İslâm’a İndirilen İkinci Darbe ya da Fars Müslümanlığı

İslâm’ın hayat düzenine ilk darbe, erken dönemde Ümeyyeoğulları tarafından vurulmuştur. Bu aile, Haşimoğulları’nı siyaset sahnesinden silmekle kalmamış, aynı zamanda şûrâ sistemini yürürlükten kaldırmak suretiyle İslâm’ın bütünlüğünü -geri dönüşsüz olarak- felce uğratmıştır. Böylece bu evrensel rejimin rûhânîleştirilmesi, mistikleştirilmesi ve sosyal yaşamla olan ilişkisinin kesilmesi için -bilhassa- dinsel ortam oldukça uygun hale getirilmiştir.

 

Emevîler’in açtığı bu yolu, ilk kez Sasanîler etkin şekilde kullanmışlardır. Hz. Ömer (581-644) zamanında İslâm’la yüz yüze gelen Sasanîler, Perslerin devamı ve bugünkü İranlıların atalarıdırlar. Onların İslâm’la nasıl tanıştıklarını ve ona karşı gösterdikleri tepkiyi değerlendirebilmek için önce bu milletin tarihine -kısa da olsa- bakmak gereklidir.

 

Antik çağ Persleri, -Milâttan yaklaşık 2000 yıl önce kuzeyden dalgalar halinde gelerek bugünkü topraklara yerleşen, Ârî ırkından- Hint-Avrupa kökenli bir kavimdir. Yayıldıkları bölgeye tarihte Persiya adı verilmiştir. Akhamenişler döneminde konuştukları eski Farsça, zamanla evrilerek Sâsânîler döneminde Pehlevîce’ye dönüştü. Bugünkü modern Farsça Pehlevîce’den gelişmiştir. Günümüzdeki İran halkı da bu toplumun soyundan gelir.

 

Persler, önceleri, Elâmlılar’ın ve Medler’in egmenliği altında yaşadılar. Pers Prensi Keyhüsrev, -daha sonra Büyük Keyhüsrev ya da Büyük Kiros- (M.Ö. 600-529), Med otoritesine karşı ayaklanarak Pers İmparatorluğu’nu kurdu. Fars tarihlerinde کوروشِ بُزُرگْ Büyük Kuruş olarak geçer.

 

M.S. 226-651 yılları arasında tarih sahnesine çıkan Sâsânî İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu’nun devamıdır; İkinci Pers İmparatorluğu olarak da bilinir.[1]

 

Persler (ya da Sâsînîler), İslâm’ın ortaya çıkışına kadar genelde Zerdüşti dinine bağlı idiler. Zerdüştilik, Dinler Tarihi dalında uzman şahsiyetler tarafından geniş şekilde işlenmiştir. Bu dinin her ne kadar tek tanrıcı olduğu ileri sürülmekte ise de (İslâm’ın, üzerinde titizlikle durduğu tevhid ve Allah’ı tenzih) konusunda gereken ciddiyeti göstermemiştir; bir vahiy dini de değildir. Onun için Zerdüştilik ya da (İslâmî tabirle) Mecusîlik, karakteristik bir politeist dindir. Nitekim uzmanlar bu dinin düalist (çift tanrıcı)[2] bir doktrine sahip olduğunu ifade etmektedirler.

 

Vaktiyle çok güçlü bir imparatorluk olan Sâsânî Devleti, Bizanslılar’a karşı yüzyıllar boyu sürdürdüğü savaşlardan sonra zayıf düştü. Nihayet Bizans İmparatoru Herakleios, 627’de  Ninova’da Sâsânî ordusunu ağır bir yenilgiyle perişan edince bu devlet bir daha belini doğrultamadı. Bu olayı Kur’an-ı Kerim önceden haber vermiştir.[3]

 

628 yılında II. Hüsrev Perviz’e karşı bir isyan patlak verdi. Oğlu Şîreveyh ona karşı bir darbe gerçekleştirdi ve tahttan indirerek onu öldürdü. İlginç olaylardandır; Hz. Muhammed bu hadiseden kısa bir süre önce dönemin devlet başkanlarına mektuplar göndererek onları İslâm’a davet ediyordu. Ashabından Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî’yi görevlendirerek İmparator II. Hüsrev Perviz’e gönderdi. Ancak bu mağrur kral, Hz. Muhammed’in mektubunu yırttı, elçisine de hakaretler yağdırarak onu şehirden çıkarttı. Bu olay siyer tarihlerinde ayrıntılı olarak yer almaktadır.

