Suçlu, ama

Çocukken hayalim polis olmaktı.

Hem fiziksel olarak yeterli olmadığım, hem de nispeten daha sakin bir meslek tercih ettiğim için hep bir hayal olarak bırakmayı seçtim bu arzumu. Aslında hiçbir zaman gerçek olmasını istediğim bir hayal olmadığını fark ediyorum şimdi. Hani herkesin vardır bir iki tane. Ne bileyim Hogwarts’a gitmek istemişizdir, zombi istilasında tek tük kalan insanlardan olmayı falan masallaştırmışızdır kafamızda. Ama gerçek olmayacakları kesindir veya zaten gerçek olmalarını da pek istemeyiz. Sanki kendi kafamızın tiyatrosunda kurguladığımız sahnelerdir bunlar.

Zaten “gerçek” dünyayı düşündüğümüzde o hayalleri süsleyen meslek veya uğraşlar pek de hayallerdeki gibi olmayacaktır. Kötülerin peşinden koşan iyi polis olmak yerine, sınırlamaların ve zorunlulukların şekillendirdiği ve mesai bitimini bekleyen bir memur olunacaktır aslında sonunda. Hogwarts’a giderseniz deli gibi ders çalışmak zorundasınızdır. Cem Yılmaz’ın itfaiyecilerle ilgili bir şakası vardır, hani Hollywood filmlerinden görerek itfaiyeci olan abimizin Fatih itfaiyesinde çayını karıştırarak oturma meselesi. Aslında gerçek budur.

Ben de bu hayalin gerçeklikle olan bu buruk ilişkisini bırakıp onu hayal olarak daha çok beslemek için edebiyata yöneldim tabii. Benim gibi aksiyonu seven çoktur ya, hem roman hem de sinema alanında polisiye konusunda literatür çoktur. Hollywood sağ olsun, hepsini izle izleyebilirsen. Uzak Doğu da geri kalmış denilemez yani, onlar da oldukça üretici.

Asıl değinmek istediğim, bu eserleri izledikçe ve okudukça kafamda gittikçe daha büyük bir soru işaretine dönen bir nokta: suçluya acıma ikilemi. Çoğu “karizmatik” kahraman karakterin de ikilemidir bu. Özellikle çaylak olanların. İlk yakaladıkları suçlunun hikâyesini öğrendiklerinde bir sorgulamaya girişirler, “Acaba ona daha önce yardım edilseydi?” derler. “Şartlar farklı olsaydı?” Kesinlikle doğru kararı verdiklerine emindirler, suçlu yakalanmıştır ama işte içlerinde bir yerlerde bir ses duyarlar.

Bu romanlara bakmadan önce de kendi günlük yaşamımızda da bu tarz ikilemlere hep rastlamaz mıyız? Doğru şeyi yaptığınıza eminsinizdir ama içinizde bir ses konuşur. Sanki bir sıkıntı yaşarsınız. Tamamıyla doğruyu yapmak gibi değildir bu, o karşılıksız iyilik ve sevgi dolu ilişkilerden sonra hissettiğiniz doygunluk yoktur. “Acaba” sorusu kafanızdan çıkmaz.

Bu tarz ikilemin çok akıllı insanları bile yanlışa yönlendirme kuvvetini gözlemliyorum bazen. Öyle bir ikilem ki bu, genelde hatalı yoldakini doğru yola ulaştırmıyor da hep iyi yoldakini saptırıyor sanki.

Kendimce olayları yorumlarken, belki kimilerine sert gelecek ama kesin bir çizgi üzerinde yürümeyi doğru buldum bu ikilem bağlamında. Suçlu suçludur. Cezasını çeker. İnsan olduğunuz için empati duygusuyla acıma ve merhamet duymanız normaldir. Ama bu hafifletme nedeni olamaz. Öbür dünyadaki hesaba gelince, ona biz karar verecek değiliz.

Bunu en çok kadın-erkek bağlamında rastlıyorum. Özellikle hem başka ülkelerden okuduğum bazı yorumlarda, hem de yerel kaynaklarda çok iyi niyetle belirtilen şu tarz fikir sunmalar çok: Kadın hep aşağılanıyor, öldürülüyor, ikinci sınıf muamelesi görüyor, ama erkek de toplumda baskıya uğruyor, ağlayamıyor, duygularını ifade edemiyor vesaire. Bu görüş oldukça enteresan. Daha doğrusu bu tarz bir karşılaştırma garip bir düşünce yapısını içeriyor. Benim burada tek gördüğüm, gayet saf bir şekilde suçlunun savunulduğu.

Unutmayalım ki mazlumun, baş edilemez bir suça maruz kalan ve dokunulmaz haklarına, yani malına, canına, namusuna, akıl ve dinine saldırı yapılan kişinin önünde, ona bu haksızlığı yapan zalimin masum olduğu yönleri (!) büyük bir merhamet göstergesiymiş gibi anlatmak sakıncalarla doludur. Örneğin boşanmak gibi en doğal bir hakkını kullanmak isteyen bir kadının canına kasteden bir erkek, “İşte toplum onu böyle yetiştiriyor, o da başka türlüsünü bilmiyor, şartlar böyle, ailede böyle görmüş.” vs. gibi bahanelerle savunulamaz.

Yanlış anlaşılmasın, sosyolojik olarak erkeklerin de kadınların da veya her türlü toplumsal grubun da sadece günümüzde değil tarih boyunca ortak ve farklı bir çok sıkıntılarla yüzleştiklerini kabul etmemek, erkeklerin, kadınların ve diğerlerinin bu noktalarda haklarını vermemek budalalık olur. Benim demek istediğim, malına zarar gelmiş bir kişinin karşısında hırsızın da savunmasını yapmaya çalışmanın saçmalığıdır. Bu hukuki yönden gerekli olabilir ama kamu noktasında bunun reklamı yapılmamalıdır.

Ben biraz bu durumu özür dilerken bahaneler bulmaya benzetiyorum. Haklı bir özrü bahaneler mahveder. Bir hata yaptıysanız, kırdığınız kişiye bahaneler sunmadan, suçlamadan, basit bir şekilde kalbinizdeki pişmanlığı ifade etmek doğru değil midir? “Ben öyle yaptım ama sen de şöyle yaptın.” lafzına benzeyen ifadeler kalbi kırılan kişiyi daha da kırmaya yarar ancak.

İşte suçlunun karşılaştırma yapılarak savunulması ile ilgili bir şey görünce ben de böyle hissediyorum. Mazlumların en yakınlarının ne hissettiğini hayal dahi edemiyorum.

Kapitalist dünyanın karşılaştırma yaptırma huyu ve “Hangimiz daha iyiyiz, hangimiz daha yukarıdayız?” diye sorgulamayı temel amaç yapma kuralı, bize adalet konusunda da sirayet etmiş anlaşılan. “Kim daha suçlu?” ya da “Suçlu ama?” ifadeleri insanın vicdanına uymuyor.

Her grubu ya da durumu önce tek tek irdelemeli.

Ardından suçluların niye suçlu olduğunu düşünelim. Sorunlarımızı çözmek için her şeyimizi verelim.

Ama bunu kimsenin hatasını hafifletme amacı gütmeden, acıma hissine kanmadan yapmaya dikkat etsek. Mazluma dayandırarak zalimi masum çıkarmaya yol yapmasak. Ne güzel olurdu!

 

Kapak Fotoğrafı

Son Yazılar