Türkiye’de Din Problematiği

Türkiye toplumuna ilişkin -kapsamlı ve ikna edici – bir din sosyolojisinin bugüne kadar kaleme alınmamış olması büyük bir eksiklik ve kusurdur. Bu gerçek, Türkiye’de din ve düşünce yapıları hakkında ciddi, bilimsel ve analitik çalışmaların, –ne yazık ki- henüz yapılmadığını haber vermektedir. Bu ise ülkede en yaygın dinin bile derinlemesine incelenme olanaklarını kısıtlamaktadır.

Türkiye’de din sosyolojisi, eğer bundan sonra esaslı biçimde ele alınacak olursa böyle bir çalışma, öncelikle, -bu ülkedeki en yaygın din kurumunu vaktiyle etkilemiş olan- çeşitli düşünce ve inanç akımlarından söz etmelidir. Bununla birlikte bu dinin tarihsel evrimini de belgesel ve çok yönlü olarak işlemelidir.

T.C. tarihinde, dinin en çok ön plana çıktığı günümüzde bu kurumun, son 1000 yıl içinde eski kuşakları nasıl etkileyip yönlendirdiğini ve günümüzde yaşanan inanç ve düşünce karmaşasına nasıl yol açtığını önemsememek, bu konudaki gerçekleri görmezden gelmek, aydın çevreler için büyük bir sorumsuzluk anlamına gelir. Tarihin sürükleyip bugün önümüze koyduğu sonuçların etkisiyle gözlenen gelişmenin salt konjonktürel olduğunu ve sadece günümüzün koşullarıyla sınırlı bulunduğunu ileri sürmek ise bu tutumun daha ürkütücü olduğunu gösterir. Dolayısıyla, Türkiye’deki yaygın dinin, bugünün koşullarından etkilendiği kadar tarihin akışı içinde karşılaştığı her baskın düşünceden de etkilenerek ve ivmeler kazanarak günümüze geldiğini söylemek yanlış olmasa gerektir.

İşte bu ilgiyle İslâm’dan hemen tamamın soyut bir anlam ve nitelik kazanarak senkretik bir dine dönüşmüş bulunan «Müslümanlık» kavramı üzerinde bir nebze durmak isabetli olacaktır.

Bu konuyu şimdilerde irdelemenin, neden önemli bir gereksinim olduğuna gelince bu, toplumumuzun sosyolojisinde din faktörünün ne kadar belirleyici ve yönlendirici olduğu noktasında aranmalıdır. Nitekim Türk toplumunu tarih boyunca siyasal ve sosyal alanda yönlendiren faktörlerin başında her zaman din gelmiştir.

Bilindiği üzere, Türkiye’de en yaygın dinin «İslâm» olduğu ileri sürülmektedir. Nitekim nüfus kayıtları ve istatistikler bunu doğrulamaktadır. Ne var ki bu ülkede en yaygın iki dil olan Türkçe ve Kürtçe’de -İslâm’ı çağrıştırıyor olsa bile-, ondan başka bir dinin adı daha çok seslendirilmektedir. Bu dinin Türkçe’deki adı: «Müslümanlık», Kürtçe’deki adı ise: «Musulmanî»’dir. Bu dinin mensuplarına ise Türkçe’de «Müslüman», Kürtçe’de «Musulman» denir.

Bütün bu farklı telâffuzlara ve «Müslümanlığın» aslında İslâm demek olduğu tezlerine karşın, Kur’an’da dinin: -çok kesin bir dille- «İslâm » olduğu vurgulanmaktadır. Kur’an’ın yabancı dillerdeki çevirilerinde de (eğer dinin adı çeviriye konu edilmemiş ise) yine aynen «İslâm» olarak geçmektedir. Ne ilginçtir ki, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi ciddi olması gereken bir devlet kurumu tarafından yayınlanmış bir Kur’an çevirisinde bile bu ad –her ne kadar «Müslümanlık» olarak geçmiyorsa da- «İslâmîyet» şeklinde kısmen çarpıtılmış bir imlâ ile yazılmıştır. Oysa bilimsel araştırmalara bakılacak olursa «İslâm» «İslâmîyet» ve «Müslümanlık» kelimeleri ayrı anlamlara gelirler. Üstelik «İslâm» sözcüğü çok ünlü bir özel isim olduğu için –tercüme yasalarına göre- onun çeviriye konu olması olanaksızdır!

