Bir Garip Aşk Hikayesi

 

Aralarında bir duvar olmasına rağmen birbirleri ile konuşuyorlardı. Islık çalarken ilk başta yankı zannettiği sesin bir başkasına ait olduğunu anlayınca durdu ve kulağını kayalara yasladı. Farklı bir sese olan inanılmaz açlığı bir süre bu sesi hiç hareket etmeden ve kendinden geçercesine dinlemesine sebep oldu. Kendisini kaptırdığı ve pür dikkat dinlediği sesin ahengi kafasını toparlamasına mani oluyor ve gittikçe azalan ve neredeyse kaybolacak olan sesin sahibine seslenmesinin önünü alıyordu. Acele bir manevra ile kendini toparlayarak tok sesiyle karşı taraftakinin kim olduğunu sordu. Artık bütün varlığı birbirine kenetlenmiş ve  karşıdan gelebilecek sesi bekliyordu. Vücudundaki neredeyse hiçbir tüy hareket etmiyor ve muhtemel sesi duyamayacağından endişe ediyordu. Tam o anda karşı taraftan onu tedirgin edecek derecede kuşku dolu bir cevap geldi. Bu ses önce kendinin kim olduğunu söylemesini isteyen ve aslında biraz da rahatsız edildiğini belli edecek tonlamaya sahip biri izlenimi uyandırıyordu. Fakat bu kuş uçmaz kervan geçmez mağarada kendisine seslenenin kim olduğunu o da merak etmiş olacaktı ki cevap verdi. Böyle bir tanışmanın pek de matah bir şey olmadığının ikisi de farkındaydı belki ama iş işten geçtikten sonra ne de olsa aramızda kayalar var, konuşmaya devam etsek de bir şey olmaz diyerek konuşmaya devam ettiler. Budala nedense kendisine eski dünyaların güzelliklerini ve olağan üstülüğünü hatırlatan komşusuna samimiyetle yaklaşıyor fakat aynı düşünceleri karşısındakinin de paylaşmasını beklemek gibi bir hata yapıyordu. ( Zaten saf insanlar da öyle değil miydi? Herkesi kendileri gibi zanneder, onlara karşılık beklemeden iyilik yapar ve onların da yaradılıştan temiz ve ari olduklarını düşünerek istemsizce iyilik beklerlerdi. Tıpkı budalalar gibi. Çevrelerindeki insanların hinliklerini, iki yüzlülüklerini, çevirdikleri dolapları farkedemeyecek kadar saftırlar. Çoğu zaman hayal kırıklığına uğratılsalarda (garip bir seziş yetisi yoksa yaptıkları çıkarımlar sonucu anladıkları değil. Allah bir yerlerden kestiğini böyle tamamlıyordur belki de.) saflıklarını aratmayacak bir unutkanlıktan da muzdarip olduklarından kendilerine yapılanları hemencecik unutup tekrar iyilik perisine dönüşürlerdi. Böyle bir dünyada budalalardan daha acınası olan kimse yoktur herhalde. Fakat budalalıklarının altında yatan sebebinin herkesi kendi benleri üzerlerinden değerlendirmeleri ve aslında kendilerinde olanı başkalarına yansıtmaktan başka bir şey yapmayıp ötekine duyarsız kalmaları olduğu gerçeğini düşününce insan iyi ki de budala olmuşlar demekten de kendini alamıyor ne yalan söyleyeyim. Onların biraz daha zeki olanlarının dünyanın başına açtığı felaketleri düşününce hele.) İlk başlarda bu durumun farkına varamadı. Dediğim gibi saf, iyi yürekli fakat biraz da budalaydı işte. Zaten daha sonra  bu durumun farkına varması da tutumunda pek bir değişikliğe gitmesine neden olamadı. Gerçi yapabileceği pek fazla bir şey de yoktu hani. ( Eskilerin deyişlerine göre yazıdansa söz burada ve şimdiliği ile canlı kanlı olanı temsil ediyor ve en azından bu özelliklerinden dolayı karşı tarafa güven vermesi bekleniyordu. Fakat son zamanlardaki tartışmalardan ve özellikle her şeyin, bütün hayatın metin olarak anlaşılması gerektiği ve bunun da üzerinde ittifak edilemeyen bir anlam çokluğuna yol açtığı metinsellik diyarından bahsedildiği zamanlar o zaten çoktan mağarasındaydı. Dolayısıyla bu entelektüel tartışmalardan haberi olmamasını kimse yadırgayamazdı. O içinden geçenleri söylüyor ve karşı tarafın da tevile mahal vermeksizin aynı şeyleri anlamasını bekliyordu. Neticede mektuptan daha evla bir yol değil miydi bu? Düşüncelerin simgesi kelimelerin de simgesi olan yazıdan daha güvenilir değil miydi söz yani logos? )

