Dinsel metinlere yaklaşımdaki farklılıklar ve anlama sorununun mahiyetine dair metadoloji sorunsalı kapsamında ülkemizde henüz kurumsal anlamda kayda değer çalışmalar mevcut değil. Fakat hakim anlayışın dışına çıkıp farklı yaklaşımlar geliştirmeye çalışan yazarlar da yok değil. Bu alanda önemli isimlerden biri olan ve bizim geçen yazımızda da bahsettiğimiz Mustafa Öztürk genellikle tarihselciliğin ülkemizdeki taşıyıcılarından biri olarak tanınır. (Geçen yazıda tarihselciliğin ne olduğuna dair kısa bir giriş yapmıştık.)
Kur’an’ın tamamının evrensel ve tarih üstü olduğunun hakim anlayış olarak yer aldığı ülkemizde Kur’an’da değer ve olgu ayetleri ayrımı yapan ve olgu ayetlerinin değerden bağımsız, duruma atıf yapılmak için söylendiğini savunan tarihselcilerin haliyle fazla savunucusu yok. Burada bizim için Mustafa Öztürk’ün önemli olması onun kitaplarının büyük çoğunluğunu modernizm – gelenek ikiliğine (yeri geldiğinde ikisinden de yararlanarak ya da ikisini de eleştirerek) yakalanmadan yazmayı başarabilmesi ve aynı zamanda çeşitli disiplinlere dair okumalarıyla dini olanlar arasındaki sentez başarısı ve bununla alakalı olarak klasik Ehl-i Sünnet paradigmasının dışına çıkabilme ve bu tarz meselelere mesafe alarak yaklaşabilme salahiyetinin yanında klasik anlamında hocadan ziyade bir entelektüel olabilme becerisinde yatmakta. Üzerinde konuşulamayan ya da konuşulsa bile “kendinden öncekilerin sözünün üstüne söz söyleyememe korkusundan” aynı şeyleri tekrarlamaktan başka bir şey yapılmayan konuları, klasik kalıpların dışına çıkarak irdelemesi ve bu konular her ne kadar İslam’ın orijininde bulunmamasına ve çoğunlukla modern dönemin sorunsalları olmasına rağmen meseleleri kendi iç dinamiklerini de hesaba katarak ve bazen onlar üzerinden tartışarak yürütmesi de diğer bazı sebepler Mustafa hocayı bir tarihselci prototipi olarak seçmemiz için.
Yeni bir şey söylemek üzere yola çıkıp olayın felsefesine hakim olamadığı için hiç olmayacak mevzuları İslam ile yan yana getiren nicelerinin olduğu şu zamanlarda yaklaşımları her ne kadar orjinal olmasada ilgi çekici. Hermenötikin çok yeni bir yöntem olmadığını üzerine okuma yapanlar çok iyi bilecektir. Ama diğer bazı yazar ve hoca takımının yaptığı gibi tarihselcilere “Kuran’ın masal olduğunu söylüyorlar.” ithamında bulunmadan tarihselciliğin neliği ve sonuçlarına dair görüşlerimizi belirtmeye devam edelim.
Tarihselciliğin ilahi mesajı nuzül dönemi ile sınırlandırmak ile itham edenlere karşı tarihselciler, ilahi mesajı günümüze taşımanın ve bugüne neler söyleyebileceğinin ortaya çıkarılması bakımından en etkin yol olarak Kur’an’ı kendi tarihinde okumanın zorunlu olduğunu, aksini iddia ederek mesajın tarih üstü olduğunu söyleyenlerin ise nesh teorisi vasıtasıyla Kur’an’ın bazı ayetlerinin bazılarının hükmünü ortadan kaldırdığı gerçeği ile beraber tarihselcilere yönelttikleri eleştirilerin çelişkili olduğunu görmediklerini iddia ederler. Burada mesele nesh teorisinin doğru olup olmadığı değil, Kur’an ayetlerini tarihselleştirerek anlamaya ve bunu da tamamen salih niyetlerle yapmaya çalışan insanlara karşı (Üstelik nesh teorisine alternatif olabilecek tahsis (hükmü daraltıcı yorum) gibi, ayetlerin birbirini hükümsüz kılmadığı ayetler arası ilişki alternatifi varken) takınılan olumsuz tutum önemlidir. (Nesh teorisi vasıtasıyla bazı ayetler tarihselleştirilmiş olmuyor mu?)
