İslâm ile Müslümanlık Neden Aynı Şey Değildirler?

Kuşku yok ki İslâm ile Müslümanlık kavramlarının her biri, öbüründen çok farklı anlamlar taşımaktadır. Türkiyeli «ilâhiyat uzmanları»nın birçoğu bu gerçeği kabul ederken, bazıları bu iki kavramın anlamdaş olduğunu -maalesef- ileri sürmektedirler.

Onların bu konuda görüş birliği içinde olmaması, -aslında bu ihtilâfın arka planında gizli kalmış- dev sorunlara işaret eder gibidir. Fakat vurgulamak gerekir ki bugüne değin herhangi bir Türk ilim adamı, İslâm ile Müslümanlığın iki ayrı din olduğunu kabul etmiş ve bunu bir şekilde açıklamış değildir. İrdelendiğinde bu tutumun oldukça önemli nedenlerden kaynaklandığı ortaya çıkacaktır. Bunların en başında ise (ataları suçlayıcı bir durumda kalmama) düşüncesi gelmektedir! Çok az sayıda elit bir grup ilim adamı böyle düşünmüyor olabilir. Kanaatlerini açıklamadıkları için, onların bu tutumunu bilinçli bir suskunluk olarak değerlendirebiliriz. Çekinceyi bu suskunluğun nedenleri arasında saymak mümkündür. Her halükârda, zihinleri bulanık on binlerce «akademisyen»le bunları birbirine karıştırmamak lâzımdır.

Kuşku yok ki (muteber delillere dayanmaksızın ve bilgisizce) İslâm ile Müslümanlığın ayrı şeyler olduğunu kabul etmek, -üstelik ileri sürmek- büyük ve çok yönlü bir sorumluluk altına girmeyi sonuçlandıracaktır. Açık söylemek gerekirse böyle bir kabul, Türkistan’ın İslâm orduları tarafından fethedildiği tarihten günümüze kadar «ben müslümanım» demiş olan her insanın, İslâm’ın dışında bir dine bağlı olduğunu ileri sürmek anlamına gelecektir. Bu ise yanılgılar üzerine kurulu çok ürkütücü bir yargıdır; aynı zamanda önü alınamaz tartışmalara kapı aralar, hatta tahmin edilmez fitnelerin kopmasına bile neden olabilir. Dolayısıyla İslâm ile Müslümanlık -birbirinden bağımsız birer din olarak- karşılaştırıldıklarında, oluşacak kaygı üzerinde hakikaten durmaya değer. Çünkü özellikle Türk olduğuna inanan, -Kitâbî İslâm’dan ve tarihten habersiz-, «aydın» iddiasındaki  birçok kimse, şiddetli bir refleksle konuya müdahale edecektir. Ancak şimdiden belirtmek gerekir ki olabilecek böyle bir müdahale -İslâm’ın bakışıyla- ahlâktan uzak ve temelden yoksun kalacaktır. Çünkü -önemle vurgulanmalıdır ki- İslâm, hem geçmişi yargılama yolunu kesinlikle kapatmış, hem de tekfir hükmünü çetin şartlara bağlamıştır. Sonuç olarak -erbabınca- yapılacak karşılaştırma doğru ve kesinlikle gereklidir, ancak geçmişe dönük yargılama yanlış, mesnetsiz ve tehlikelidir.

