Müslümanlığın Oluşum Sürecinde Mezhepçilik Faktörü

Her şeyden önce mezhep ile mezhepçilik arasındaki kavramsal farkı, -bu ilgiyle- belirtmek gerekir. Mezhep, bir fıkıh terimidir; Bir müçtehit tarafından, -İslâm’daki çok yönlü hükümlerin yorumlanması ile oluşan özgün bilgi birikimine verilen ad- olarak kısaca tanımlanabilir. Mezhep, bir düşünce ekolüdür; birden çok anlam taşıyan, -bu nedenle de bilgisiz ve yetkisiz kimseler tarafından yanlış anlaşılabilir ve yanlış aktarılabilir- ayet ve hadislerin, yetkin bir uzman tarafından yorumlanmasıyla oluşur. Buna fıkıh literatüründe «içtihat» denir. Ancak içtihattan asıl gaye; İslâm’ın -yaşanabilir- çağdaş disiplinini ortaya çıkarmaktır.

 

Bu, her devirde gereklidir. Nitekim, İslâm vatanının genişlemesiyle birlikte ortaya çıkan sorunlara çözüm bulmak için Kitap ve Sünnet’in yorumlanması -daha ilk başta- gerekiyordu. Bu da esasen Hz. Muhammed’in vefatından sonra müçtehit sahâbîler[1] tarafından yapılıyordu. Tedvin dönemi başlayınca, -ünleri günümüze kadar devam eden- müçtehit imamlar[2] bu görevi üstlendiler. Bu şahsiyetlerin yorumları ve kanaatleri, yaygın şekilde kabul görmüştür. Bu sayede İslâm nizamı -hukuksal ve siyasal nitelikleriyle günümüzde, büyük ölçüde yürürlükte değilse de- kayıt altına alınmış, -en azından- belgesel olarak kalıcılık kazanmıştır.

 

Mezhepçiliğe gelince -günümüzün diliyle- bunun kısaca anlamı; İslâm’ın ideolojik amaçlarla saptırılmasıdır. İslâm tarihinde ilk mezhepçilik hareketi Haricîlik adıyla damgalanmış olan fanatik bir çöl adamları kalkışmasıdır. Bu akım, erken dönemde, -bir bilgisizlik, şiddet ve siyaset girdabı olarak- Hz. Ali’nin devlet başkanlığı sırasında ortaya çıktı. Hz. Ali, 661 yılında bu kampın bir militanı tarafından öldürüldü.[3] Bu olay, İslâm’ın Müslümanlığa dönüşümünü hazırlayan (Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonraki) ikinci nedendir.

 

İslâm tarihinin en önemli kırılma noktalarından biri de budur. Çünkü İranlıların İslâm’dan intikam almak için adeta arayıp da bulamadıkları fırsat bu suretle elde edilmiş oldu. Hz. Ali’nin öldürülmesi olayından üretilecek birçok bahane vardı. Ancak 19 yıl sonra bu bahaneleri güçlendirecek çok daha büyük bir olay cereyan etti; Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin 680 yılında Emevi yönetimi tarafından öldürüldü. Hz. Hüseyin, İran’ın son İmparatoru III. Yezdgird’in damadı idi. Onun için bu hadise, İran halkına ikinci kez büyük bir şok yaşattı.

 

İslâm’ın merkezinde cereyan eden bu olayları İranlılar, büyük olasılıkla şöyle okuyorlardı: «Bu acımasız bedevî Araplar, devletimizi ve medeniyetimizi yıktılar; topraklarımızı aldılar; bununla da yetinmediler, bize karşı düzenledikleri savaşların hiç birine katılmamış olan Hz. Ali’ye hem ikinci hilâfet seçiminde bey’at etmediler, hem de onu ve İmparatorumuzun damadı olan oğlunu da öldürdüler…» İranlıların, o günlerde böyle düşündüklerini tahmin etmek güç değildir. Onun için bu milletin başta İslâm’dan, ondan sonra da Araplardan intikam almak için kollarını sıvadıkları çok açık şekilde anlaşılmaktadır. Nitekim İranlılar arasında yaygın olan Arap düşmanlığı, yüzyıllardan beri günümüze kadar devam etmiş ve Suriye krizi sırasında doruk noktasına ulaşmıştır.

