İnsanın sefaletinin öyküsü; Gecenin Sonuna Yolculuk

Umudun ve aşkın dışında, insana dair her şeyi okumak istiyorsanız, “Gecenin Sonuna Yolculuk” aradığınız kitap olabilir. Kitap yazılmış olalı 85 yıl olmuş. Ama bileseniz ki, kitap değerinden fazla bir şey kaybetmedi, çünkü insanın sadece kabuğu değişti. Kabuğun içindeki tüm çürümüşlük olduğu gibi duruyor. Kitabın yazarı Louise Ferdinand Celine’in romanda yer verdiği şu sözler hale geçerliliğini koruyor; “Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar, daima” (syf:31)


Louise Ferdinand Celine, Fransa’nın en fazla tartışılan yazarlarından birisi. “Gecenin Sonuna Yolculuk” derinliği ve dönem edebiyatına getirdiği farklılıkla oldukça çarpıcı bir eser olsa da, bu çarpıcılığını bir miktar da olsa yazarının tartışılmasına borçlu. Louise Ferdinand Celine, Fransa’da o kadar tartışılan bir yazar ki, ölümünün 50. Yılı olan 2011 yılında “Ulusal Anma Derlemesi” listesine girip girmeyeceği ve bir anma töreni düzenlenip düzenlenmeyeceği tartışıldı ve dönemin Kültür Bakanı Frederic Mitterrand, Celine’in antisemitik eserleri nedeni ile anılmayacağını söyledi.

Yazarı şimdilik bir tarafa bırakıp, kitaba dönecek olursak, roman Louise Ferdinand Celine’in yarı biyografik eseri sayılabilir. Yazar Ferdinand da, romanın kahramanı Ferdinand gibi 1. Dünya Savaşında Fransız ordusuna katılıyor. Savaşın tüm vicdansızlığını tespit ediyor. Ordudan ayrıldıktan sonra, yine iki Ferdinand da, bir şirketi temsilen Afrika’ya gidiyor. Uzun bir süre kalmadan geri dönüyorlar. Bu dönüş anında yazar Ferdinand ile karakter Ferdinand arasında bir farklılık oluşuyor. Yazar Ferdinand Fransa’ya döner ve ardından bir İngiltere macerası yaşarken, karakter Ferdinand Afrika’dan Amerika’ya geçiyor ve Fordist sistemde çalışmaya başlayan fabrikaları keşfediyor. Her iki Ferdinand’ın yaşam öyküsü, tekrar Fransa’ya dönüş ve tıp eğitimi almaları ile yeniden kesişiyor.

Ancak “Gecenin Sonuna Yolculuğu” özel kılan, hikâyenin bu akışı değil. Hatta gariptir, mükemmel tasarlanmış ve gözümüzde canlanan karakterler de değil. Roman, okurun gözünde sadece bir hikâye ve karakterler canlandırmıyor, doğrudan hayatın kendisi tüm çıplaklığı, sıradanlığı, pespayeliği ve kiri ile sayfalarda yer ediniyor.

Ferdinand Bardamu, kayıtsızlığın sınırlarında, insanların kalıplaştırmaya çalıştığı tüm değerlerden yoksun, koyu bir nihilist olarak, roman boyunca sefaletin diplerinde geziyor. Doktorluk bile onu bu sefaletten kurtarmıyor uzun bir süre. Hatta bu meslek yüzünden, insanların derinliğine, çöplüğüne, tüm kirlerine daha fazla vakıf oluyor.

Kitabın başında Bardamu, kendi isteği ile orduya katılıp savaşın içine girse de, savaş anındaki tüm gözlemleri, pasifist bir anarşist gibi, savaşın anlamsızlığına dair oldukça makul bir bakış açısı içeriyor. Ancak, savaşın içinden çıkıp sivil hayata doğru yol aldığı süreçte, savaşa karşı duruşunda rastladığımız makul bakış açısı tamamen kayboluyor. Günümüzün moda deyimiyle bir yanıyla bir “kaybeden”e dönüşüyor. Ama bu kaybediş, gönüllü, istekli bir kaybediş. Kazanmak için tek bir adım bile atmıyor. Hayatın olumluya dönebileceği her eşikte adımını geriye çekiyor. Çünkü Ferdinand Bardamu kazanmaya veya kazanılacak bir şeye inanmıyor, insanın kapasitesinin buna müsaade etmeyeceğini biliyor.

“Gecenin Sonuna Yolculuk” gerçek anlamda bir yolculuk. Mekanlar arasında değil, zaman/insan denkleminde çıkılan bir yolculuk ve ne yazık ki gecenin sonu gündüz değil, ölüm. Roman bu anlamıyla, belirli bir hazırlık aşamasıyla okuru hikâyeye ısındıran, hikâyenin içine düşüren ve yavaş yavaş sonlandıran bir akışa sahip değil. Daha çok, bir film şeridinin öylesine bir noktasında kesilmesi ile başlayan ve öylesine ikinci bir noktada kesilerek bitirilen bir akışa sahip. Romanda sahnenin ortasına düşüp, kitabın sonuna doğru sahnenin içinden aniden çekiliyorsunuz.