Görüldüğü üzere, bağlısı bulunduğu dinin sadece adı üzerinde bile bu derece karmaşaya boğulmuş olan bir toplumun, acaba bu dini bin yıl önce kimlerden ve nasıl öğrendiği sorusu burada ciddi bir şekilde öne çıkmaktadır. Bu sorunun belki de en isabetli yanıtını, tutarlı araştırmalarıyla ün kazanmış bir akademisyenin ifadelerinde buluyoruz. Bu şahsiyetin bizzat Türk unsurundan olması ise –herhangi bir ön yargıyı geçersiz kılması bakımından- ayrı bir önem taşımaktadır. Yazarın, yukarıdaki soruya cevap oluşturan ifadesi aynen şöyledir:

«Türkler İslâmîyet’in bir çok unsurlarını doğrudan doğruya Araplardan değil, Acemler vasıtasıyla aldılar. İslâm medeniyeti Türklere, İran kültürünün merkezi olan Horasan yoluyla Maveraünnehir’den geçerek geliyordu»

Şimdi de acaba İranlılar, İslâm’ı Türklere nasıl aktardılar, ya da onlara hangi İslâm’ı anlattılar, şeklinde bir soru daha akla gelmektedir. Bu sorunun cevabını da yine aynı araştırmacının şu sözlerinden çıkarabiliriz:

«İrânîlik Hz. Hüseyin evlâdını Sâsânîler’in vâris ve takipçisi sayarak Ehl-i beytin hukukunu müdâfaa perdesi altında Arap milliyetine ve İslâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini, -Zerdüşt akidelerini İslâm kisvesi altına sokmak suretiyle- açıkça gösterdi.»

Temelde araştırma ürünü olan ve bilimsel niteliğe sahip bulunan bu bilgileri, -güvenilirliğine rağmen- sadece birer işaret ya da kişisel bir kanaat sayanlar olabilir. Ancak, gerek Türkiye’de en kalabalık etnik kitle olan Türkler arasında, gerekse onlardan sonraki büyük etnik grup olan Kürtler arasında ortak dinin etrafında örülmüş inanış, ibadet ve yorum çeşitlerine bakıldığında bu dinin, özde İslâm ile ilişkisinin çok zayıf olduğunu açıkça görmek mümkündür. Tarihsel ve kültürel gerçekler irdelendiğinde, üç ayrı faktörün ortak bir sonucu olarak bu olgunun ortaya çıktığı görülür. Bunlar Mistisizm, aşırı milliyetçilik ve katı gelenekçiliktir.

Bin yıl boyunca Senkretik Türk Müslümanlığı’nı besleyen bu üç kaynak, çok kere iç içe geçerek ve etkileşerek sonuç vermişlerdir. Özellikle Türklerde katı gelenekçiliğin ve aynı zamanda aşırı milliyetçiliğin eksenini oluşturan «atalar kültü» bu noktada büyük önem taşımaktadır. Türk paganlığına zengin malzemeler sağlayan evliyacılık ve kerametçilik akımları son bin yıl içinde İslâm’ı rafine ederek onu tam anlamıyla senkretik bir dine dönüştürmüştür. Buna günümüzde verilecek en isabetli ad ise «Türk Müslümanlığı»’dır.

Türk Müslümanlığının uğradığı evrim süreçlerini başlatan olaylar hakkında çok sayıda kanıt vardır.

Örneğin Miladî 1318’de doğmuş olan «Nakşibend» unvanlı bir Türk spiritüalistin gördüğü rüya, büyükannesi tarafından şu sözlerle yorumlanmıştır:

«–Ey oğul! sana Türk şeyhle¬rin¬den bir pay ulaşsa gerektir.»

«Yani Türk şeyhleri seni eğitecek ve sana yön ve¬receklerdir.»

«Bu sözlerden bile çok rahatça anlaşılmaktadır ki: Türklük ideali, Nakşibend’in doğduğu ta Miladî 1318 yıllarından itibaren İslâm’ı sırf bu mil¬lete mahsus bir din kalıbına dökmek için Nakşibendî Tarîkatı’na çok önemli bir rol yüklemeye başlamıştır.» İşte bu örnekte, mistisizm ile aşırı milliyetçiliğin birlikte ürün verdiklerini görüyoruz.

Mistik akımların etkisi altında ve katı milliyetçi bir ruhla yola çıkarak «İslâm’ı kabul ettikleri» ilk yıllarda bile Türklerin bu inanç kurumunu bir Arap dini olarak algıladıkları anlaşılmaktadır. Bu nedenle eski dinleri olan Şamanizm’den ve Budizm’den tamamen sıyrılmış olduklarına inanmak güçtür. Hatta, gerek bu iki dinden, gerekse Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan bir çok inancı İslâm ile sentezleyerek bugünkü «Senkretik Türk Müslümanlığı»’nı yapılandırdıklarını söylemek yanlış değildir.

