Raskolnikov’u bilmeyen yoktur. Buhran ve yokluk içerisindeki gururlu genç üniversite öğrencisi. Kendince bir felsefesi ve adalet sistemi olan, garip bir egoya sahip, Çarlık Rusya’sının aykırı kişisi. Fakirliğin içerisinde bir kral düşü gören aciz bir hukukçu. Dünyaya karşı uğradığı çöküşün intikamı peşinde olan çelişkiler düşkünü.
Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Suç ve Ceza’nın kahramanı olan Raskolnikov, kurgusal bir kişi olmasına rağmen adeta tarihe mâl olmuş gerçek bir kişidir. Hem yaşadığı dönemi, hem adalet anlayışımızı, hem de vicdan ve Tanrı olgusunu derinden inceleyen etkileyici bir romandır Suç ve Ceza. “Suç nedir? Suçlu kime denir?” gibi temel felsefi soruları kurgu masasına yatıran iddialı bir başyapıttır.
Adaletin ancak üstün kişiler eliyle sağlanacağını savunur ve bu üstün kişilerin asla katil sayılamayacağını iddia eder Raskolnikov. Bu fikirlerini doğrulamak adına Napolyon’u ve İskender’i örnek vermekten çekinmez. Tabi burada aslolan, ortadan kaldırılan yani bir böcek gibi ezilecek kişinin suçlu olması ve topluma zarar vermesidir. Aksi takdir de yapılan cinayet olur.
Masumları korumak adına zalimlerin cezasını bulması asla bir suç değildir ona göre. Bu düşünceyle ve yokluğun dibe vurduğu yaşantısının fiziki ve psikolojik sarsıntısıyla tefeci bir kocakarıyı öldürmeye girişir. Ona göre kocakarı, toplum adaleti adına yok edilmesi gereken bir pisliktir. Fakat bu girişimi sırasında birde kocakarının “iyi biri” olarak nitelendirilen kız kardeşini öldürmek zorunda kalır. İşte tam da bu noktada, o kavurucu ikilemini yaşamaya başlar. İki cinayet işlemiştir. Bunlardan birisini işlediği için adeta kendiyle gurur duymakta, ama diğerini işlediği için vicdan azabından kahrolmaktadır.
Raskolnikov’a göre adalet için cinayet işlemek mübahtır. Bu üstün kişilere verilen bir ayrıcalıktır. Raskolnikov’un kendisini neden üstün insan olarak hissettiğinden roman boyunca bahsedilmez. Daha ziyade içsel bir dürtüdür onunki. Çünkü ne Napolyon gibi bir imparatorluğun lideridir ne de İskender gibi milyonlarca kilometrenin hakimi. Buna rağmen kendinde bu hakkı görmüştür. Hatta kocakarının kız kardeşini öldürmemiş olsa ne vicdan azabı duyacak ne de suçunu itiraf edecektir.
Romanda Raskolnikov’un kimliği üzerinden değinilen bir gerçek vardır ki, asıl insanı sarsan bu çelişkidir. Raskolnikov bir yandan günlerce sefalet içinde yaşamasına rağmen cebindeki son kuruşunu muhtaç insanlara gözünü kırpmadan verirken diğer yandan yine gözünü kırpmadan cinayet işler. “İşte insan bu” diyor adeta Dostoyevski, “aç aç yeni bir bohça çıkan katmanlı ve çelişkili bir varlık. Ne siyah ne beyaz ama gri hiç değil.”
Romanda bir kişi daha var ki, ona değinmeden edemeyeceğim. O kişi Sonya. Temiz kalpli Sonya. Hiçbir şeyin kirletemediği Sonya. Çamura düşmüş bir gül Sonya. Raskolnikov onu kendine ruh eşi seçiyor. Çünkü bir yanı yaralı insanlar, kendileri gibi bir yanı yaralı insanları ararlar. Ancak onların kendilerini anlayacağını ve kınamayacağını düşünürler ki çoğu zaman da haklıdırlar. Sonya da ailesinin nafakasını sağlamak için fahişelik yaparak bir yara açmıştır ruhunda. O da Raskolnikov gibi kendisini birileri için feda etmiştir. Böyle düşünmektedir Raskolnikov: “Kendisini toplumun huzuru için feda etmiş bir soylu.” Ama o Sibirya’da 8 yıl ağırlaştırılmış kürek cezası çekerken toplumda yine tefeciler, soyguncular, dolandırıcılar ve zorbalar yaşamaya devam ediyordu. Maalesef dünya iyilerin olduğu kadar kötülerin de yurdu.
Adalet için cinayet işleme fikri günümüzde çok popüler. Bu konuyu temel alan bir sürü dizi, film karakteri oluşturuldu. Bir sürü roman, hikâye yazıldı. Ama hiçbirisi Suç ve Ceza’yı ve Raskolnikov’u tahtından edemedi. Hala içimizde vicdan azabı duymadan bu katile sempati duyuyoruz. Hala zihnimizde yargılasak, desteklemesek hatta suçlu bulsak da onu hoş görme ve kabul etme zaafımızı yenemiyoruz. Çünkü onun işlediği cinayetleri bizler de işliyoruz. Hem de durmadan. Bu cinayetleri onun gibi elimize balta alarak işlemiyoruz belki ama zihnimizde, ruhumuzda sürekli işliyoruz. Bir yanımız diğer yanımıza düşman her zaman. Bir yandan zalimlik yaparken bir yandan vicdanımız sızlıyor.
Raskolnikov’u sevdik çünkü bizim de bir yanımız yaralı. Görünür veya gizli de olsa. O bize çok benziyordu. Yani insana. Onun bu gerçekçiliği bir insansı Japon robotunu gördüğümüzde duyduğumuz rahatsızlığı oluşturmadı bizde. Çünkü Raskolnikov bir ruhtu. Asil ve günahkâr bir ruh… Hepimiz aslında öyle değil miyiz? Hepimiz aslında içimizdeki tefeci kocakarıyı öldüreceğim derken onun masum kız kardeşini de öldürmüyor muyuz?
Resim: http://blog.radikal.com.tr/Blogs/2013