Söylediklerinde samimi olmayan birinin de aynı şekilde davranabileceğini nedense aklı almıyordu. Kendisinin onlardan farklı olduğunu en keskin bir şekilde bilmesine rağmen bunu karşı tarafa aktaramamak ne büyük acizlikti. Bu acizlik ona kim bilir  ne kadar acı veriyordu? Yeryüzünde kötülüğün taşıyıcısı olan bedenleri düşündükçe onlardan nefret ediyor, önünde sonunda bütün hepsi gelip ona engel kurmuş gibi hissetmekten kendini alamıyordu. Hatta bir ara aklından Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesini konu edinen kıssa bile geçti. Onun bu günahının kendisiyle bu kadar yakından bağlantılı olabileceği ise aklına bile gelmemişti daha önce. Ah Kabil ah. Kardeşini öldürerek yeryüzünde kötülüğün başlatıcısı olmasa şimdi insanlar birbirlerine düşmanmış gibi korkarak yaklaşır mıydı? Artık kendini başkalarının eylemlerinden de sorumlu tutmaya başlamıştı. Herkes özgür kim ne isterse yapar saçmalıklarının geride kalması gerektiğini düşünüyordu. Zamanı gelince nasıl bir bütünün parçaları olduğumuzu ve bizi hiç alakadar etmeyeceğini düşündüğümüz eylemlerin hayatımızın orta yerine oturunca mı farkına varmalıydık? Tam burada aklına Spinoza geldi nedense. Hepimizin, bütün doğanın bir töz olarak aynı olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla sandığımız kadar bireysel ve diğerlerinden ayrı değildik. Gerçi o işi biraz abarttı ama neyse. Dolaylı yoldan bizi etkileyen başka insanların kötülükleri. Bizi de potansiyel olarak suçlu olabilecek konuma sürükleyen. Ah Kabil ah. Ne istedin ki Habil’den. Canın kardeşinden. Kıskançlığın ve açgözlülüğünün yol açtığı sonuçları o zaman bile görecek kudrete sahip değildin ki şimdiye dair sorularımızı soralım. Şimdi senin günahının ceremesini  bu insanlık çekiyor. Kardeşler arasındaki sarsılmaz güveni bile yıkan sen hiç düşünmedin mi iki yabancı birbirine bundan sonra nasıl güvenecek. Selam bile kurtaramıyor artık bizi. Hani güven, samimiyet, kardeşlik demek olan selam. O yüzden günahın çok büyük be hey gafil!)

İki kişi arasında kurulan köprünün en önemli sac ayaklarından birinin konuşma ve iletişim olduğunu düşünüyordu. Hatta şöyle ilginç olduğunu zannettiği de bir fikri vardı. Genellikle herkes tarafından problem olarak görülen evlilik içi tartışmaların (ne tarz bir tartışma olduğunu sanırım belirtmeme gerek yok) evliliğin devamı için elzem olduğunu düşünüyor ve rutine karışacak olan hayatlarımızda her daim bir hareketliliğin bizi dinç tutacağını söylüyordu. Eşler arasında konuşacak bir şeyler olması aradaki muhabbeti sürekli diri tutacak ve uzun vadede tek ortak yan olarak kalacak olan çocuğa bel bağlamaktan onları kurtaracaktı. Dolayısıyla evliliğin itici gücü olan zihinsel temasın birbirini daha önce hiç tanımamış iki insan arasında da kopmaz bir bağ oluşturabileceğine kesinkes inanmıştı. Dolayısıyla kayaların arkasındaki kendine benzediğini düşündüğü insana da içinden gelen en kalbi muhabbet ile ve hasbi bir şekilde bağlandı. Dışarıdan bakan birisi için saçmalık ve tutarsızlıklar ile dolu olsa da tutarsızlık mantığına yükselmiş insanların gayet doğal karşılayabilecekleri bir durumdu bu. Vasat insanların mantığının çok üstünde bir mantık düzlemi. Ama sonuçta onlar ile aynı dili kullanıyordu ve ikna etmek adına bütün gizemini kaybettiren söze dökmekten başka çaresi de sanırım yoktu.

