir. Bu inanca «Tevhid» denir. Müslüman ise teomorfisttir. Yani -spekülatif yorumlarla inkâr etmeye kalkışırsa da- aslında tanrılaştırdığı insanlara tapar.[3] Bu inanç özellikle -Türk Müslümanlığının önemli bir ekolü olan- Nakşbendî Tarikatı’nın otoriteleri tarafından -mistik terminoloji kullanılarak- açıkça dile getirilmiştir.[4] Fakat dil, ağdalı ve rûhânî bir üslupla kullanıldığı için, bu spekülatif yöntemi İslâmî ağızdan ayırt edebilecek bilgi ve kültürden yoksun bulunan Müslümanlar tevhid ile teomorfik inançlar arasındaki uçurumun farkında olamamışlardır! Nitekim İslâm’ın 1000 yıldır Türkler tarafından Müslümanlıkla sürekli karıştırılıyor olmasının temel nedeni budur. Bunun birçok ikincil nedeni daha vardır ki bunların başında Türkçe gelmektedir. Çünkü Türkçe -yüzyıllar boyu göçebeliğin ve askerî ruhun baskısı altında- sade bir halk dili olarak kalmış, tarihin hiçbir döneminde (ve günümüzde de) bir bilim dili olma özelliğini kazanamamıştır. Dolayısıyla Türkçeyi ana dil olarak konuşanlar, İslâm akaidinin inceliklerini anlamakta oldukça zorluk çekerler.

 

4) Müslim-mü’min kişi, İslâm’ın bütünlüğüne inanır ve «ef’âl-i mükellefîn أحكام الأفعال المكلّفين» ahkâmını çiğnememeğe özen gösterir. Örneğin; Kur’ân-ı Kerîm’in bir anayasa olduğuna inanır, bireysel ve toplumsal yaşamın bu anayasaya uygun olmasını ister; canını bu uğurda tehlikeye atmaktan da çekinmez. Kur’ân-ı, asla ölü ruhuna okumaz. (Çünkü Hz. Peygamber’in ve dâvâ arkadaşlarının, Kur’ân-ı, asla ölü ruhuna okumadıklarını kesin olarak bilir). İslâm’n, -esasen- siyasi, sosyal ve kültürel hayatın kuşatıcısı ve düzenleyicisi olduğunu bildiği için, dini siyasete alet etmez, çünkü edemez ve onu bir sömürü aracı olarak kullanmaz, çünkü kullanamaz. Müslüman ise, İslâm’ın bütünlüğüne inanmaz. Tam tersine -kendisi ile alâkası bulunmamasına rağmen, yetkisiz ve bilgisiz olarak- sık sık Kur’ân-ı Kerîm’den söz eder; onu ölü ruhuna okur; ücret karşılığı, Kur’ân okumaktan ve okutmaktan çekinmez.

 

5) Müslim-mü’min kişinin yaşamında rûhânîlik yoktur; Bu nedenle (başka dinlere ait mistik akımlar oldukları için!) tasavvuftan, ve tarikatlardan uzak durur. Hayatını takva ölçülerine göre düzenlemeye çalışır. Müslüman ise çelişkilerle dolu kaotik bir dinsel yaşam içinde bocalar. Müslümanların bir kısmı tarikatçıdır. Örneğin Türkiyeli, Türkistanlı ve Afganistanlı Müslümanlar arasında Nakşbendî ve Alevi tarikatları, Hindistan ve Pakistan’da da Diyobendîlik yaygındır. Türkiyeli Alivîler, kimliklerine göre Müslüman olmalarına rağmen Alevîlik, Müslümanlıktan bağımsız bir din haline gelmiştir. Oysa Türk Alevîliği de temelde Türk Sünniliği gibi İslâm’a tepki olarak doğmuş bulunan Müslümanlığın bir varyantıdır. Ayrıca Anadolu’da, isimleri uzun bir listeyi doldurabilecek (Kâdirî, Rufâî, Halvetî, Cerrahî, Mevlevî, Bektaşî ve Melâmî gibi) birçok tarikat eskiden beri yerleşmiştir.

 

6) Müslim-mü’min kişi, -îmânın selâmeti için- ihlâs ve takvanın önemine inanır. Onun için Allah’a bağlılığını erdemli ve disiplinli bir yaşamla sürdürmeye özen gösterir. Müslüman ise takva ile alâkası olmayan bir dindarlık gösterisi içinde yaşar. Bu ilgiyle belirtmek gerekir ki Müslümanlıktaki «dindarlık», İslâm’daki «takva»’nın  alternatifidir.

