( Bu yazı filmi analiz etmek üzere yazılmış bir yazı değildir fakat spoiler içerdiğinden Arrival filmini izlemeyen okuyucuların bu yazıyı okumamaları rica olunur zira bu durum okudukları takdirde filmden alacakları keyfi azaltma ihtimali olduğundan dolayı kendi lehlerinedir.)
Klasik bakış açısına göre düşüncelerimiz zihnimizde yaşantımızdan bağımsız olarak belirir ve sözcükler yoluyla onları onları dile getiririz. Yani aralarında bir karşılıklılık ilişkisi varmış gibi düşünürüz. Buna göre düşüncelerimiz zihin denilen steril alanda üretilir ve en uygun araç olan dil ile de o alandan çıkarak iletişimimizi sağlar.
İnsanlar nasıl konuşurlarsa öyle düşünürler diyor Story of Your Life isimli kitabın yazarı Ted Chiang. Beyaz perdeye Arrival ismiyle uyarlanan bu kitabın öne sürdüğü fikir dillerin düşünme şekillerini koşullandırması ve yapılandırması üzerine kurulu. Dilinizin yapısına göre dünyayı anlama daha doğrusu anlamlandırma deneyimimiz birbirinden tamamen farklı olur. İlk bakışta iddialı gibi gözüken bu düşüncenin antropoloji kitapları karıştırıldığında pekte öyle olmadığı görülecektir. Farklı kabileler üzerine yapılan araştırmalarda dillerinin yaşam biçimleri, davranışları, karakterleri ve kişilikleri üzerinde nasıl etkiler oluşturduğuna dair ufuk açıcı nitelikte bilgiler var. Evrensel ve değişmez, verili bir özmüş gibi düşünmeye alışık olduğumuz adalet, hak, eşitlik, sevgi gibi kavramların içinde bulunulan durum tarafından koşullandırıldığı ve içeriklerinin doldurulduğu bir soru olarak ortaya atıldığında bile bizi kendilerini tekrar düşünmeye ve yerellik, tarihsellik ve araz olabilme ihtimallerini göz önünde bulundurmaya sevk ediyor. Bir yazarın çok beğendiğim ve fakat yeterli olmadığını ve hatta belli bir noktadan sonra klişeleşmeye başladığını düşündüğüm bu sebepten dolayı da üzerinde değişiklik yapmak zorunda kaldığım bir sözü var. Mealen aktaracak olursak konuşlandığımız yerin konuşmamızın içeriğini belirleyeceğini düşünüyor bu yazar. Aslında çok sıradan bir cümle. Zaten hepimiz bir şekilde şu an olduğumuz kişinin belirli süreçler sonucunda içinde bulunduğu durumlar tarafından belirlendiğini ve belki başka bir hayat yaşama fırsatımız olsa şimdi olduğumuzdan epey farklı olacağımızı düşünmeye meyilliyizdir. Yani nerede duruyorsak oranın çizdiği sınırlar çerçevesinde düşünüyor ve dolayısıyla orası tarafından belirleniyoruzdur. Bu deyişi yazının içeriğine de uygun olarak revize edip tersine çevirirelim. Diliniz, konuşma şekliniz konuşlandığınız yeri ve yaşama tarzınızı ve düşünüşünüzü belirler ve yapılandırır. Sadece basit bir tersine çevirme ve söz oyunu yapmak değil amacım elbette. Sosyoloji ve antropoloji bizi böyle düşünmeye sevk edecek epey veri sağlıyor. Nitekim yaşam alanlarını liderin evine aynı mesafede olacak şekilde bir nevi dairesel düzenleyen bir kabilenin dili üzerine yapılan çalışmalar sözünü ettiğim konuşma ve konuşlanma üzerindeki korelasyona dair ipucu veriyor bize.
Filme ilham veren Sapir – Whorf hipotezi düşüncenin düzeninin belirli bir linguistik siteme izafi bir düzeni olduğunu varsayar. Diller evrenin belli taraflarını dikkate alarak ya da ihmal ederek dünyayı analiz eder ve nihayet düşünüşün olasılıklar evrenine sınırlar koyar, onu koşullar ve aslında üretir. Linguistik rölativizm denilen bu varsayımın bir nevi örneklemesi olması hasebiyle bizzat Whorf tarafından Hopilerin dili üzerine yapılan çalışmalar vardır. Whorf burada Hopilerin diline tekabül eden evreni modellemiştir. Bu hipoteze göre insanların ve hatta belirli bir kültürün davranışlarını ve düşünce sistemlerini belirleyen yegane unsur dildir; ancak onun sınırları ölçüsünde dünyayı anlamlandırabiliriz ve dış dünyayı algılayabiliriz. Bu tıpkı belirli paradigmalar ışığı altında oluşturulan bir kuram yardımı ile evrene yaklaşmaya ve onu betimlemeye benzer. Kuramın çizdiği sınırların dışarısında kalanlar göz önünde bulundurulmaz ve kuram evrene dayatılır. Kuram – dil, düşünüş – evren analojisiyle dilinde kendini düşünüşe dayattığını söyleyebiliriz.