 

İnsanlar arasında görünmeyen bağlar vardır. Neticede bizi ailemize, dostlarımıza diğer insanlardan daha fazla yakın hissettiren bağı hiç kimse göremiyordur fakat böylesine bir bağın varlığı konusunda şüpheye düşmez. Fakat bu bağ öyle zamanlar gelirdi ki arada herhangi bir sebep yokken üstelik tanınmayan birine karşı da gelişebilirdi. Sanki karşıdakinin tüm özellikleri kalbinin içerisinde harmanlanmış  o kalpte sizin önünüze gelerek açılmak sureti ile içinde ne varsa göstermiştir. Siz de her kalpte olması gereken ufak tefek kusurları görmezden gelerek ve artık onun iyi biri olduğunu ancak sezerek ona karşı da bir şeyler hissetmeye başlarsınız. Ve bu da doğanın açıklamaya gerek duyulmayan  en sarih fakat yerine göre de en kötü kanunudur. Komşusuna olan bu cihetten hislerini karşı tarafa aktarmak istiyor fakat bir türlü aradaki kayaların sertliğinden mi yoksa düşünülen herhangi bir şeyin büyüsünün söze döküldüğü anda etkisini kaybetmesinden mi  karşılık bulmayabileceğini kestirmekte zorlanıyordu. Belki de sadece sözlerini yeterince süsleyip, allayıp pullayacak edebi donanımdan yoksun olduklarından tesirleri pek kuvvetli olmayacaktı. ( Çok iyi mektup yazan bir çocuk varmış bir dönemler. Öyle güzel yazarmış ki büyükler bile gelip mektuplarını kendisine yazdırırlarmış. Bir gün kendisinden epeyce büyük bir arkadaşı çıkagelmiş ve kendisi için sevgilisine vermek üzere bir mektup yazmasını istemiş fakat bütün sorumluluğu çocuğa yüklememek adına hem de o kadar da boş olmadığını, biraz da kendisinin uğraştığını ama belli bir noktadan sonra ilerleyemediğini sezdirmek için bir şeyler karaladığını söyleyerek inandırıcılığını pekiştirmeye çalışmış. Çocuk mektubu alıp şu ifadeleri görünce gülmüş tabi: “Sizi gördüğüm ilk andan beri aklı başından gitmiş bir mecnun gibi dolaşmaktayım ve anlayacağınız size şuursuzca aşığım.” E söyleyecek bir şey bırakmamışsın ki demiş çocuk. Ondan devam edemiyorsun. Maharet zaten bunları mektubun içerisine ölçüsünce yerleştirmekte ve ifadelerin karşı tarafta bir esinti hissi yaratmasına sebebiyet verme noktasında yatmakta. Evet esinti gibi. Kasırga gibi her şeyi oldu bittiye getirmek suretiyle değil.)