 

7) Müslim-mü’min kişi; bireysel ve sosyal disiplinin; sevgi, saygı ve barışın varlığı güçlülüğü ve devamı için güzel ahlâkın esas olduğuna inanır. İlginçtir ki Müslümanlar, kendi dillerine ve dinlerine ait olmayan bu kutlu kelimeyi sık sık kullanırlar. Ne var ki ahlâk, onlar için hemen hiçbir anlam ifade etmez. Nitekim şu çok çarpıcı örnek, Müslümanlar arasındaki yaygın ahlaksızlığı yeterince kanıtlamaktadır;

 

İslâmî ilimlerden tamamen habersiz ve hiç Arapça bilmedikleri halde Kur’ân-ı Kerîm’i Türkçeye çevirmeyi göze almış birçok Müslüman meâl yazarı, Kur’ân’ın metninde geçen «Müslimler» sözcüğünün Arapçasını «Müslümanlar» şeklinde tercüme etme cüretini göstererek, -dille ifade edilmesi zor- bir ahlâksızlık örneği vermişlerdir. Bu şahısların bilgi düzeylerini ve sorumluluk duygularını test etmek isteyenler, meselâ Kur’ân-ı Kerîm’den (bir âyetin yalnızca Arapçasını), bu meâl yazarlarından diledikleri birine gösterip (onun, herhangi bir kaynağa başvurmasına meydan vermeden!) çevirisini isteyerek -burada ifşa edilen- bu korkunç gerçeğe bizzat tanıklık edebilirler.

 

İşte o zaman, İslâm ile Müslümanlığın, keza Müslim ile Müslümanın ne kadar ayrı, ne kadar farklı ve birbirlerine ne kadar benzemediklerini gerçek mânâda anlamış olur.

 

————————————————————————————————–

[1] Özellikle üç duruş biçimi vardır ki -İslâm akidesine göre- her kim ve ne olursa olsun; Allah’tan başkasına, bunlardan biriyle asla saygı gösterisinde bulunulamaz. Bunlar: 1) Karşısında, susarak ve kımıldaman ayakta durmak; 2) Karşısında, rüku’a varmak. 3) Karşısında, Secdeye varmak. Kim bu duruş biçimlerinden herhangi biri ile Allah’tan başkasına saygı gösterirse sonucuna katlanmak zorunda kalır!!!

 

[2] Türkiye’de siyasî kisve ile kamufle edilmiş animist bir akımla Müslümanlığın karışımından oluşan çok yeni bir dinin militanları, cumhuriyetin başından 1980’lerin sonuna kadar mü’minleri kâh şeytanlaştırarak, kâh onları tarikatçılar kategorisinden sayarak sayısız cinayetler işlemişlerdir. İlâhlarını akıl hastalarına kırdırarak bahaneler yaratan bu azınlık Müslümanlara dokunmazlarken, 1980 yılına kadar İslam’a ve Müslimlere karşı çok sert politikalar izlemişlerdir. Tarikatçılara, «Türban yaygarası»’ndan sonra yenik düşmüş olsalar da -mü’minlere karşı- iktidardaki Müslüman tarikatçılarla aynı tutum içindedirler.

 

[3] Örneğin bir tarikatçı (mürid), şeyhine taptığını, onu Allaha eş koştuğunu nadiren ağzından kaçırır. Keza Sünnici ya da Alevî bir Müslüman herhangi bir yatırın, bir «velinin», Allah’ın ortağı olduğunu kolay kolay itiraf etmez, açıktan söylemez, fakat içinde kesinlikle böyle inanır. Dolayısıyla takiyye, sadece Şiilere mahsus bir sır saklama yöntemi değil, aynı zamanda Sünnici ve Alevîler arasında da yaygındır. Müslümanlar, şeyhlere, evliyalara, yatırlara ve Osmanlı padişahlarına ibadet etmediklerini, sadece onlardan şefaat dilediklerini ileri sürerler. Ancak bu tutumlarıyla Zümer Suresi’nin üçüncü ayet-i Kerime’sinde izah edilen duruma düştüklerini hiç düşünmezler.

 

[4] Nakşbendî şeyhlerinden Abdulhakîm Arvâsî 1923 yılında kaleme aldığı «Râbıta-i Şerîfe»  adlı risâlesinde «râbıta» ritüelinin icra şeklini aşağıdaki satırlarında tarif ederken insanın, Allah’ın sırf zatına mahsus sıfatlara sahip olabileceğini ifade etmektedir. Sözleri aynen şöyledir:

 

«Râbıta, Sıfat-ı İlâhiyye-i Zâtiye ile mütehakkık, makâm-ı müşâhedeye vâsıl bir kâmil–i mükemmel ile rapt-ı kalb eyleyüp huzur ve gıyabında o za­tın sûretini hızâne-i hayâlinde hıfzetmekten ibarettir.»

 

Yazar, ağdalı bir ifade kullandığı için -günümüzün okuyucusu tarafından anlaşılamayabileceği endişesiyle yukarıdaki tarifi-, Necip Fazıl Kısakürek aşağıdaki şekilde sadeleştirilmiştir.

 

«Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahede makamına varmış bir kâmil ve mükemmele kalb bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayâl hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.» Kaynak: Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe, Bayezit Devlet Kütüphânesi No. 243435 s. 18

 

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.