İslâm ile Müslümanlığı karşılaştırma paradigmasının açılımını, aslında bu halkadan başlatmak gerekir. Çünkü -biraz önce sözü edilen yargılama-, geçmiş için ne kadar anlamsız, hatta ne kadar tehlikeli ise, İslâm’ı mevcut dinsel karmaşa ortamından ve Müslümanlıkla karıştırılmaktan kurtarmak -tehlikeli olsa da- tam tersine o kadar anlamlıdır; onun da ötesinde bu görev, -birinci derecede- âlim mü’minlere düşer. Bunu bilinçli olarak üstlenmemek, günümüzdeki yaygın din ve düşünce anarşisine karşı lakayt olmak demektir ki bu, -öz bir ifadeyle- İslâm’a hıyânettir.[1] Genelde tüm İslâm dünyasında, özellikle Ortadoğu’da cereyan eden mezhep savaşlarını, kanların oluk oluk akıtılmasını, -tarafsızlık adına- donmuş gözlerle seyretmek demektir. Âlim ve bilinçli bir mü’minin böyle bir sorumsuzluk sergilemesi elbette düşünülemez. Dolayısıyla önce yalnızca yanlışları belirlemek üzere -bilimsel kriterler ve belgesel kanıtlar ışığında- başlatılacak böyle bir karşılaştırma, -arı İslâm’ın ortaya çıkmasını sağlayacak- disiplinli, özverili ve ciddi çalışmalar için güçlü bir ilk adım olacaktır.

Her şeyden önce bu iki ismin, -sözlüksel ve sınırlı birer kavramdan çok-, oldukça kapsamlı iki farklı dini simgelediğini kaydetmek gerekir. Böyle bir kabulle ancak ikisini karşılaştırmak bir anlam ifade edebilir. Bu iki yapıyı karşılaştırabilmek, mutlaka uzmanlık düzeyinde hem İslâmî ilimler alanında, hem de İslâm tarihi konusunda yüklü bir bilgi birikimine sahip olmayı gerektirir. Çünkü İslâm yaklaşık 1400, Müslümanlık da 1300 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu uzun tarihin akışı içinde o kadar büyük çalkantılar, o kadar büyük olaylar yaşanmıştır ki bunlara ait muteber kaynaklara ulaşmadan, bu olayları sebep ve sonuçlarıyla ve tespit edilmiş tüm ayrıntılarıyla kronolojik olarak incelemeden, onları ilgilerle birbirine bağlamadan ve ait oldukları delillere dayandırmadan ne konunun ciddiyetini algılamak, ne de onu aktarmak mümkündür. Bununla birlikte araştırmacının Arapça, Türkçe, Osmanlıca ve Farsçaya -ana dil düzeyinde- hakim olması şarttır. Çağımızın Türkiyeli tarihçileri ve sosyologları -ne yazık ki- bu dillere vakıf olmadıkları için geçmişin gerçeklerini günümüzün nesillerine aktarmada yetersiz kalmaktadırlar. Bunların çoğu tercümelere dayandıkları, ikinci ve üçüncü el kaynaklara başvurarak ancak birikim sağlamaya çalıştıkları için eserleri, hatta akademik tezleri bile kusurlarla doludur.

Bir ön açıklama olarak buraya kadar kaydedilen bilgiler ışığında yapılacak çalışmalar her şeyden önce ilmî formasyon, ondan sonra da ciddiyet, fedakârlık, dikkat, tedbir ve duyarlılık gerektirmektedir. Çünkü konunun tartışma ortamına taşınması, başta ırkçı çevreler olmak üzere çeşitli mistik ve ideolojik toplulukları harekete geçirecektir. Bu ise tahminlerin üzerinde bir kargaşayı tetikleyebilir. İhtimalden uzak olmayan bu tehlike, her an bir linç olayına bile dönüşebilir. Çünkü -hisleri ve vicdanları tahrik eden- bin yıl öncesinin sırlarıyla bir anda yüzleşecek bilgiden yoksun kalabalıklar, dehşetli bir panik içerisinde «gerçekle temas şokunu» yaşayacaklardır. Linç girişimlerinde kullanılacak malzemeler tez elden hazırlanacak, sloganlar üretilecek ve sonrası malûm. Onun için -deyim yerinde ise- tekere çomak sokmak niyetiyle asla değil, fakat sırf gerçekleri orta yere çıkarmak ve insanları hakikatle yüz yüze getirmek gibi hayırlı bir amaç için mutlak surette soğukkanlı davranmak, bilimselliğin ve hikmetli üslubun sınırlarını aşmamak özellikle bu konu için zorunludur.