 

Hz. Muhammed’in vefatı üzerinden henüz 4 yıl gibi kısa bir süre geçmişti ki dönemin devlet başkanı Hz. Ömer, 636’da İran üzerine bir ordu gönderdi. Saad bin Ebi Waqqas komutasındaki 34 bin kişilik İslâm Ordusu, -Bugünkü Irak coğrafyasının güneyine düşen- Kadisiye mevkiinde birkaç gün içinde Ferruhzâd oğlu Rüstem komutasındaki 120 bin kişilik Sâsânî (İran) ordusunu ağır yenilgiye uğratarak başkent Medain’e girdi. 642’de de Nu’mân bin Mukarrin komutasındaki 30 bin kişilik İslâm Ordusu Nihavend mevkiinde Firuzân komutasındaki 150 bin kişilik Sâsânî ordusunun büyük kısmını yok etti. İran’ın fethi Hz. Osman (574-656) döneminde de sürdü. Çok geçmeden de İran topraklarının büyük kısmı İslâm vatanına eklenmiş oldu.

 

Tarihi kaynaklarda genişçe yer alan bu olayların, sadece yukarıdaki kısa özetinden bile yola çıkılarak, İran halkının o günlerde ne kadar ağır bir travma geçirdiği hakkında tahmin yürütmek mümkündür. Savaş alanının dışında, yıkıcı hemen hiçbir etki bırakmayan -benzersiz bir askeri harekât olarak tarihe geçmesine rağmen- İran’ın fethedilmesi olayı, Sâsânî toplumu üzerinde -hiç kuşkusuz- büyük bir şok etkisi yaratmıştır. Evet -eğer ayrıntıları güvenilir kaynaklardan izlenecek olursa- bu olağanüstü harekâtın, tarihin en özgün silahlı girişimi olduğu görülecektir. Ne var ki İranlılar -günümüze kadar- bu şokun etkisinden kurtulamamış, ya da bilinçli olarak kurtulmak istememişlerdir. Onun için, devletlerini ve ülkelerini kaptırdıkları İslâm’a karşı ilk günden itibaren çağımıza kadar bu evrensel insanlık rejimini İran milliyetçiliği ile ve Zerdüşizmle sentezlemek için ellerinden geleni geri bırakmamışlardır.

 

İslâm’ın Hz. Muhammed’den sonraki bu ilk fetih orduları, İnsanlık ailesinin en parlak nesli olarak tarihe geçen sınırlı sayıdaki sahâbîler tarafından yönetilmiş ve yönlendirilmiştir. Kitap ve Sünnetin çizdiği çığırı büyük bir titizlikle izleyerek İslâm’ı iliklerine kadar yaşayan bu ender şahsiyetlerin uyguladığı disiplin sayesinde, savaş günlerinden sonra İran topraklarında istikrar ve güven sağlandı. Fars toplumunun inançlarına ve geleneklerine müdahale edilmedi. Ancak İranlılar, daha düne kadar tepeden baktıkları bu komşularının uygarlık anlayışına bir türlü ayak uydurmayı kendilerine yediremiyorlardı ve derin bir hüzün yaşıyorlardı.

 

İşte -İslâm’ın Müslümanlığa dönüşümünde etkin olan – bir dizi tarihi olay, esasen bu noktadan başlar. Aynı zamanda Perslerin İslâm’a indirdikleri şiddetli darbenin öyküsü ve sırları da bu şokun, bu gururun ve bu hüznün nedenlerinde saklıdır. Ve işte bu nedenlerin en önemlilerinden biri:

 

Dönem dönem Persler, Akhamenişler, Farslar ve Sasaniler olarak tarihte değişik adlarla anılmış olan İranlılar, -hiç şüphesiz- en az üç bin yıllık köklü, görkemli ve çok yönlü bir uygarlığa sahip bulunuyorlardı. Tarihte iki büyük imparatorluk kurmuş; İndus Irmağından Makedonya’ya kadar olan coğrafyaya hükmetmiş; tarihte ilk düzenli posta ağına ve güçlü ordulara sahip bulunmuş, bu sayede de Orta Çağ’ın üç süper gücünden biri olmuşlardır. Şiraz yakınlarındaki ünlü Persepolis antik kenti, etkileyici mimarisiyle bu uygarlık hakkında önemli ipuçları vermektedir.

