Müslümanlığın Doğmasına Zemin Hazırlayan İlk Neden

Türkistan’ın fethinden sonra Müslümanlığın, -günümüzden yaklaşık bin yıl önce dinsel bir hareket olarak- kıpırdamaya başlaması, İslâm Tarihinde oldukça önemli bir dönüm noktasıdır. Bu ilgiyle atlamamak gerekir ki; Türkiye’de entelektüel elitin sıkça kullandığı «bin yıllık tarihimiz» şeklindeki söylem, dikkat edilmesi gereken -yarı gizemli- bir işarettir! Çünkü 622-2018 arası, 1000 yıl değil, 1396 yıldır. Türkiyeli Müslümanlar çok zeki oldukları için (!) İslâm’dan farklı bir dinin bağlıları olduklarını, işte böyle bir parola ile gizleme çalışırlar! «Şecâat arzederken merd-i kıptî sirkatin söyler.»

 

Müslümanlığın Milâdî 700’lerde depreşmeye başlaması, -İslâm’ı hırpalayıcı üç sapkın olayı izleyen- bir dizi komplo süreçlerinden sonraya rastlar. Hâricîliğin patlak verdiği günler ile Müslümanlığın zihinlerde örüldüğü dönem arasında yüzyıllar geçmiş olsa da –bu uzun zaman aralığında birbirini üretmiş sebep-sonuç zincirini geriye doğru izleyerek- ikisini birbirine bağlayan ilgileri bulmak mümkündür. Fakat bu çok uzun bir uğraş gerektirir ve yeri burası değildir.

 

Müslümanlığın, -Hz. Peygamber’in vefatından en az iki yüz yıl sonra- İran’da -ve daha sonra da Türkistan’da- salt bir paradigma olarak zihinleri meşgul etmiş olabildiğini düşünmek gerekiyor. Çünkü kesin olarak diyebiliriz ki o tarihlerde, (Türkler arasında) «Müslümanlık» sözcüğünün telâffuz edildiğine ilişkin -şimdiye kadar- herhangi bir belgeye rastlanmamıştır; bu gerçeği geçersiz kılabilecek hiçbir kanıt mevcut değildir. Dileyen, «Müslümanlık» sözcüğünün tarihte ilk kez ne zaman ve kim tarafından kullanıldığını ispatlayarak bu bilgileri test edebilir.

 

***

 

Yukarıda sözü edilen üç sapmanın çok kısa özeti şudur: Kur’ân ve Sünnet çizgisine aykırı ilk belirgin çıkış, Muaviye’(602-680) nin Râşidî Hilâfet sistemine son vermesi olayıdır; ikincisi, Hâricîlik hareketidir; üçüncüsü ise İslâm akaidine entelektüel elitin, diyalektik söylemle müdahalesidir… Çok erken dönemde cereyan etmiş olsalar da Müslümanlığın doğmasında, bu üç hadisenin zemin hazırlayıcı birer faktör olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak Emevî yönetimini İslâm’ın büsbütün dışına iten ve birbirini izleyerek sonraki gelişmelerde kalıcı etki bırakan faktörlerin başında Hâricîliği görmek gerekir. Bu süreçler, böylece adetâ birbirini doğurarak Müslümanlığın peydahlanmasına kadar devam etmiştir.

 

Müslümanlığın ortaya çıkmasının, neden ilk sebebi olarak Hâricîleri görmeliyiz? Oysa bu marjinal grup ilk kez Hz. Ali (599-661) zamanında siyaset sahnesine çıkmıştır ve bunların tamamı Arap idiler. Müslümanlık kelimesi ise yüzyıllar sonra yalnızca Türkler tarafından kullanılmaya başlamıştır. Günümüzde de yalnızca Türkler tarafından kullanılmaktadır. Görüldüğü üzere Haricilikle Müslümanlık arasında hiçbir ilişki bulunmadığı gibi Hâricîlerle Müslüman Türkler arasında da hiçbir alâka yoktur.

