İslam sanatı, neşet ettiği medeniyetin düşünce ve güzellik anlayışını somut bir şekilde göstermektedir. Bu sanatın en ayırt edici özellikleri; sonsuzluk fikrine sahip olması, somuttan soyuta kaçış ve figürden uzak durması şeklinde sıralanabilir. Bu özelliklerin temelinde tüm varlık aleminin Yaratıcının tecellisinden ibaret olduğu, yani her varlığın arkasında Yaratıcının bulunduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu bakış açısı her şeyin geçici olduğu, Allah’ın ise ezeli ve ebedi olduğu, böylelikle insanın Yaratıcı karşısında kendi acziyetini fark etmesini sağlamaktadır.
İslâm sanatçısı eserlerini oluştururken, yaratıcı ile bir yarış halindeymiş gibi algılanmaktan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışan, “kendi yaratımı’’ üzerinde yoğunlaşmaktan ziyade, “Tanrı’nın yarattıklarının keşfi” üzerinde yoğunlaşmayı öne çıkaran bir bakışa sahiptir.
İnsanın sahip olduğu en değerli varlığı, muhakkak inancıdır.(Dini inanç özelinde ifade ediyorum.) İnancını temsil eden yapılar, eserler, objeler kişide mahremiyeti ve kutsiyeti ifade ettiğinden dokunulmazdır ve saygıya değer bir konumda yer almalıdır. Bu perspektifte sanat eseri statüsüne en yakışır yapıların başında, mabetler, camiler gelmektedir.
İnsanlık tarihi boyunca, hiçbir dönem yoktur ki dini yapılara, ibadethanelere rastlanmasın. Hatta İslam literatüründe, Kelam ilmi kapsamında bu konu, Allah’ın varlığının delili olarak kitaplara geçmiş ve ‘’Kabul’i Amme (Umumun Kabulü) Delili’’ olarak sabit olmuştur. Delilin anlatmak istediğini ilk cümlem ile özetlemiş olsam dahi ayrıntılı izahata ihtiyaç olduğu kanısındayım: İnsanlık tarihi tatbik edilince, hangi devir ve zamanda, hangi ırk ve milletten olursa olsun, en iptidaisinden en medenisine kadar insanın bulunduğu her yerde mutlaka ibadet ve tapınak izine rastlanır. İnsanlar, medeniyetin kendilerine sağladığı her türlü nimetten yoksun oldukları dönemlerde bile, mabetsiz, tapınaksız, ibadetsiz, kısaca dinsiz yaşamamışlar, yaşayamamışlardır.
İslam dini özelinde ibadethane kavramını anlamaya çalışırsak eğer, ilk inşa edilen Kuba Mescidinden bugüne dek camiler, ibadet edilen yer olması dışında daha muhtelif işlevleri de olan adeta bir yaşam merkezidir. Şöyle ki; ilk dönemler mescit (cami); komşu ülkelere yönelik en ciddi ve en mahrem kararların alındığı siyasi ve askeri bir karargâh olmanın ötesinde, bir başkanlık sarayı ve Kur’ an ve diğer ilim dalları için eğitim-öğretim merkezi idi. Camiler, mabet işlevi de görmekle birlikte, dünyevi fonksiyonları daha baskındı.
Dünyevi fonksiyonlarını yaşatmak açısından camilerin külliye formunda inşa edilmesi, onu tam bir yaşam merkezi haline getiriyor. Bu formdan uzak ve estetik açıdan oldukça zayıf olarak inşa edilen camiler, İslam dinin öngördüğü mescit ruhunu taşır durumda olmamakla endişe yaratıyor.
Müslümanlar için kutsal mekan olmanın yanı sıra camiler, sanatsal mimarinin ve inancın somut yansıması olması özelliğiyle, tüm insanlık için kıymete değerdir. Elbette camiler dönemin ruhunu yansıtsın, fakat estetiği ile sanat eseri olmaktan da geri kalmasın.
Bazı camilerde kadınlara ayrılan bölümler adeta karantina bölgesini andırıyor. Teşbihte hata olmaz diyerek affınıza sığınıyorum, fakat caminin estetiğinden, ruhundan hiçbir pay alınmadığı, daracık bölümlerde ibadet etmek, zannediyorum ki camilerin mabet olma fonksiyonuna paralellik arz etmiyor.
Camiler, çocuklar için oyun alanı, sokak hayvanı için sığınak, kimsesiz insanların özgürce başvurduğu emin yer olmalıdır. İşte bu açıdan cami, bir kubbe, dört duvar ve iki minareden daha fazlası olmalı. Farklı işlevleri olan ve farklı ihtiyaçlara cevap veren, sosyal dayanışmanın yürütüldüğü yegane merkez hâline getirilmelidir, öyle ki İslam medeniyetinden söz etmek için bu, hayatidir.
Selametle…
Kaynak; https://pixabay.com/tr/cami-asya-malezya-pembe-mimari-2289425/