«Anadolu Müslümanlığı» olarak da adlandırılabilecek olan bu din, Türkler kadar, -onlarla tarihsel kader birliği içinde yaşamış olan- bu coğrafyadaki çeşitli etnik kitleler tarafından da benimsenmiştir. Bu grupların başında ise, yoğunluk bakımından Kürtler gelmektedir. Ancak Anadolu senkretik Müslümanlığı, daha çok Türk unsurunun ata dinleri ve eski kültleriyle yapılandırılmıştır. Türklere ait olan bu karma inanışlar sarmalı ise son 1000 yıl içinde Anadolu Müslümanlığına tam anlamıyla milliyetçi bir din niteliğini kazandırmıştır.

Anadolu Senkretik Türk Müslümanlığı’nın ruhunu ise «ölü kültü» oluşturmaktadır. Günümüzde «Müslümanlık» olarak yaşanan «Atalar dini», ilhamını ve mayasını işte bu akımdan almaktadır.

Türk Müslümanlığı, yapılanma sürecinde iki belirleyici temel üzerinde kurulmuştur: Milliyetçilik ve çok tanrıcılık. Onu bu iki temel üzerine oturtan kanıtlara ise kısaca şöyle dokunabiliriz:

1) İslâm’ı Türklükle özdeşleştirmek;

Türkler, «İslâm’a geçtikleri» tarihten itibaren, -bu yeni din adına- hemen mistik bir milliyetçilik eğilimi içine girmişlerdir. Bu eğilim ilk önce Türk kökenli bir peygamber özlemi şeklinde kendini göstermiştir. Yaygın Türk halk edebiyatında ve geleneklerinde ana tema olarak sıklıkla işlenen «evliyacılık» akımı temelde bu özlemin çarpıcı bir ifadesidir. Nitekim çok geçmeden bu özlemi doyuran evliyacılığı, peygamberlik kurumunun yerine geçirmeyi başarmışlardır. Baştan beri –Türk kökenli- bir peygamber arayışıyla söylenmiş –ancak sır olarak saklanmış- ipucu niteliğindeki şu sözler ise hem bu özlemi kanıtlamakta, hem de birçok gerçeği çağrıştırmaktadır:

«Velâyet, fenâya varmış kimsenin hâlidir. Nübuvvet mertebesinden uludur. Bazı enbiyâ hazerâtı velâyete de sâhib olmuşlardır. Lâkin her velîde nübuvvet-i tarifiyye veya tebliğiyye mevcûd olagelmiştir.»

Türk kanını taşıyan bir peygambere duyulan şiddetli özlem içinde söylenmiş bu sözler, (geç döneme ait olsa bile) neredeyse 900 yıl önce ölmüş olan Feridüddin-i Attar’dan esin almaktadır. İslâm akaid disiplinine göre «oldukça tehlikeli sözler» denebilecek bu ifadenin göze alınmış olması, -sarsılmaz bir bütünlük temeline sahip olan- İslâm’ı kökünden ret, ya da eski dinlere bağlılık anlamına gelir. Bu ise salt Türk zevkine göre yapılandırılmış «Müslümanlığın» senkretik bir din olduğunu deşifre eden ilk kanıtlardan biri sayılabilir.

2) Kur’an yerine mistisizmi temel almak.

Türkler İslâm’dan önce, çok tanrılı Çin ve Hint kültürünün etkisi altında bulunuyorlardı. «İslâm’ı kabul» edince, mitolojiye dayanmayan bir din ile ilk kez tanışmış oldular. Bu dinin «Vahiy» konusu hariç, tamamen pozitif disiplinlere dayanan öğretisini sindirebilecek bir kültür birikimine o tarihlerde sahip değillerdi. Nitekim İslâm öncesinde, Türklerin okuma yazma bildiklerine ilişkin hemen hiçbir ciddi belgeye rastlanmamaktadır. Bu nedenle Kur’an’daki sistematik İslâm yerine kendilerine özgü mistik, esnek ve «interpretive» bir felsefe olan Tasavvuf eksenli bir din ördüler. Bunun üzerine tasavvuftaki sınırsız hoşgörü, İslâm’daki sınırlı hoşgörünün anlaşılmasını Türk muhitlerinde zorlaştırdı ve onun sosyal hayata –bir bütün olarak- girmesini büyük ölçüde önledi. Temelde İslâm ile ilişkilendirilse bile ondan bağımsız bir din niteliğini kazanmış olan «Türk Müslümanlığı» tarih boyunca, özellikle son iki yüz yıldır –aynen Hıristiyanlık gibi- salt bir tapınak ve mezarlık dini olarak yaşandı.