 

Bu tarihsel gerçeklere ilişkin yukarıdaki açıklama, Aslında İslâm’ı, -daha ilk yıllarında aşındıran olaylara- sadece dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Vurgulamak gerekir ki o günlerde henüz Müslümanlık adı altında bir din mevcut değildi. Fakat yüzyıllar sonra bu dinin (hem de İslam kisvesi giydirilerek) sahneye çıkarılmasında birçok olay, zincirleme olarak -bir şekilde- etkili olmuştur. İşte bunların ilki Hâricîliktir.

 

Proto Vahhabîler olarak da adlandırabileceğimiz Hâricîler [1]الخوارج, ilk dönem İslâm toplumunun sürpriz manifestocularıdırlar. Bunların başlattıkları dinî-siyasi hareket, tarihe «Hâricîlik» olarak geçmiştir. Müslümanlığın, çok sonraları ortaya çıkmasının neden ilk tetikleyicisi sayılabileceklerini kavrayabilmek için bu grup ve davaları hakkında çok özet de olsa bazı bilgiler vermek gerekir.

 

656 yılında Hz. Ali ile Muaviye arasında patlak veren Sıffin Savaşı sırasında taraflar bir ara barış arayışları içine girdiler. Fakat hakemlik sırasında sergilenen spekülatif davranış biçimleri, barış arayışlarını sabote ederek çabaları sonuçsuz bıraktı. Bunun üzerine Hz. Ali’nin ordusunda bulunan büyük sayıda fanatik bir grup, tepki göstererek ona karşı isyan başlattı. Hz. Ali’nin bir Hâricî tarafından girişilen suikast sonucu yaşamını yitirmesi[2] ile had safhaya ulaşan siyasi karışıklıklar, İran ve Türkistan’ın fethedilmesine kadar İslâm hayat düzeninde ciddi kırılmalara yol açmıştır.

 

Peki, İslâm tarihinde meydana gelen bu ilk sarsıntılar, sonrasını nasıl etkiledi, Müslümanlığın doğması için hangi gelişmelere yol açtı ve bu dinsel akıma nasıl zemin hazırladı? Bu soruya, tarih kaynaklarında cevap oluşturacak o kadar çok bilgi vardır ki bunları özetlemek bile kolay değildir. Ancak bunlara «bir gerçeğin binlerce sayfaya serpiştirilmiş öyküsü» diye bir ad yakıştırabilirsiniz. Onun için Müslümanlığın kronolojisini ortaya çıkarmak, (kendini bu işe adamış profesyonel araştırmacıların dışında kalanlar için) imkânsızdır. Problemin esasen can alıcı noktası da budur. Dolayısıyla bu kozmik anlatımlar içinden, ilişkili kareleri teker teker yakalayıp yan yana getirmek ve deyim yerinde ise taşları yerine oturtmak bir maharet ve de cesaret işidir. Onun içindir ki Müslümanlığın, bugüne kadar (hele Türkiye’de!) köküne inerek fotoğrafını ortaya çıkarmayı hiç kimse göze almak istememiştir. Tam tersine bazı araştırmacı ve akademisyenler, sadece; «İslâm’a birçok bid’at ve hurafenin karıştırıldığı» yolunda kitaplar ve makaleler yazmış, böylece dinin dejenere edildiği ve mecrasından saptırıldığı yolunda velvele kopararak meseleyi örtbas etmişlerdir. Bunlardan hiç biri, İslâm ile Müslümanlığın ayrı ve birbirinden bağımsız birer din olduğuna ilişkin herhangi bir görüş ortaya koymamıştır..

 

***

 