Ama zaten kitabı özel kılan, hikâyesinden çok, Ferdinand Bardamu’nun hayatın içinde duruşu, gözlemleri, yorumları ve dili. Her türlü gelişmeyi başkarakterin gözünden görüp, beyninin içinde düşüncenin oluşma sürecinde o sinapstan öbürüne atlıyoruz. O sebepten, ne kadar itici bir karakter de olsa kitap ilerledikçe Bardamu’ya dönüşüyorsunuz. Bu etkiden olsa gerek, kitabın çevirmeni Yiğit Bener, kitabın sonuna eklediği son sözü Bardamu’ya dönüşerek kaleme almış.

Kitapla yazar arasındaki ilişkiye tekrar dönecek olursak. Kitabın başında yer alan iki ön sözü okuduğumda, yazarı kitaptan daha fazla merak ettim ve kitabı okumadan önce yazar hakkında fikir edinmek istedim. Louise Ferdinand Celine, bu kitabı yazarak Fransız Edebiyatında yeni bir rüzgâr estirmekten öte, 2. Dünya savaşında ülkesini işgal eden Almanlardan taraf olup, Nazi sempatisi taşıyan ve Yahudi karşıtı görüşlere meyil eden birisi olarak Fransa’da, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında dışlanan veya tartışılan bir yazar olmuş.

Kitabı okuduktan sonra, yarı otobiyografi olduğunu düşündüğüm bu eseri yazan kişinin nasıl Nazi sempatizanı ve aşırı Yahudi karşıtı olabileceğini düşünmeye başladım. Çünkü başkarakter Ferdinand Bardamu bize bu yönde bir ipucu vermiyordu. Zaten çevirmen Yiğit Bener’in dillendirdiği Bardamu da bu noktaya parmak basıyordu;

“Ne o? Yazarım vakti zamanında bir takım boktan laflar etmiş, ırkçı ve Yahudi düşmanı, öyle mi? Doğru, etti… inkar edecek değilim ya! Hatta ona dil avcısı diyen bile olmuş, kara gömlekli birileriyle arkadaşlık ettiği filan da söyleniyor, bir nevi yol arkadaşlığı diyorlar… Bilmem… Etmiş midir ki?… Sanmıyorum, o kadar da değil sanki… bence boşboğazlıkla hezeyan karışımı sözlerdi bunlar… ama her neyse, öyle ya da böyle! Yolculuğa meraklı olanlar bazen yollarını da şaşırırlar, arkadaşlarını da! Gelgelelim bütün bunlar olduysa bile, daha sonradan oldu, benden sonra, benim dışımda yani… beni ırgalamaz demek istiyorum anlayacağınız, ben neysem oyum. Benim o taraklarda bezim yok! Boşuna aramayın bende o pisliklerin izini… Öteki Ferdinand’a gelince, benim yazarım olan adam yani, dilimin ucuyla bile yargılamak geçmiyor onu içimden, hiç!… Ne savunmak, ne de yargılamak. Ola ki anlamak. Çünkü savrulduysa bir dönem o tür aşırı uçlara, belki de kestiği içindir insanoğlundan tüm umudunu, hiç çıkarmadığı içindir o kapkara gözlüklerini.”

“Gecenin Sonuna Yolculuk” için, günümüz edebiyatı çerçevesinde yeni bir dile sahip olduğunu iddia etmek mümkün değil. Ama kendi döneminin edebiyat kalıpları adına bir devrim olduğu kesin. Sokağın dilini, o dilin tüm bozukluklarını, küfrü, argosu ve konuşma biçimiyle birlikte yazıya taşıyan bir eser. Ben bu tarza, daha önce okuduğum Bukowski’nin kitaplarında, Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ında da rastladığımı düşünüyorum. Belki onlar da Celine’den ve “Gecenin Sonuna Yolculuk”tan etkilenmişlerdir. Ülkemiz edebiyatında ise, Hakan Günday zaten “Gecenin Sonuna Yolculuk”a duyduğu hayranlığı birçok kez dile getirmişken, Emrah Serbes’in de bu tarza yakın olduğunu düşünüyorum.

Belki biraz uzun zaman alacak ve zaman zaman da kitabın içinde kaybolacağınız bir okuma olabilir ama her ömrün bir döneminin bu okumaya ayrılması gerektiğine inananlardanım.

 

Görsel 1; https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/c/c2/Louis-Ferdinand_C%C3%A9line_1932.jpg

Görsel 2; http://i.idefix.com/cache/600×600-0/originals/0000000119537-1.jpg

Görsel 3; http://3.bp.blogspot.com/-d_mTM9B1RXE/UajXyi89GtI/AAAAAAAAACI/okm5wOSXEWM/s1600/louis-ferdinand-celine_meud.jpg

 

Son Yazılar

Şehir Plancısı, Gaziantep, evli, iki çocuk, demokrat, aykırı, söz, yazı, anlamak ve anlatmak...