***

İslâm ile Müslümanlık arasındaki uçuruma ışık tutmak amacıyla bir yerden başlamak için -her şeyden önce- bir ilk olan bu girişimin önemi üzerinde yoğunlaşmak lâzımdır. Taşıdığı ilmî değerin yanı sıra, konunun özellikle şiddet yanlısı çevrelerde çekeceği dikkat bunu gerektirmektedir. Özgür düşünceye kapalı bir toplum içinde insanları aydınlatmanın pek kolay olmadığını izah etmeye gerek yoktur. Araştırmayı bundan sonra üstlenecek ve devam ettirecek ilim erbabı için bu satırlara bir yol haritası olarak bakmak gerekir. Konunun ciddiyeti ve hassasiyeti bakımından önce araştırmanın köşe taşlarını belirlemek, ondan sonra detayları projelendirmek, çalışmanın ilerleyen aşamalarında disiplinini temin edecektir.

Şimdilik kabaca tarif edilen böyle bir disiplin çerçevesinde yapılacak çalışmanın sonunda, İslâm ile Müslümanlığın neden aynı şey olmadıkları elbette ortaya çıkacak ve gözler önüne serilecektir. İşte o zaman dileyen İslam’ı ya da Müslümanlığı özgür iradesiyle seçebilecektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm de bu iradeyi onaylamaktadır: «De ki: gerçek Rabbiniz tarafından bildirilmiştir. İsteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin. Doğrusu biz, zalimlere öyle bir ateş hazırlamış bulunuyoruz ki alevden duvarları onları her yandan kuşatacaktır. Yardım dilediklerinde onlara yüzleri haşlayan maden eriyiği verilecektir. O ne kötü içecek, ne kötü bir yaşam ortamıdır.» el-Kehf/29[2]

***

[1] «Hıyânet» kelimesi Arapçadır. Son yıllara kadar Türkçede bu şekilde kullanılmıştır. Bu sözcük: güveni kötüye kullanmak, döneklik, hainlik ve arkadan vurmak anlamlarına gelmektedir. Kelime, Atatürk’ün gençliğe hitabesinde de aynen bu şekilde ve şöyle geçmektedir: «(…) memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyânet içinde bulunabilirler.»

Buna rağmen -yozlaşmanın, disiplinsizliğin ve ahlâk çöküntüsünün Türkiye’de genel bir hâl almaya başladığı- son yıllarda bu kelime aniden «ihânet» şeklinde çarpıtıldı ve -ne yazık ki- Türkçenin emanet edildiği Türk Dil Kurumu, bu fahiş tecavüz karşısında sessiz kaldı! Atatürk’ün gençliğe hitabesi bütün okulların girişinde hatta bütün sınıfların duvarlarında, keza birçok resmi dairenin duvarlarında asılı bulunmaktadır. Bu kadar yaygın ve devletçe koruma altına alınan bu metindeki bir kelimeyi çarpıtma cüretini gösterenler, hiçbir kutsal değere saygılı olduklarını söyleyemezler. On binlerce kanıttan biri olan bu belge bile İslam’ın tarih boyunca yüz binlerce kez çarpıtılarak günümüzün Müslümanlığına dönüştürüldüğünü göstermektedir.

 

İhânet de Arapçadır, fakat Türkçedeki karşılığı «küçümsemek»tir. Takdir edilir ki «hainlik» ile «küçümsemek» arasında hiçbir benzerlik ve ilişki yoktur. Tıpkı İslâm ile Müslümanlık gibi..

[2] Âyetin orijinal metni:

وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ، فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ؛ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا، وَإِنْ يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ، بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءَتْ مُرْتَفَقًا. (الكهف: 29)

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.