 

Bir türlü sönmeyen bu kin ve nefreti, ünlü ilim adamı ve araştırmacı Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, şu satırlarında çarpıcı bir ifadeyle özetlemektedir:

 

«İrânîlik Hz. Hüseyin evlâdını Sâsânîler’in vâris ve takipçisi sayarak Ehl-i beytin hukukunu müdâfaa perdesi altında Arap milliyetine ve İslâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini, -Zerdüşt akidelerini İslâm kisvesi altına sokmak suretiyle- açıkça gösterdi.»[4]

 

İranlıların 14 asır önce Araplara ve İslâm’a karşı izledikleri tutum hakkındaki bu tespit önemlidir; hatta o kadar önemlidir ki, İran ile İslâm sözcükleri bir araya geldikleri zaman mutlaka bu çarpıcı ifadeyi hatırlamak gerekir. Çünkü Farsların bu tutumu, günümüze kadar değişmemiştir. Bu yaklaşımın gerçek adı ise -mezhepçi bir bakış açısının sembolü olan- «Moselmânî»’dir. Bu sembol -günümüze kadar canlılığını koruyan- tarihi Pers megalomanisini temsil eder.

 

Türkiye’de «Müslümanlık» ve (İran’da aynı anlamda kullanılan) «Moselmâni مسلماني» sözcükleri, İslâm tarihinin başlangıcından bugüne kadar -İranlılardan ve Türklerden başka- hiçbir toplum tarafından kullanılmamıştır. Aynı zamanda bu iki sözcük, gerek Kur’ân-ı Kerim’de, gerekse Hz. Muhammed’in hiçbir hadisinde yer almamaktadır. Onun için kesinlikle diyebiliriz ki Müslümanlık ve Moselmânî, (İslâm’ın tamamen dışında ve iki farklı karakterde) yalnızca bu iki milletin dini olarak gelişmiş ve yerleşmiştir. (İleride bu konuya genişçe açıklık getirilecektir)

 

***

 

İslâm tarihinde ilk mezhepçilik hareketine gelince; Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayan kargaşa ortamında, ilk İslâm toplumu üç farklı siyasi kampa ayrıldı. Bir azınlık da tarafsız kaldı. Günümüze kadar yankıları süren bu büyük cinayetin tetiklediği sosyal ayrışma, siyasi arenada üç farklı kampın oluşmasını sonuçlandırmıştır: Ali taraftarları, Muaviye taraftarları, Haricîler. İslâm toplumunda ilk siyasal krizlerin yaşandığı günlerde, bu üç kampın her biri için kullanılan nitelemeler ise şöyle idi: Ali yandaşları için: «Şîatu Ali شيعةُ علي»; Muaviye yandaşları için: «Şîatu Muaviyeشيعةُ معاوية »; Hâricîler için de: «el-Khawãrij الخوارج»

 

Bu nitelemelerde, hem Hz. Ali yandaşlarına, hem de Muaviye yandaşlarına -salt sözlük anlamda- «taraftar» demek olan «Şîa الشيعة» sıfatı veriliyordu. Ancak bu kullanım, tamamen siyasal yandaşlık anlamıyla sınırlıydı; ne fıkhî, ne de itikâdî hiçbir mezhepsel manâ taşımıyordu. Ne yazık ki çağımızda yaşanan kavram karmaşası ortamında bu konuda sorumsuzca yorumlar yapılmakta, zihin karıştırıcı fikirler yürütülmektedir. Nitekim bazı araştırmacıların bu üç kampı: «Şiîler», «Sünnîler» ve «Haricîler» şeklinde adlandırarak tasnif etmeleri, tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Evet, Hz. Ali ile Muaviye arasında anlaşmazlık başladığı sırada, her iki tarafı hedef alan fanatik bir kamp için –salt siyasi manâda- «Haricîler الخوارج» nitelemesi kullanılmıştır. Fakat «Şiî» ve «Sünnî» nitelemeleri, -siyasal anlamda- ancak yüz yıllar sonra kullanılmıştır. Şu var ki, -Kitap ve Sünnet sınırları içinde- bir inanca sahip olanlar, erken dönemde «Ehlu’s-Sunneti ve’l-Cemaah أهلُ السُّنَّةِ والجماعة» olarak nitelenmişlerdir. Ancak bu, sırf vicdânî tenzihten başka bir amaç taşımıyordu.