Fakat sözünü ettiğimiz yetersizliklerine ek olarak aradaki kayaların karşı konulmazlığı ve her an karşı taraftan gelecek sesin kesilmesi ihtimalinden ötürü budalanın sonucu kasırga gibi olmuş. Bir anda ağzına ne gelirse söylemiş. En son söylenecekleri en başta söyleyivermiş. Belki de iletişimin zaten elinde sonunda kopacağını sezip içinde hiçbir şey kalmaması için yapmıştır. Karşı tarafın ne hissedeceğini nedense pek umursamamıştır. Çok bencilce bir tutum olsa gerek kor ateşin kendini yakmaması için başkasının eline tutuşturmak. Bütün ömrü boyunca hayıflanacağı bu sözlerinin karşı tarafta zerre tesiri olmadığını anlayacağı zamanlar gelince geçmiştir bir nebze de olsa pişmanlığı gerçi. (Onu da anlamak istiyordu. Aslında anlıyordu da biraz. Kendi bedenini terk edip kayaları aşındırarak karşıya geçiyor ve oradan kendine bakıyordu. Evet hiç de güvenilir gözükmüyordu maalesef. Ama kendini de çok iyi biliyordu. Hazır karşısında iken derdimi anlatayım dedi ona. Ama bedeni öteki tarafta iken sesi çıkmıyordu ki. Ruhlar bir başka konuşuyordu demek ki.) Ama yine kendini affetmesi için yeterli değil çünkü etkisi olabilirdi de. Başkası olsa ne yapardı kim bilir? Bütün acısını yüreğine gömecek kadar cesuru çıkar mıydı bilinmez ama bizim budalanın onlardan olmadığı kesindi. Derinlerden geleni dolaysızca aktarmanın en zahmetsiz fakat en zoru olduğunu bilmeyen karşı taraf için fazlaca şüphe uyandırmıştı bu sözler yine de. Fakat hava biraz sakinleşip ortam yumuşadıktan sonra yapılan konuşmalardan karşı taraftaki insanın kendini düşünmekten başka bir şey yapmadığını ve ses tonundaki ifadelerinden de belki yetiştirilme tarzından kaynaklanan şımarıklığın sebebiyet verdiği  alaycı bir ifade ile kaplı olduğunu hemen sezmişti. Bunun dışında ruhsal hallerindeki dalgalanmalara edilen tanıklık sonucu  birkaç kişi ile konuştuğunuz izlenimine kapılmamaksa işten bile değildi.  Tavırlarından ne olduğu aslına bakılırsa pek anlaşılmıyordu. Bu gizemli hal ona ayrı bir cazibe katmıyorda değildi. Hiç tüketilemiyordu. Gösterenlerin gösterilenler üzerinden kayması gibi anlamı sürekli yer değiştiriyordu. İmgesi de haliyle ona göre olacaktı. Bulutumsu. Bir türlü kendisini bulamayan ve bir halde karar kılamayan nevi şahsına münhasır bir kişilik. Ama kötü durumları karikatürize ederek onların üstesinden gelmek gibi çok insana nasip olmayacak da bir meziyeti vardı. Hüznünü, korkusunu, endişesini bile kendisi için eğlenceli hale gelebilecek ya da en azından ileride gülerek hatırlayabileceği bir konuma getirebiliyordu. Bütün duyguları izole bir biçimde yaşayan fakat payına da en çok hüzün düşen komşusunun ise meselelerin üzerinden atlamak gibi bir şansı yoktu. Ne ise kaderindeki onu hakkıyla yaşamak zorundaydı. Dedik ya işte biraz budalaydı. Ama hayatının daha sonraki evrelerinde en azından deneyeceği bir yöntem öğrenmişti ondan. İllaki bir şeyleri karikatürize etmek sureti ile üstesinden gelecekti. Ne zaman olurdu bu o bilinmez işte. Belki de şimdi.

Karşı taraftan budalayı yakından ilgilendirebilecek  pek bir soru gelmiyordu. Asıl sormak istediğini ise bir kaç dolambaçlı sorudan sonra karşı tarafa önemsendiğini hissettirmek suretiyle soruyordu. Bu yolculuktaki sohbetten keyif aldığı da bir gerçekti. Kendi başına gitmektense bir yol arkadaşı bulmuştu ve ne de olsa istediği zaman trenden inip kendi yoluna devam edebilirdi. Karşı tarafta olmayan bir lükstü bu da. Hal böyle iken saatler süren sıkıcı bir yolculuk pekala neşelenebilir ve siz de yaptığınız yolculuktan hiçbir şey anlamazdınız. Ya da daha sonra görmeyeceğiniz birinin sizden bahsetmesi de her ne kadar olumsuz eleştiriler de yapsa hoşunuza giderdi. Sonuçta sizden bahsediliyordur ve ilgi odağısınızdır. Budalanın saflığı aslında her halinden de bellidir. Karşı taraf hızlı yürüyordur fakat ona yetişmek adına topallayan bacağını daha fazla zorlamıştır hepsi bu. Karakteri üzerine yaptığınız analizler sonucu yakaladıklarınızı sandıklarınız onun bilinçli süzgecinden geçip size takılanlar da pek ala olabilirdi. Derinlikli bir araştırma yapma imkanının mümkün olmadığı bir ortam. Karşı tarafa yansıyan onun hangi yüzüydü ya da bir yüzü müydü? Ondan bile emin olmak çok zordu. Bütün bunlar aslında budalanın sözlere olan inancını entelektüel cehaletine rağmen sorgulaması için bir fırsattı aslında. Öyle ya karşı taraf kendisine bu kadar tutarsız gelirken kendisi papağan gibi aynı şeyleri söyleyince doğruluk yarışında onun önüne geçmiyordu ya. Sadece hayal gücü biraz daha zayıftı belki de. Ya da rollerinin en başından ikisi de farkında değildi. Karşıdaki hep bir adım öndeydi.