Hâricîliğin, -tutucu bir siyasi-dini hareket olarak- ilk dönem İslâm toplumunu her bakımdan tehdit ettiğini ve insanların siyasi olaylardan ürkerek sindiğini tahmin etmek güç değildir. O günlerdeki hoşgörüsüzlük ortamında moralini yitiren Arap halkın, -İslâm’ın dışından- alternatif teselli kaynakları arayışına girdikleri muhakkaktır. Tasavvufun tam bu sırada, çoğu İran kökenli mistik şahsiyetler tarafından yaygınlaştırıldığı ise zaten bilinen tarihi bir gerçektir. Nitekim İranlı Zerdüştî militan gruplar için o günler, tam bir altın fırsat dönemi olmuştur. Bu gelişme, kuşkusuz Emevî yönetimini etkilemiş ve sertleştirmiştir. Bu yüzden (cihad ahlakına aykırı olarak) yönetimin izlediği işgal niteliğindeki «fetih?» hareketleri sırasında (özellikle Türk kentlerinde binlerce putun toplatılıp yakılmasıyla) Türklerin vicdanında İslâm’ın mahkûm olmasına neden olunduğu kuvvetle muhtemeldir. Dikkat edilirse bu haşin davranış biçiminde, bilinçaltındaki mutaassıp hâricî ruhun ve Arap ırkçılığının dışa vurumu vardır. Tabiatıyla bu davranış biçimi, «Kur’ân’daki İslâm»’a karşı Türklerde uyanan kin ve nefret nedeniyle onların, (başkaldırı yerine) spekülatif bir dinsel tercihle tepki gösterdikleri akla gelmektedir. Bu yöntem, aynı zamanda -psikolojik bir tatmin yolu olarak- onlar için daha güvenli bir protesto şekli olmuştur. Bu tepkinin en çarpıcı ve en tehlikeli ürünü olarak Müslümanlık adındaki mistik ve çelişik inançlar sarmalı, böylece -İslâm’a alternatif bir din olarak- sinsice örülmüş ve günümüze kadar yaşatılmıştır. Nitekim bugün -siyasi propagandalar ve milli sloganlar eşliğinde hız verilen- dincilik faaliyetleriyle Müslümanlık, olabildiğince İslâm’a karşı kışkırtılmaktadır. Bu ise yüzyıllardır gizlenen Tarihi gerçeklerin daha çıplak bir görüntü içinde yansımasını gözler önüne sermektedir.

 

Emevî ve Abbasî dönemlerinde Arap toplumu, Hâricîlerle sürekli haşir neşir olmuş, bu şiddet yanlısı hareketin mensuplarına karşı, -aynı zamanda- sık sık savaşmışlardır. Türkiye halkı ise, -mahdut sayıdaki tarih araştırmacıları hariç-, son yıllara kadar Hâricîler hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip değillerdi. Haricileri çağrıştıran Vahhabîlikالوهابية  ve Selefîlikالسلفية  kavramları ile el-Qaideالقاعدة  ve Daişداعش  adlı örgütler hakkında da yine Türkiye toplumunun gerçeklere uyan bilgileri son derece azdır. O kadar ki «Daiş  داعش» terör örgütüne, -yakın geçmişte- cahil Türk gazetecileri tarafından «Işid» diye komik bir isim bile takıldı. Büyük ihtimalle Daişliler Türkiye’de kendilerine takılan bu (acayip) adı hiç duymadılar, ya da duymuş olsalar bile ona hiçbir anlam veremediler! Öte yandan gazeteciler, hatta devlet adamları bile Daiş sözcüğünü doğru telaffuz etmekten halâ acizdirler! Nitekim bu kelimeyi Deaş şeklinde gevelemeye devam etmektedirler.

 

400 yıl boyunca Türklerle aynı bayrak altında yaşayan Arapların, hiçbir zaman «Müslümanlık» kelimesini kullanmamış olduklarını, hatta Türkiye’de böyle bir dinin varlığı hakkında bile hiçbir bilgiye sahip bulunmuyor olmalarını aynen yukarıdaki örneğe benzetebiliriz. Bu sizi hiç şaşırmıyor mu; ya da sizce, İslam ile Müslümanlığın iki ayrı din olduklarının bu en çarpıcı ve en güçlü kanıtlarından biri değil mi?!

————————————————————————————————–

[1] Arapça الخوارج kelimesi batı literatüründe: «Khawarij» şeklinde geçer.

 

[2] Hz. Ali’yi, namaz kıldığı sırada öldüren Abdurrahman bin Mulcem el-Murâdî, bir Hâricî militanı idi. Bu olay, Hicretin kırkıncı yılı, Ramazan ayının 19’uncu günü olarak tarihlere geçmiştir.

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.