 

Şiîliğe gelince bu sözcük, terim olarak itikadî mezhep anlamında henüz kullanılmadan, İran’da -fethin hemen ardından- için için kaynayan bir milliyetçi akım başlamıştı. Fakat -İslâm’ı kabul etmiş olan- İranlılarla «Muslim Araplar المسلمون العرب»[5] arasında -görünürde- inanç konusunda henüz hiçbir fark yoktu. Tarihe «Şuûbiyye الشعوبية»[6] adı altında geçen bu -milliyetçi- hareket, İran’ın «Muslim Araplar» tarafından fethedilmesine karşı oluşan yarı örtülü bir reaksiyondu. Daha çok edebiyat perdesine bürünerek yol almaya çalışan bu tepkinin, çok sonraları şekillenecek olan mezhepsel Şiîliğe (daha doğrusu, Fars Müslümanlığına) zemin hazırladığı varsayılabilir. Hatta İranlılar, -İslâm’a aidiyetlerini ifade etmek için, bu yeni dine girdikleri ta o yıllarda- Farsça «men moselmânem من مسلمانم», yani: «ben Müslümanım» ya da «mâ moselmân hestîm ما مسلمان هستيم», yani: «biz müslümanız» ifadelerini, büyük olasılıkla kullanmışlardır. Bu demektir ki İran milleti -her ne kadar İslâm’ı kabul etmiş gibi görünmüş ise de- din konusunda Araplardan ciddi ve kesin şekilde yollarını -ta baştan beri- ayırmıştır.

[1] İlim erbabının, üzerinde görüş birliğine vardığı müçtehit sahabîler beştir. Adları şöyledir: Abdullah bin Mes’ûd, Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin ez-Zübeyr, Abdullah bin amr bin el-Âs. Bunlara özel bir unvan olmak üzere, «Abdullahlar» anlamına gelen Arapça «Abâdile» adı verilmiştir. Bunlardan başka, daha birçok müçtehit sahâbî bulunduğunu söyleyenler de vardır.

 

[2] Bu şahsiyetlerin adları ve yaşadıkları zaman aralıkları şöyledir:

 

  • İmâm-ı Azam olarak tanınan, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sabit: (669-767)
  • Malik bin Enes: (712-795)
  • Muhammed bin İdris eş-Şâfiî: (767-820)
  • Ahmed bin Hanbel: (780-855)

 

[3] Hz. Ali’yi katleden kişinin adı: Abdurrahman bin Amr bin Mülcem el-Murâdî’dir. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur.

[4] Türk Edebiyatında İk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, 8. Baskı. S. 15. Ankara-1993

[5] Literatürde, ilk İslâm toplumunu -Arap olmayan kitlelerden ayırmak için-, «المسلمون العرب Muslim Araplar» nitelemesi kullanılmıştır. Türkçede «Müslüman Araplar» şeklindeki kullanım, Müslümanlığın neden olduğu sayısız yanlışlıklardan biridir. Çünkü İlk İslâm toplumunda «Müslümanlık» diye bir kavram yoktu. Ve çünkü din olarak Müslümanlık henüz oluşmamıştı. Ayrıca; Türkçede «Müslim» şeklinde kullanılan sözcükteki (ü) sesi Arapça değildir. Çünkü Arapçada (ü) sesi yoktur. Aksine, Milâdî 1389 yılında gerçekleşen I. Kosova zaferinden sonra Balkanların Osmanlı topraklarına katılmasıyla Sırpça, Boşnakça ve Arnavutça’nın Türkçe üzerinde meydana getirdiği etkinin kesin sonuçlarındandır; Türkçedeki sürekli yozlaşmadan kaynaklanan deformasyon örneklerinden biridir.

 

[6] Şuûbiye; İranlılar tarafından başlatılan ve Arapları aşağılamayı amaçlayan edebî ve fikri bir isyan olarak tanımlanabilir. Gerekçesi, her ne kadar öteden beri: -Arap olmayanlara karşı özellikle Emevi yönetiminin uyguladığı baskı- olarak dillendiriliyor ise de gerçekte Şuûbiye akımı, İranlıların İslâm’dan almaya çalıştıkları sistematik intikam yöntemlerinden biridir. Fars kökenli birçok edip ve şairin katıldığı bu hareket, kaynaklarda ayrıntılı olarak yer almaktadır. Bu akımın ünlü sembolleri arasında şu isimleri zikredebiliriz: İsmâil b. Yesâr en-Nisâî (öl. M. 728), Ebû Nüvâs (M. 756-814), Ebân b. Abdülhamîd el-Lâhikıy (öl. M. 815), Ebu Yakub el-Hureymî (M. 782-827), Muhammed b. Ali Di‘bil (M. 765-835), Beşşâr b. Bürd (öl. M. 873), ٍİbn Hamşaz el-Mütevekkilî (?-?) ve Mihyâr ed-Deylemî (M. 1037)

 

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.