Ne ki karşı tarafın hayatının zor dönemlerinde görüş almak ve kararını ona göre vermek için sahip olduğu ve sözünden hiç çıkmadığı bir perisi varmış. Öyle ki o ne derse anında bütün düşüncelerinden vazgeçer ve söylediklerini emir telakki edermiş. Neticede onun daha akıllı olduğunu düşünüyormuş demek ki. Çünkü daha önce perisine danıştığı günlerdeki davranışlarına şahit olanlar onunla görüştükten sonra sabah ak dediğine akşam kara dediğini duyarlarmış. Ve çok da şaşırırlarmış bu duruma. Fakat kendisine sormaya cesaret edebilen nadir insanlara karşı olan ketum tutumu (bir “hayır”ı esirgemesi) ve kararlılığı görenleri “bu iradenin yarısını karar almaya kullansaydın aslında hiç  de periye ihtiyacın kalmayacak” dedirtirmiş.

Aslında bütün bunların yaşanması için hiçbir sebep de yoktu. Mağaranın  girişinin biraz ilerisinde iki koridoru birbirine bağlayan bir geçit vardı. Muhtemelen girişten sonra ikisi farklı güzergahları tercih etmişler ve bulundukları konumlara gelmişlerdi. Fakat mağaraya gireli çok olmuştu dolayısıyla geri dönerek tekrardan yollarını birleştirmeleri imkansız değilse bile bizim budalanın bile katlanamayacağı uzunlukta bir yoldu. Fakat budalanın zayıf hafızası yakın bir zaman diliminde kayalıklar arasında küçük bir insanın sığabileceği bir delik olduğunu hatırlattı ona. Karşı taraf arada bir sorular soruyor fakat budalanın zihni daha fazla ilerlemeden önce hep bu soru ile çalkalanıyordu. En sonunda karşı tarafa  geri dönerek aynı yoldan yürümelerinin mümkün olup olmadığını sordu. Sonuçta bu tünellerin ikisinin de sonu aynı yere çıkacaktı. Daha önce budala bu yolu herkesin yalnız yürümek zorunda olduğunu duymuş fakat hiç beklemediği anda duyduğu sese kulak vererek öncekilerin bu makus talihini de bir nevi ihlal edebileceğini düşünmüştü. İkisi belki bu zorlu yolculukta birbirlerine yardımcı olabilirlerdi. Neticede normal bir zaman dilimi de değildi ki. Daha önce insanların kriz durumlarında daha kolay kaynaştığına dair bir fikir de nereden kalmışsa artık gelmişti aklına. Kendisinin zorlamasıyla onu destekleyen bu fikirler ışığında sorulan soru karşı tarafta beklendiği üzere aynı şekilde makes bulmadı. O ısrarla herkesin bu yolu yalnız yürümesi gerektiğini ve aslında sesine hiç karşılık vermemesi gerektiğini sayıklayıp duruyordu. Bir taraftan da belki aklına yatmıştı. Gerçekleşmesi imkansız olan şeyleri istemek ve şart koşmak sureti ile kendisini ileride yakasını bırakmayacak “acaba” sorusundan kurtarıyor ve aslında yapacağı bir seçim olmadığına inandırıyordu. Kim bilebilir ki?  İtiraf etmeli çok akıllıca bir yöntemdi yaptığı.

Budala için aradaki kayalar gittikçe aşılamaz bir engel olarak algılanıp olumsuz bir anlama bürünürken karşı taraf içinse hiç de gerek olmayan bir tedirginlik durumunun önleyicisi oluvermişlerdi. Aslında ikisi de farklı kutuplarda olduklarını anlamakta gecikmediler. Olaylara hep bulundukları konumun etkisi ile olsa gerek farklı perspektiflerden bakıyorlardı. Budala ne zaman artık samimi olduklarını düşünse hayal kırıklığına uğraması fazla zaman almıyordu. Kayaların arkasındaki ile kurmaya çalıştığı etkileşim her ne kadar normalden farklı da olsa olası sınırları içerişinde de yapabileceği pek de fazla bir şey yoktu. Arada bir kayaların yıkıldığını ve karşı karşıya kaldıklarını hayal edince kendisini kaplayacak olan heyecan ile beraber garip bir üzüntünün karışımını hissediyor fakat bu duygulara genellikle birazcık hicap da eşlik ediyordu.