Arrival filmi de bu varsayımdan yola çıkan fakat onu en uç noktasına götürmesi hasebiyle ekstrem bir örnektir. Öyle ki filmde uzaylılarla karşılaşan dilbilimcinin zamanla dili öğrenmesiyle kendinde deneyimlediği farklılılar, zaman algısının tamamen değişmesi uzaylıların dilinin yapısından kaynaklanır. İnsanlar kurdukları cümlelerde dilin yapısından kaynaklanan bir artzamanlılık vardır ve kelimelerin de birbirini takip eden süreçlerde sırayla ortaya çıkarak cümlelerde yerini aldığını varsayarız. Aynı kronolojiye zihnimizde sahiptir bir nevi. Dil düşünme biçiminin koşuludur. Onu kendi kalıplarına girmeye zorlar. Uzaylıların dil sisteminde cümle yapılarında insanlarınki gibi bir kronoloji yoktur. Cümlenin başı ile sonu aynı anda meydana gelir. Kronolojinin bu eksikliği zaman algımızı da kökten değiştirir. Geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde formüle edilen zamanın klasik çizgiselliği ortadan kaybolur. Dolayısıyla bu dili bilen ve düşünüşüne etkiyen bir insan için gelecek pekala hatırlanabilirdir. Zamanın döngüselliği, birlikteliği bizi bir şimdi içerisine sıkışıp kalmaktan kurtarır.
“Dünyamın sınırları dilimin sınırlarıdır.” Witgestein bu sözü farklı bağlamlarda bambaşka anlamlarda kullanmış olabilir ve burada onu açıklamak niyetinde değiliz ama meramımızı anlatmak için bundan daha iyi bir önerme düşünüleceğini de zannetmiyoruz. Burada dünyanın düşünüm olasılıkları evreni olduğunu söylemeye gerek yok.
Burada dilin dünyayı oluşturan temel etken olması ve farklı dillerin evrene yaklaşma ya da daha doğru bir ifade ile evreni kurma, dünyayı anlamlandırma üzerine nasıl farklılık arzettiği üzerine okuyanları da düşünmeye sevketmesini umarak Gothe’ nin Renkler Kuramı Tarihi’nden bir alıntı yapmak istiyorum.
“Eğer Yunan dili canlı kalsaydı ve Latin dili yerine o yayılsaydı, evrenin bilimsel görünüşü ne kadar farklı olurdu. Yunanca çok daha naif, doğal ışıltılı, akıl dolu, estetik bir sunuma çok daha yatkındır.”
Alıntının devamında Yunancada kelimelerle nesneler arası ilişkinin bir kağıdın iki yüzü gibiymişçesine bir karşılıklılık ilişkisi olmadığı tersine nesnelerin ima yoluyla muhayyilede canlandırılmasının Yunan dilinin esnekliğini gösterdiğine dair devam eder.
Farklı kültürel ortamlarda farklı dillerin eşliğinde üretilen felsefelerin tam olarak asla farklı bir dile tercüme edilememesi de belki de bu sebeptendir.
Bu tıpkı şuna benzer ruh halimizin iyi olduğu bir zaman diliminde insanlara, kendimize çevreye bakışımız olumlu bir şekilde cereyan eder. Aslında değerlendirmeye aldıklarımız ya da bizim algılayışımıza maruz kalanlar gerçekte nasıl olduklarından bağımsız bizde kurulurlar. Oysa aksi bir durumda tam tersi olur. Ruhsal hapishanemizin farklı köşelerinde olumsal olarak açılan pencereler dışarıda ne gördüğümüzü belirler. O an dünyamız o pencerenin açılımlarından ibaret olur.
Doğu ile Batı arasındaki ayrımın her ne kadar suni olduğunu düşünsemde burada uygun olması hasebiyle örnek vermekten çekinmeyeceğim. M. Liou Kia Hway Çin’in Sentetik Ruhu isimli kitabında Çin düşüncesinin linguistik yapılarının düşünme biçimleri üzerindeki etkisi sonucunda Batı felsefesinden tamamen farklı ve bağımsız olduğundan bahseder. Somut ve sentetik Çin yazısı, soyut ve analitik mahiyetteki batı yazımı arasındaki fark ne kadarsa Çin düşüncesi ile batı düşüncesi de birbirinden o kadar farklıdır.
Bütün bu söylediklerimiz aksi bir örnek oluşturmasından sebep aklıma Necip Fazıl’ın geometri ile matematik arasında yaptığı ayrımı getiriyor. Öyle ki ona göre matematik zihni, spekülatif, vahyi bir tarafı olan dolayısıyla örneğin Müslümanlar’a ait olabilen bir ilimken geometri zahiri, şekli, ve görsellliğin ön planda bulunduğu bir ilim olması hasebiyle plastisitenin hükümran olduğu bir düşünsel evrende zuhur edebilecek bir ilimdir. Burada Whorf hipotezinden farklı olarak evrene yaklaşmayı önceleyen, hazırlayan ve yönlendiren töz olarak düşünce anlayışı kabul edilmiş dolayısıyla dil ikinci plandaki bir araç mesabesine indirilmiştir. Vahiyle hemhâl olan bir kişinin görünmeyene ve dolayısıyla soyut olana aşinalığından kaynaklanan düşünüş şekli matematiğin varoluş koşulları için uygun ortam oluşturur.