İslâm’dan tamamen bağımsız bir mistik felsefe olan ve Kur’an’da bir kez bile geçmeyen tasavvuf adına, Türkler arasında hoşgörü o kadar abartılı sözlerle seslendirilmiştir ki bu konuda harcanan olağanüstü çabalar, İslâm’daki hoşgörüyü gölgelemiş, hatta çağımızın özellikle entelektüel kesiminin zihnine bu yüzden İslâm’ı sert, acımasız ve şiddet yanlısı olarak yerleştirmiştir. Son zamanlarda, dış dünyada yaygınlaşan «Müslümanofobya» sorunu bu yargının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Türk çevrelerinde İslâm’ı yüzyıllar önce devreden çıkaran tasavvuftaki sınırsız hoş görüye çarpıcı bir örnek olarak Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin, başta Türkçe olmak üzere çeşitli dillere çevrilmiş olan şu sözlerini gösterebiliriz:

«Bâzâ! Bâzâ! Her ân çi hestî bâzâ
Ger kâfîr-u gebr-u bût-perestî bâzâ
În dergeh-i mâ, dergeh-i novmîdî nîst
Sed bâr eger tovbe-şikestî bâzâ»

Zamanla kurumlaşarak, vicdanlara kazınan mistik inanış tarzı, bu suretle Türk topluluklarını aynen İslâm öncesi gibi politeist bir doğrultuda yönlendirdi. Sonuç olarak paganist bir Türk Müslümanlığı doğdu. Yesevî, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlâna ve Yunus Emre gibi daha birçok ünlü «Türk mistikleri»nin –eserleri ve söylemleriyle- temsil ettikleri din işte budur. Bu din, günümüz Türkiye’sinde yaygın olan Türk Müslümanlığı’nın birçok türünü birden sembolize etmektedir.

Sınırsız hoşgörüyü telkin eden tasavvuf, -Mevlâna’dan verilen örnekte görüldüğü üzere- «günah» ve suçun tekrar tekrar işlenmesinde hiçbir engel tanımamaktadır. Yeter ki suçlu kişi «tanrısına karşı», tövbesini bozup işlediği her suçtan sonra pişmanlık duysun ve yeniden tövbe etsin. Üstelik, Mevlâna’nın «panteist bir düşünceye sahip» olduğu varsayımlarına bakılırsa –O’na göre- «tanrı» ya da «İlâh» kavramı da pek belirgin bir anlam ifade etmemektedir.

Dolayısıyla tasavvuf, aslında bundan da öte, muhatabı için çok daha geniş bir kapı aralamakta, Ona, «Allah» kavramı etrafında alabildiğine yorum yapmasına izin vermektedir. Müslümanlıktaki panteist ve politeist akımların kaynağı bu olsa gerektir.

İslâm’da «Allah» kavramı üzerinde, akaid disiplinlerine aykırı herhangi bir düşünceye, bütün kapılar kapalıdır. Buna karşın, tasavvufta antropomorfist ve teomorfist düşünce ve yorumlar serbesttir. Tasavvuftan beslenen Türk Müslümanlığı’nda özellikle teomorfist inanış motiflerine bu nedenle çokça rastlanabilir.
***

Müslümanlığın, Türkiye toplumunda neden olduğu sosyolojik etkilere gelince, bunları; Mezhepçilik, tarikatçılık ve resmi ideoloji olarak üç ana grupta özetleyebiliriz.

1) Mezhepçilik.

Yunan felsefesinden alınan ilhamla, yüzyıllar önce «İslâm akaidi»ni diyalektik tarzda açıklamalara konu yapan Semerkantlı diyalektiysen Ebu Mansur el-Matüridi (852-944), İslâm metafiziğine getirdiği rasyonel yorumlarla, ortodoks Sünnilikte farklı bir inanç mezhebinin ortaya çıkmasına neden oldu. Matüridîlik, bu şahsiyetin çağdaşı olan Iraklı Ebu’l-Hasan el-Eşa’ri (879-941)’nin kurduğu «Eş’arî Mezhebi» ile birlikte, Sünnî Müslümanlığa iki inanç ekolü olarak girmiş bulundu. Bunlardan, Türkistan kaynaklı «Matüridilik», Türkler tarafından Senkretik Türk Müslümanlığının felsefesi olarak benimsenmiştir.