Derken budalanın karşısındaki engeller kalktı, kayalar eridi. Yanılsamaya sebebiyet veren perde ortadan kalkınca hakikat alenen gün yüzüne çıktı. Gördüğü şey karşısında dili tutuldu budalanın. Bunca zaman konuştuğu ve görmek için can attığı sesin sahibi meğer  kendisiydi. Besleyerek büyüttüğü o devasa imgenin kensidinden yansıyanlar olduğunu anladı. Narkissos’un kaderi bir kez daha bu budalada tekerrür ediyordu. Ve oracıkta yığıldı kaldı. Yalnızlığı ona olmayan şeyler mi gördürmüştü? Gaipten gelen sesler belki de. Bütün yaşadıklarını bir bir geriye sarınca aslında pek çok kez bu durumda bir gariplik olduğunu sezmesi gerektiğini hissetti. Geçmiştekilerin yolundan gitmediği için vicdanını saran korkunç suçluluk duygusu hafiflemişti belki ama şimdi kendinden başka kimsesi olmadığını bir kez daha ve çok derinden hisssetmişti. En kötüsü de yaşadıkları ve onlardan neşet eden hayallerinin hiçbir asli dayanağının olmamasıydı. Ama olsun. Bir kaç dünyada yaşaması fenamıydı ki? Gerçek olup olmamasının ne önemi vardı? Ya da mağaradan çıkmasının. Zor durumdan kurtulmak için hayatını karikatürize etme fikrinin nereden aklına geldiği sorusu hala kafasını kurcalıyordu ama. Çünkü her şeyi anlamasına rağmen bu fikir hala kendi benliğine büsbütün yabancı geliyordu. Kendi uydurmuş da olamazdı bunu. Kafasının bir parçası bu denli özerk işleyip böylesine bir fikir ortaya koyabilmek için fazla yavaş ve boştu. Sonra bu fikrin mağarada yaşadıklarından kurtulmak için böyle bir senaryoda cisimleşebileceğini düşündü. Derken karikatürlerin sadece güldürmek için olmadığını hatırladı. Zaten neden aklında böyle bir şey vardı onu da bilmiyordu ki. Karikatürlerin bazen en acı hakikatleri çok veciz bir şekilde dile getirebilme selahiyetlerine sahip olduklarını da hatırladı. Derin bir nefes aldı. Kendi halinin tam da bu duruma uygun olduğunu düşündü ve ışığın bir türlü gözükmediği mağarasında yürümeye devam etti. Işığı tekrar görebilme umudu olmadan. O ketum ışığı. Aydınlatmayan. Olduğu yerde kalmak ile yürümek arasında sonuç itibarı ile pek de bir fark olmayacaktı. Fakat eğer yürüse daha farklı bir insan olacağını düşünüyor ve seçimini o yönde yapıyordu. Başarılı olamasa da çabalayan bir insanın haklı gururu vardı üzerinde. Seçtiği kişi olmaya doğru yürüyordu. Başlarda zor gelen mesafeleri şimdi biraz da isteyerek ve yürekli bir şekilde katediyordu. Artık ıslık da çalmıyordu. Karanlık korkusunu bastırmak için yükses sesle konuşmuyordu da aynı zamanda. Tekrar aynı şeyleri yaşamaktan ve  kısa süreli bir hazdan sonra düştüğü mutlak boşluktan ölesiye korkuyordu. Neticede kaybedebileceğini düşündüğü tek varlığı da kaybetmişti. Zamanla karanlıklar içerisinde yaşamaya alışmış ve bazı uçuk söylentilere göre ise karanlıklara  karışmıştı. Hala acaba kayaların arkasından bir ses gelecek mi diye çaresizce bekleyip durduğu da vakidir.

Artık o kadar da budala değildi. Budala olduğunun farkında olan bir budala kadar akıllıydı artık. Karakterinin bütün açık seçikliğini ve aslında kendisine ait olan kendisine yakıştıramadığı özelliklerini başkasına yansıtmaktan hiç utanmadığını görmüş ve bu utançla hayatının bir yalan olduğunu anlaması uzun sürmemiştir.

Kendisine bir “hayır” cevabını çok görenin kendisi olduğu gerçeği ise onu zaman zaman düşündürüyor, güldürüyor ama her daim üzüyordu.

Başlangıcı absürd, ortası vasat hikayenin sonu da böyle iğrenç bir şekilde bitti işte!

 

Son Yazılar

Osman Çolak Yazar: