Türk Müslümanlığı: Pers kültürünün etkisi altında ve -büyük ihtimalle Mîlâdî 650’lerden bir süre sonra- zaman içinde yapılanan mahalli ve milliyetçi bir dinsel akımdır. Türkistan, Toharistan ve Soğdiana halklarının asırlar boyu çeşitli dinlerden devşirdikleri inançları, İslam’a ait ibadet ve kısmen hayata ilişkin yasalarıyla birleştirip inşa ettikleri yapay bir din olarak da «Türk Müslümanlığı»nı tanımlayabiliriz. Bu akımın baskın etkisi altında Toharlar’ın ve Soğdlar’ın da kısa zaman içinde Türkleştikleri sanılmaktadır.
Türk Müslümanlığı’nın beslendiği birçok kaynak vardır. Bunların en başında -biraz önce de işaret edildiği gibi- Pers Müslümanlığı gelmektedir. Güvenilir bir ilim adamı olan ünlü araştırmacı Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, bu konuda birçok gerçeği -birkaç satır içinde- özetlemiş bulunmaktadır; diyor ki:
«Türkler İslâmiyet’in birçok unsurlarını doğrudan doğruya Araplardan değil, acemler[1] vasıtasıyla aldılar. İslâm medeniyeti Türklere, İran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile Maveraü’nnehr’den geçerek geliyordu»[2]
Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu da bu ifadeyi teyit eder mahiyette şunları söylüyor:
«Anadolu’ya ulaşmadan önce, 4 asra yakın bir zaman diliminde Türkler ile Farsların inançlarında ve dillerindeki değişme ve gelişme süreci büyük ölçüde Mâverâünnehir/Batı Türkistan bölgesinde bir arada geçirilmiştir.»[3]
Konu ile ilgili tarihi olaylar bu gerçeği kanıtlamaktadır. Nitekim M.S. 633-651 yılları arasında İslâm orduları tarafından tamamen fethedilen İran’ın, -Zerdüşizmle İslâm’ı sentezleyerek- oluşturduğu yeni Fars dinini (ve ona bağlı Şiîlik ekolünü) kısa zamanda Türkistan bölgesinde yaymayı başardığını varsaymak gerekir. Farsların, İslâm’daki önemli ibadetlere verdikleri Faşça adların Türkler tarafından günümüze kadar kullanılıyor olması da bu hakikate işaret eder mahiyettedir.[4]
Prof. Dr. İbrahim Agâh Çubukçu da Farsların Türkler üzerindeki derin etkisini çok açık bir dille şöyle özetlemektedir:
«İslâm mezheplerinden özellikle Şiilik[5], Türkler üzerinde daha kolay etki yapmıştır. Peygamberin amcasının oğlu Ali’nin çocuklarına Emevîlerin zulmetmesi, daha sonra da hilâfete geçen Abbasîlerin taht tasası yüzünden onları tedirgin etmesi, devlet gücünün ulaşamadığı yerlerde Şiîliğe ilgiyi artırıyordu.»[6]
Bu tespitler ışığında denebilir ki Türk Müslümanlığı, yüzyıllar boyu -çeşitli etkenler altında- geçirdiği evrimlerle önemli değişimlere uğrayarak günümüze ulaşmıştır. İslâm ise -Raşid Hilâfet döneminden sonra uygulamada, anayasal bir çerçeve içinde kendine yer bulamamış olsa da- yazılı bir bilgi birikimi olarak literatürde varlığını günümüze kadar sağlam bir şekilde sürdürebilmiştir. Bu noktada, Türk Müslümanlığının inşa süreci büyük önem taşımaktadır ve derinlemesine araştırılmaya muhtaçtır.
Dolayısıyla rahatça diyebiliriz ki Türk Müslümanlığı, ideolojik olarak -Pers Müslümanlığı örnek alınmak suretiyle- yapılandırılmıştır. Yani -açıkça söylemek gerekirse- Emeviler’in gerçekleştirdikleri Türkistan fethinin, -Türkler tarafından- din silahıyla alınmış rövanşıdır. Bu, -görünürde- bir pasif direniştir, fakat oldukça anlamlıdır. Çünkü -yine açıkça ifade etmek gerekirse- Türkler âdetâ «lisan-ı halle», Araplara aynen şunu söylemişlerdir: «Siz, geldiniz, topraklarımızı silah zoruyla işgal ettiniz; size karşı o günlerde belki aynı silahla direnemedik; fakat dininize öyle bir darbe indireceğiz ki bunu yüzyıllar boyu fark edemeyeceksiniz. Hatta çok geçmeden darmadağın olacak, o kadar perişan olacaksınız ki -efsanelerimizle, destanlarımızla, hurafelerimizle, geleneklerimizle ve milli sembollerimizle süsleyerek, zaman içinde ve yeni bir isim altında tanınmaz hale getireceğimiz- dininizi İslâm’a dönüştürmeyi bir daha beceremeyeceksiniz; o kadar sersemleşeceksiniz ki, dininize yakıştıracağımız adı[7], yüz yıllar sonra bile merak edemeyeceksiniz. Ancak bu -milli din- artık size değil, sadece bize ait olacaktır!»