Sahabelerin bizden farklı olduğu, onların vahyi içinde bulundukları bir şimdi içerisinde araya mesafe girmeden ve vahyin cisimleşmiş ve dışsallaşmış ve bir kitap haline gelmesini beklemeden Hz. Muhammed (s.a.v.) vasıtası ile doğrudan anladıkları ve sonraları insanların Kur’an’ı anlamak için bir metinle karşı karşıya gelmek zorunda olduğu ve bu kitaplaşmış Arabi kelamı anlayabilmenin ön koşulunun ilahi metnin nuzül olunduğu dilin imkan ve sınırlarının bilinmesi gerektiği iddiasına dayanır. 23 senelik vahiy sürecinin donuklaşmaması, tüm zamanlara söz söyleyebilmesi ve vahyin özünün, ilahi muradın ne olduğunun anlaşılabilmesi için kendimizi sahabelerin yerine koymamız ve onların perspektifinden ayetleri anlamaya çalışmamız gerektiğini ve kendimizi onların olduğu tarihsel bağlama yerleştirip bir nevi benlikleriyle sağladığımız senkronizasyon sonrasında ancak Kur’an mesajının anakronizme düşmeden anlaşılabileceğini iddia ederler.
Kuranın tarihselleştirilerek okunması sonucu Kur’an algımız ciddi bir biçimde değişecektir. Nitekim İslam dünyasında tarihselciliğin öncü ismi sayılan Fazlur Rahman’ın “İslam” isimli kitabında şu satırlar yer almaktadır. ”Kur’an her şeyden önce bir dini ahlak ilke ve uyarılar kitabıdır, hukuki bir belge değildir.”
Kur’an’ın tüm zaman ve mekanlarda uygulanması gereken hukuki metinlerden müteşekkil bir kitap değil insanın Allah’a layıkı ile kul olmanın gerektirdiği ahlaki nitelikleri haiz mü’min olma şuurunu kazandıran bir ahlak kitabı olarak görülmesi gerektiğini söylerler. (Bu Kur’an’ın hukuki hüküm içermediği anlamına gelmez). Kur’an’ı okuma ve anlama algısını tamamen değiştiren yani Kur’an’ın hitap ettiği insanların “hukuki özne” den ziyade “ahlaki özne” olarak anlaşılması gerektiği tarihselcilerin Kur’an algılarını oluşturan olumsal fakat önemli bir sonucudur. Mesajı anlamaya çalışmaktan ziyade yüzeysel ve zahiri bir perspektiften ayetlerden hüküm çıkarmanın ilk başlarda çok daha kapsayıcı olan fakat sonradan alanı, çalışma sahası ve amacı daraltılan fıkıh ilminin mekanize olması ve fakat diğer İslami ilimlere nazaran din üzerindeki otoritesini tesis etmesi ile sonuçlanmıştır. (Müslümanların yaşamlarındaki çelişkiyi de açıklar nitelikte bu durum).
Şeriat – tasavvuf ayrımının her ne kadar sağlıklı bir ayrım olduğunu düşünmesemde şeriat denilen ve dinin hukuksal ve zahiri boyutunu temsil eden kısmın (Asrı saadet döneminde tasavvuf denilen dinin bâtınının şeriatın içinde mündemiç bulunduğu ve fakat sonraları sistematik hale getirilip kurumsallaştırıldıkları bilinir. Özellikle tasavvufun müesseseleşmesi ve fıkhın akademikleşmesi) özellikle bazı konularda cahiliye döneminin bir nevi uzantısı olarak kabul edilebileceği vurgulanır. (Hukuksal anlamda devrimsel bir dönüşümden ziyade sürekliliğe yapılan vurgu). Öyleki cahiliye devrindeki uygulamalar eğer İslamın özüne tezat oluşturmuyorsa aynen devam ettirilmiş ya da tevhid formuna sokulmuştur. Maruf denilen bu kavramın Arapların geçen zaman içinde oluşturdukları örf, gelenek vs olduğu gerçeği yadsınamaz. Dolayısıyla burada evrenselleştirilenin 7. yüzyıl Arap toplumunun örf ve adetleri olduğu iddiasında bulunulabilir. Tarihselciler elbette Kur’an’ın bütün insanlara indiği fakat bu durumun vahyin nuzül dönemindeki insanların yaşamlarından (örf, adet, toplumsal hayat, anlayış) bağımsız olmadığı gerçeğini etkilemediği düşüncesinden hareket ederler. (Devam edecek)
Not: Bu yazıda tarihselcilikten bahsedilirken tarihselci olarak nitelendirilen kimseler arasındaki görüş ayrılıklarına itibar edilmemiş ve Mustafa Öztürk’ün tarihselcilik anlayışı benimsenmiştir.