Bir kitap okurken yapılabilecek en büyük yanlış, kitabın karakterlerini, farklı eserlerin karakterleri ile çakıştırmak ve zihinde kitabı o karakter ile resmetmektir. Doppler’de bu hatayı yaptım. Doppler’in müthiş bir edebiyat pırıltısı olduğunu düşünüyorum. Dili, hikayesi ve akışı ile. Ama zihnimde oluşan görüntünün, bu pırıltıya gölge düşürmüş olmasından kaygılıyım
Bir gün ormanda bisikletle gezerken kaza ile yere düşen ve kafasına ciddi bir darbe alan Andreas Doppler için bu kaza hayatının dönüm noktası olur. Bu kazada aldığı darbe nedeni ile rapor alır ve bir süreliğine işine gitmez. Ama bu ayrılış nihai bir ayrılıştır ve kısa bir süre sonra büyük bir bıkkınlık duyduğu, aile, iş, toplum ve kent yaşamından kaçarak tek başına ormanda yaşamaya başlar. Para, lüks, konfor ile tüm ilişkisini keser. Kendisini bir avcı toplayıcı olarak tanımlayarak, temel bazı ihtiyaçlarını takas ekonomisi ile karşılamaya çalışır.
Hikaye Norveç’te geçmesine ve tüm karakterlerinin Norveç’li olmasına karşın, ana karakterini zihnimde canlandırırken, Birol Güven’in benzer niteliklere sahip, mandıra filozofu lakaplı kahramanı Mustafa Ali’yi gözlerimin önünden bir türlü gönderemedim. Bunun açıkçası hayal gücünü sınırlandıran, hatta daha da ötesi hayal gücünün yaratıcılıkta sınırlı olduğunu gösteren bir durum olduğunu düşünüyorum. Elbette yazarın kurguladığı karakter ile okurun oluşturduğu karakter farklıdır ve hatta farklı olması kaçınılmazdır. Bir yazar için kâğıda yansıttığı karakteri, okurun zihninde de benzer şekilde oluşmasını sağlamak, onun yazarlık becerisini gösterir. Kaliteli bir okur da, yazarın zihnindeki karakteri algılama becerisine sahip olandır. (Aslında tersini iddia etmek de mümkündür ve iyi yazar, okuru karakteri istediği gibi hayal etmesi konusunda özgür bırakandır da, denebilir ama bu başka bir tartışmaya tekabül eder) Okur için, başka bir eserdeki karakteri kopyalayıp, okuduğu eserdeki karaktere yapıştırması, bence ciddi bir zihinsel tembelliğe işaret eder. İşte bu romanda bu tembelliği yaptım.
Doppler oldukça kısa bir roman. Ama çarpıcılık yönü oldukça yüksek. En başta şunu fark ediyorsunuz ki, Norveç’te de olsanız, Türkiye’de de, dünya, belirli bir düşünce eşiğini aşan insanlar için giderek çekilmez bir noktaya doğru ilerliyor. İnsandan kaçmak, asosyalleşmek, sokaktan çekilmek ama evin içinde de boğulmak, dünyayı kendisine sorun eden insanlar için kaçınılmaz oluyor.
Romanın dili oldukça zeki ve mizahi. Her ne kadar baş karakteri akıllılığa düşman da olsa, bir anlatıcı olarak, dil ve anlatımda tam tersi bir görünüm sergiliyor. Çocukları ile diyalogundan, geyik yavrusu ile olan ilişkisine, evine giren hırsızla yaptığı sohbetten, ormanda kendisi ile komşuluk yapan bir sağcı ile yaşadığı düşmanlığa kadar, her bir sahne, insanı zeka pırıltıları ile gülümseten bir içeriğe sahip.
Özellikle kızının veli toplantısında dile getirdikleri ile, evinde yakaladığı hırsızla yaptığı sohbet, karikatür mizahı havasında olsa da, içerik olarak oldukça çarpıcı.
Siyaset yaşamında sağ ve sol kavramları giderek daha az kullanılır ve daha farklı tanımlar (sosyal demokrat, liberal, milliyetçi, muhafazakar vb) bu iki kavramın yerini alırken, Erlend Loe sağcılık tanımını, daha derin ve köklü tariflerle yerine oturtuyor. Aşırı güvenlikçi, özel mülkiyetçi, aşırı tüketici, kariyerist vb. kavramları, mizahi bir dilin gölgesinde kullanarak, bir tüketim toplumu ve kapitalist rejim eleştirisi yapıyor.
Ancak kitap ilerledikçe, işlerin bu kadar da kolay tarif edilemeyeceği ve ayrıştırılamayacağı ortaya çıkıyor. Ormanda tek başına yaşamayı hedefleyen Andreas Doppler, gün geçtikçe etrafının kalabalıklaşmaya başladığını hissediyor. Ne yazık ki, insanoğlu gittiği her yeri kendisine benzetmekte oldukça mahir. Sağcı olmakla eleştirdiği kişi, bir süre sonra tüm varlığını tek edip ormana yerleşiyor ve dinler ile kültürler arası barışı hedefleyen bir festival örgütlemeye girişiyor. Diğer bir tabiri ile hayat bizim çizmeye çalıştığımız çerçeveyi ve tanımları her defasında yırtıp atmak için yoğun bir çaba sergiliyor.
Toplam 116 sayfa olan roman, bir günlük bir okuma serüveni ile kolaylıkla sonlanabiliyor. Akıcı dil ve çarpıcı hikâye buna kolaylıkla müsaade ediyor. Kitabın sonunda ilk aklınıza gelen ise en yakın zamanda bir orman ziyareti yapmanın vaktinin gelip gelmediği oluyor.
Bu arada yazı içinde, Doppler romanının başka ülkelerde basımı yapılmış kitaplarının kapaklarına birkaç örnek sundum. Bence Yapı Kredi Yayınları oldukça başarılı bir iş çıkarmış ve gördüklerim arasında en iyi kitap kapağına sahip. Kitabın hakkını veren ve içeriği yansıtma gücü yüksek bir çalışma olmuş.
Görsel 1; http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2016/4/11/513908_resource/6.jpg
Görsel 2; http://i.idefix.com/cache/600×600-0/originals/0000000679083-1.jpg
Görsel 3; http://www.pandora.com.tr/images/kapak/377283b.jpg
Görsel 4; http://images.gr-assets.com/books/1273537481l/8171094.jpg