Evet, tarihi gelişmeler çok dakik şekilde -ve kronolojik olarak- incelenecek olursa Türk Müslümanlığının bu düşünce ile yapılandırılmaya başladığı ve -böyle bir ilk adımla- zaman içinde -süreçler boyu evrilerek- günümüzdeki son şeklini aldığı anlaşılacaktır.
Önemle vurgulamak gerekir ki Türkistan’a yapılan askeri harekâtın karakteri, Türk Müslümanlığının oluşumuna ortam hazırlayan faktörlerin başında gelir. Onun için bu harekâtı, Ashab’ın fetihlerinden ayırmak gerekir. Ashabın fetihleri tamamen «İslâm’ı tebliğ» amacıyla yapılmıştır. Amaçları arasında işgal ve ganimet öncelikli değildir. Râşid Hilâfet döneminden sonraki ilk fetihlerde -her ne kadar- «İslâm’ı tebliğ» amacı varsa da işgal ve ganimet önceliklidir. Daha sonraki dönemlerde sürdürülen fetihlerin tamamında ise sırf hakimiyet kurma, ekonomik kazanımlar elde etme, intikam alma ve komşulara gözdağı verme gibi amaçlar daha baskındır. Onun için Râşid Hilâfet döneminden sonraki fetihler büyük ölçüde -İslam fıkhına uygun- cihadî anlam taşımaz. Nitekim İslâm ümmetinin günümüzde yaşadığı felaketlerin temelinde bu gayr-i cihadî askerî hareketler yatmaktadır.
Türk Müslümanlığının, en büyük ilham kaynaklarından biri de Türklerin eski dinleridir. Nitekim İslâm’la tanışırken Türklerin, önceki dinlerinden tamamen sıyrıldıklarını söylemek inandırıcı değildir. Bilakis, eskiden kalma birçok inanç ve ananelerini Müslümanlık döneminde de sürdürmüşlerdir. Bunları İslâm’a ait kavram ve ibadetlerle harmanlayarak çeşitli adlar altında kurumlaştırmışlardır.
Bu konuda yine Prof Dr. İbrahim Agâh Çubukçu -Şiîliğe değindikten sonra- aynen şöyle bir ifade kullanmaktadır:
«Daha sonra Alevîliğin de doğmasına neden olan bu akım, Şamanlık, Budha ve Mani dinlerinin kalıntılarını töre halinde yaşatan Türklerin psikolojisine uygun geliyordu. Böylece Türkler Sünnet ehli’nin sıkı kuralları yerine raksa, musikiye şiire ve kadın özgürlüğüne olanak veren tasavvufa ve özellikle Şii düşüncelere daha çok yaklaşıyorlardı. Dervişlerin, eski kâmların[8] yerini alarak birtakım ince sözlerden ve gizlerden söz etmeleri de Türk toplumunun dinsel ve düşünsel yapılarını geniş ölçüde etkiliyordu. Böylece halk kitleleri arasında dervişlere karşı saygı son derece yaygın hale gelmişti.»[9]
Türk Müslümanlığının, yine en büyük ilham kaynaklarından biri mistisizmdir; yani tasavvuftur. Aslında tasavvuf akımını -İslâm yurdunda- ilkin İranlılar başlatmışlardır. Ebu Haşim es-Sûfî (öl. M.S. 760) adında İranlı bir sapkın tarafından, hicretten 150 yıl sonra Gazze’de bir tekke açıldığına ilişkin belgeler vardır.[10]
Tasavvuf, Türk Müslümanlığının belkemiğini oluşturmaktadır. Denebilir ki bu dini, -yüzyıllardır- tasavvuf yönlendirmektedir. Türkler, tasavvuf düşüncesine dayalı birçok tarikat kurmuşlardır. Tasavvuf, aslında mistik bir felsefedir; tarih boyunca üretilmiş tüm felsefeler arayış amaçlı iken tasavvuf, tam tersine bir kaçış felsefesi olarak peydahlanmış ve çeşitli ekollere ayrılarak günümüze kadar açılımını sürdürmüştür; «tarikat» olarak bilinen mistik kurumlar için altyapı oluşturmuştur. İşte bu felsefe ve üzerinde inşa edilen yüzlerce tarikat, Türk Müslümanlığına tarih boyunca çeşitli özellikler katmıştır. Bu kaynaktan yola çıkılarak İslam ile Türk ya da Fars Müslümanlıklarını birbirinden ayırt etmek bugün artık mümkün hale gelmiş bulunmaktadır.
