Merhabanın merhaba olalı böylesine güzel bir suret görmediği bir günde, kafası çok karışık bir şekilde denizi süzüyordu. Sahi tam olarak ne zaman ve nasıl tanışmışlardı acaba? Hatırlamıyordu ama merhabalaştıklarını anımsamak istiyordu. Bir hafta boyunca her gün üzerinde gördüğü askılı kırmızı elbiseyse mıh gibi aklındaydı. Aynı semtte oturuyorlardı ama diğer insanlardan farklıydılar. Bir bağ vardı aralarında ama çözemediler. Çocuk gibi şendi o. Oysa kendisi mutlu görünmek için rol yapan insanlardan farksızdı.
Hediyelik aldığı turşuları paketleyip bavula koymuştu. Son görüşmelerinde ondan aldığı namı meşhur turşular sırasında daha da bağlandığı simsiyah güzel gözleri, gözünün önünden gitmiyordu ama gürültüden dolayı dikkati dağılmıştı. Ağızlarında sigara olduğu halde susmadan konuşup yerli yersiz kahkaha atan teyzeler canını sıkmıştı yine. Yanı başındaki ağlamaktan bitap düşmüş yağız bir bebeğin saçını çekmesi de cabasıydı. Düşüncelerine parazit gibi saldırıyordu insanlar dört bir yandan. Kolçaklı bir amcanın başka bir amcaya söylediği, Barcelona’nın Paris’i elediği maçın futbolun karanlık güçler tarafından yönetildiğine dair bir işaret olduğu yönündeki sözleri dikkatini çekmesine rağmen oralı olmamıştı. Çünkü tam tamına 25 gün olmuştu uyuyamayalı. İnsanlar tarafından gözleri kapanır vaziyette olduğu için adeta zombi gibi görüldüğünün farkındaydı. Uyumaması bir tercih değil bir hastalıktı doktorlara göre. En son uyuduğu günün Sivas Kongresi’nin yapıldığı günün yıl dönümü olduğunun okuduğu takvim kağıdındaki yazıdan dolayı farkındaydı. Üstelik doktorların kendisine deli teşhisi koydukları gündü o gün. Oysa ona göre yaşadığı dünyanın yükünü kaldıramayan milyonlarca insandan biriydi sadece. Akan burnunu boynuna bağladığı kaşkola silerken düşündüğü tek şey masa tenisi oynadıkları günlerde saçının ne kadar uzun olduğuydu. Bu düşünce de nereden çıkmıştı? Bilmiyordu ama yine eski günleri hayalliyordu. Nereden bilebilirdi saçının uzamasının ikisini bu denli uzaklaştıracağını. Telefonuna polisten gelen dolandırıcı mağduru olunmaması içeriğindeki uyarı mesajının sesi nedeniyle telefona bakmasıyla şarjının yüzde 24 kaldığını görmesi bir oldu. Kulağına taktığı kulaklıkta müzik çalmadığını da yeni fark etti. Hal böyleyken en iyi tercih uyumak olacaktı. Daha doğrusu uyumaya çalışmak.
3 yol ağzına gelmişti. Daha doğrusu flu olduğu için daha fazla da olabilirdi. Hangisini seçeceğini kestiremedi. Ne fark ederdi ki hepsi aynı halt olmalıydı. Bugüne kadar yaşadığı tecrübeler önemli olanın sonuç olduğunu ortaya koymamış mıydı hep. Bal köpüğü saçları, içtiği sigarayı tutuşu, gülünce gözlerinin kısılması, denize olan aşkı, kafasının üstüne taktığı güneş gözlüğüyle onu bekleyişi, dönüp arkasına bakışı, eşsiz gülüşü, adını söyleyişi -kesinlikle daha güzel söyleyen yoktu- ve birbirlerine kavuşamayan elleri gözünün önünden gitmeyen lanet birer halüsinasyondan ibaretti. En son görüştüklerinde Erzurum ya da Erzincan’a gideceğini söylemişti gözleri yaşlı. Onu ağlatan her kimse bunun bedelini ödemeliydi. Belki de kendisiydi. Lanet olsun ki hiçbir şey hatırlamıyordu. Telefonda birbirleriyle konuştukları uzun gecelerde yaptığı kaprisleri bile özlemiş olmalıydı. Yani emin değildi. Onu düşünmek siyah beyaz bir fotoğrafa bakmak gibiydi artık. Buna rağmen ona dair her zaman hatırladığı hafif tozlu ve silinmiş hatıralar vardı. Verdiği beraber operaya gitme sözünü bile tutmamıştı mesela o. Peki ona aldığı elbiseyi çöpe attığını biliyor muydu acaba? Telefonunda kayıtlı tam tamına son 58 çağrının hepsi ona aitti bir zamanlar. Oysa şimdi bir kahvelik hatır bile kalmamıştı belki de. Yağmur yağan bir günde oynadıkları masa tenisini unutamıyordu. Bin kere de oynasalar gökten nur inmişçesine sevinçten konuşamıyorlardı. Yaptığı yemekleri de çok özlemişti. Kim bilir kimler yiyordu o yemekleri şimdi.
Günler sonra hayaller içerisinde uyuduğu o derin uykudan büyük bir korna sesiyle uyandı. Gözlerini açtığında bedeni parçalanan insanların arasında olduğunu ve otobüste oturduğu 5 numaralı koltuğun kahve damlamış koltuk yüzünü gördü. Yüzüne yayılan sıcak kan kokusu eşliğinde elinin üzerindeki elin sahibine yavaşça göz ucuyla baktı. Gözleri fal taşı gibi açılmış bu yüz ondan başkası olamazdı. Elini sımsıkı kavrayarak enkaz halindeki otobüsün çalışan tek parçası olan radyosunda çalan cızırtılı “bulutlara esir olduk” şarkısı eşliğinde ölüme kucak açtı. Çok mu ayıptı hala mutluluk istemek? Ölümden daha büyük bir delilik olamazdı. Hem de onunla…Öyleyse merhaba.