Bunun yanı sıra, ilk İslâm hukukçuları tarafından dizayn edilen dört hukuk ekolünden, İran kökenli Ebu Hanife’nin içtihatlarından oluşan «Hanefi Mezhebi», (Büyük olasılıkla, kurucusu Arap olmadığı için) Türkler tarafından benimsenmiş, ancak çok geçmeden bu mezhep, İslâmî niteliklerinden –şeyhülİslâmların fetvalarıyla zayıflatılarak- milli bir kisveye büründürülmek suretiyle «Hanefizm»’e dönüştürülmüştür. Böylece İlâhiyatta «Matüridizm», hukukta ise «Hanefizm temellerine» oturtulan Türk Müslümanlığı, Milli bir din olarak kurumlaştı.

Önemli bir çoğunluk tarafından benimsenmiş olan, ancak İslâm’dan oldukça farklı ve bu özelliği ile Alevîlikten ayrılan Milli Türk Müslümanlığını, «sözde Alevîliğin karşıtı ya da alternatifi» diye «Ortodoks bir din» olarak nitelemek doğru olmasa gerektir.

Alevîliğe gelince; bu gelenek ile İslâm arasında –bilimsel olarak- ciddi herhangi bir bağ bulmak mümkün değildir. Çünkü «Sünni» görünümündeki Milli Türk Müslümanlığı, -Kur’an ve Sünnet kaynaklı- çok yoğun bir İslâmî terminoloji kullanırken, Alevîlikte bu özellik göze çarpmamaktadır. Tam tersine, sadece Ali b. Ebitalip adındaki tarihi kişiliği bir mağduriyet sembolü olarak işleyen Alevîlik, O’nu tarihsel kimliğinden soyutlayarak kendisine dinsel bir anlam yüklemiştir. Bu derece sembolik bir anlayışa din ya da mezhep adını vermek ise bilimsel kriterlere uygun değildir. Alevîliğin bir tarikat olduğunu ise Alevîler kabul etmemektedirler. Gerek görünüm, gerekse içerik bakımından hiçbir dinsel potansiyele sahip bulunmayan Alevîliğe bazı akademisyenler tarafından verilen «Heterodoks İslâm» adı ise, hiçbir bilimsel değeri ifade etmez! Dolayısıyla Alevîliğe ancak, «Şaman köylü Türkmenlerin bir halk geleneği» olarak bakmak daha doğru olur.

2) Tarikatçılık.

Türkler tarafından tasavvufa dayalı olarak birçok tarikat kurulmuştur. Nakşibendi, Mevlevi, Bayrami, Gülşeni, Şabani ve Cerrahi Tarikatları gibi. Günümüz Türkiye’sinde de tarikat kurma geleneği sürmektedir. Buna Aczmendilik ve Nurculuk tarikatlarını örnek gösterebiliriz. Bu örgütler, birer ahlâk okulu olduklarını savunurlar. Ancak, -İslâm’ın çeşitli manevi yorumları olarak propaganda edilen- bu örgütler, -her ne kadar terminolojilerini İslâm’ın birikiminden almış iseler de- bu tez gerçek dışıdır. Bunlar temelde Türk Müslümanlığının spekülatif ve mistik birer yapıtaşlarıdırlar.

3) Resmi İdeoloji

Türkiye’de devlet ideolojisini sembolize eden ve dinsel ritüellere benzer törenlerle canlandırılan (arka planı örtülü!) resmi bir dinsel akım daha 1938’den sonra varlık göstererek zamanla köklü bir şekilde yerleşti. Bu da temelde ilhamını Türk Müslümanlığından almıştır. Nitekim Tarikatlardan daha baskın biçimde laikliği çiğneyen bu dinsel akımın Ankara’da (kâbe’ye alternatif olarak kurulmuş) çok büyük bir tapınağı ve Türkiye’nin birçok yerinde fanatik bağlıları vardır. Haftanın başında ve sonunda bu kuruma ait ritüeller okullarda tekrarlanmaktadır.

Aşırı milliyetçi Türk düşüncesinin bir ürünü olan «Türk Müslümanlığı» ve ondan türeyen bu dinsel ve mistik akımlar Türkiye’de inanılmaz bir inanç ve düşünce karmaşasına yol açmışlardır. Buna tepki olarak «Kur’an’daki İslâm’ı koruma» kaygısıyla son yıllarda yapılanmaya çalışan «Selefilik» eğer –çok geçmeden- Vahhabiliğe dönüşecek olursa Türkiye’de din kavgalarının başlaması kaçınılmaz olur.

Türk Müslümanlığından kaynaklanan ve son yıllarda hızlı bir ahlâk çöküntüsüne neden olan bu kaosun etkisiyle ülke ve toplum büyük bir risk altına girmiştir. Bu tehlike herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde gelişebilir. Bunun en büyük sorumlusu ise –hiç kuşkusuz- senkretik Türk Müslümanlığı olacaktır.

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.