İlginçtir ki Türk Müslümanlığı, -dış görüntüsü bakımından- İslâm’la benzerlik gösterdiği için oldukça yanıltıcıdır. Bu nedenle yeterli tarihi ve sosyolojik bilgiden yoksun kalabalıklar -hatta birçok bilim adamı ve araştırmacı- tarafından bu iki din birbirine karıştırılmaktadır.
——————————————————————————
[1] Köprülü’nün, İranlıları «acem» diye nitelemesi ilginçtir. Çünkü bu kullanım Araplara aittir. Öyle anlaşılmaktadır ki; vaktiyle İranlıların etkisi altında Müslümanlaşan ve tabiatıyla Şiîleşen Türkler, sonraları Gazneliler ve Selçuklular döneminde Arapların etkisine girerek Sünîleştiler. Dolayısıyla aynen Araplar gibi onlar da İranlıları dışlamaya ve -aynen Araplar gibi- onları «acem» diye niteleyerek yabancı görmeye başladılar. Nitekim bu bakış açısı Osmanlı-İran ilişkilerinde çok açık olarak göze çarpmaktadır. 1514 yılında iki taraf arasında cereyan eden Çaldıran Savaşı bu gerçeği kanıtlamaktadır.
[2] Ord. Prof. Dr. Uad Köprülü, Türk Edebiyatında İk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, 8. Baskı. S. 21. Ankara-1993
[3] Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu, Kırıkkale Üniversitesi, en-Edebiyat akültesi oğu illeri ve edebiyatları Bölümü, Cilt 3 Sayı 1 2013.
[4] Namaz ve oruç, İslâm’ın emrettiği önemli ibadetlerdendir. Burada atlamadan önemli vurgulamak gerekir ki; İslâm’ın fıkıh yasaları, İbadetin tercüme edilmeden -ümmetin ortak dili olan Arapça- icra edilmesini emretmektedir. İslâm’ın en önemli ibadetlerinin başında gelen Namaz ve oruç, (bu her iki kelime de) İranlılar tarafından Farsçaya çevrilmişlerdir. Oysa namaz Kur’an’ı Kerim’de ve Sünnet kaynaklarının tümünde: «salâ الصلاة», oruç da: «sawm الصوم» olarak geçer. Ayrıca, namaz için bir ön hazırlık olan ve Kur’an’ı Kerim’de «Wuzû’» olarak geçen temizliğe de farsça «Abdest» adı verilmiştir. «âb», Farsça su demektir, «dest» de el demektir. İkisinin bileşimi, el suyu anlamına gelmektedir. Bu değişiklikler, olduğu gibi Türkler tarafından kabul edilmiştir.
[5] Prof. Çubukçu’nun, Şiîliği bir İslâm mezhebi olarak görüyor olması doğaldır. Çünkü bu zat Müslümandır ve İslâm ile Müslümanlığın henüz birbirinden ayırt edilemedi dönemde yaşamıştır. Onun için Şiîliği maalesef İslâm mezhepleri arasında göstermiştir. Bu hata bir akademisyen için bir talihsizlik sayılsa da yazar, kendi açısından mazur sayılabilir. Ancak günümüzde İslâm ile Müslümanlığın farklı birer din oldukları artık -bilimsel olarak- tespit edilmiş bulunmaktadır.
[6] Prof. Dr. İ. Agâh Çubukçu,Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, Ankara Ünv. İlâhiyât Fak. Yy.No. 174. S. 3.
[7] Bu ad, kuşkusuz «Müslümanlık»’tır. Ancak ne ilginçtir ki bu kelime, Araplar tarafından günümüze kadar -ne sözlük bazında, ne de dinsel bir kavram olarak- işlenmemiştir. Bu gaflet, Abbasilerin duraklama periyoduna girdikleri tarihten günümüze kadar Müslümanların, yüzyıllar süren karanlık bir dönem yaşadıklarını göstermektedir.
[8] Şamanlıktaki «kâm» kavramı için bkz. http://www.dunyadinleri.com/samanizm.html
[9] Prof. Dr. İ. Agâh Çubukçu,Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, Ankara Ünv. İlâhiyât Fak. Yy.No. 174. S. 4.
[10] Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, Ebu Hâşim es-Sûfi’yi -elbette kendi kanaatine göre değerlendirerek- şu bilgilerle tanıtmaktadır: «Ebû Haşim, sünnî ve müteşerri bir süfîdir. Bu yüzden “Şîa” muhiti olan memleketi Küfe’den Şam cihetine hicret etmiş, Filistin‘de Remle‘ye yerleşmiştir Hasan Basrî, Malik bin Dînar ve Süfyan Sevrî ile muasırdır. (…) Remle‘de kendisini seven halk, etrafında büyük bir kitle oluşturdu. Birbirlerini Allah için seven ve Allah için bir araya gelen bu topluluğa muttali olan devrin hristiyan emiri bir hankah yaptırdı ki bu, tasavvuf tarihimizde ilk tekkedir.» Kaynak: Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, Altınoluk Dergisi, 1986 – Haziran, Sayı: 004, Sayfa: 023