 

Araplara gelince; İslâm öncesinde ne siyasi, ne askeri, ne de mimari alanda pek büyük bir varlık gösterememişlerdir. Bu nedenle, Arapların karşısında dize gelmiş olmayı, İranlılar asla kabullenemiyorlardı. Basit yaşam tarzları yüzünden onları sıradan çöl adamları olarak küçümsüyor, onlara yukarıdan bakıyorlardı. Fakat ülkelerine hakim olan bu «bedevîler»in kurduğu -doğal ve insancıl- düzeni bir türlü bozamıyor, onlardan herhangi bir hile ile -bilhassa şiddet kullanarak- öç alamıyorlardı. Bunun bir sırrı vardı; İranlılar, Arapların sahip bulunduğu son derece önemli bir değerin -önceleri- farkında değillerdi. İran’ın tamamı fethedilip yıllar sonra ortalık sakinleşince ancak bunu keşfedebildiler. Bu «bedevîler»in büyüleyici bir dil kullandıklarını öğrendiler: Arapça… Bu muhteşem dilin, aynı zamanda çok etkin bir silah olduğunu anlamakta da gecikmediler. İşte bundan sonradır ki İranlılar, bu silahı -Araplara, özellikle de İslâm’a karşı- kullanabilmek için, -edebiyatta ve İslâmî ilimlerde Arap âlimleriyle, şair ve edipleriyle yarışabilecek- ünlü bilginler yetiştirdiler. Kuşkusuz, bunlar arasında Kur’an’a ve İslâm’a büyük hizmetlerde bulunmuş ve İslâm uygarlığına önemli katkılar sağlamış birçok şahsiyet de vardır. Örneğin: «İmam-ı A’zam» olarak tanınan ünlü bilgin Ebu Hanîfe (699-767), Sibeweyh lâkabıyla bilinen ünlü dilci Amr bin Osman (760-796), Meşhur bilgin Ebû Reyhân el-Birûnî (973-1048) ve çeşitli konularda yazdığı değerli eserleriyle ünlenen İmam Muhammed bin Muhammed el-Gazâlî (1058-1111), Fars kökenlidirler. Ancak -sureti haktan gözükerek, oldukça sinsi yöntemlerle- sırf İslâm’ı ve İslâm toplumunu dejenere etmek için kolları sıvamış olan İranlı şair, edip ve âlimlerin sadece adlarını bile listelere sığdırmak kolay iş değildir.

[1] Antik Pers İmparatorluğu ya da Akhameniş İmparatorluğu Büyük Kiros’un, M.Ö 559’da hükümdarlığı ile başlamış, III. Darius’un Büyük İskender’den kaçarken M.Ö. 330 yılında kendi adamlarından Baktriyan Satrapı Bessos tarafından- öldürülmesiyle sona ermiştir. Bu devleti M.Ö. 559-330 yılları arasında 14 İmparator yönetmiştir.

 

İkinci Pers İmparatorluğu olarak da bilinen Sasani Devleti ise Partlar’a son veren I. Erdeşir (MS. 180-242) tarafından, M.S. 226 yılında kuruldu. Nu’man bin Muqarrin komutasındaki İslâm ordusunun Nihavend savaşında kazandığı zaferden sonra, İmparator III. Yezdgird’in (M.S. 624-651), –kaçarken bir değirmende- İranlı bir haydut tarafından öldürülmesiyle son bulmuştur. Sasaniler’in bu 29’uncu ve son imparatoru, Hz. Hüseyin’in zevcesi, Şehrbânû Hatun’un babasıdır; yani Hz. Hüseyin’in -hiç görmediği!- kayın pederidir.

 

[2] İslâm literatüründe bu inanç kurumu, «Seneviye» adı altında geçer.

 

[3] Bkz. Rûm Sûresi âyet:2

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.