Aşurenin aşı mı yoksa tası mı daha sevap?

Arapçada “aşere” on, “âşir” ise onuncu demektir. Dini literatürdeki kutsal kelimenin hepi topu bu. Bu kelimenin aşure şeklinde telafuz edilmesi, hicri yılbaşı sayılan muharrem ayının onuncu günü (hicri yıl başı ya da ramazan orucu farz kılınmadan önce peygamberimizin bu ayda oruç tutuyor olmasının bununla hiçbir alakası olmaksızın)  aşura isminden gelmektedir. Kim vermiş, kime demiş, nerede ya da neden demiş bilinmez ama, böylece tarihe de aşure günü olarak geçmiş ve günümüze kadar gelmiş.

Hicri yılbaşı olarak birinci günü itibar görmeyen bu ayın, onuncu gününden yola çıkarak, o gün tutulması sevap sayılan orucun gölgesinde ve Nuh a.s. adı kullanılarak, İsrailiyat’tan alınan bir takım bilgilerin karanlığında, peygamberin bununla alakalı bir sözü ya da uygulaması olmamasına rağmen, dine sokulmuş  bu yemek; Allah sormadan kutsallaştırılıp, her şekilde bize yedirilmiş!

Bunun yanında bidat-ı hasene (güzel bidat) olarak söylenmesi de, gelenek olarak süslenmesi de, dini olarak alttan sevap umulurken, dışarıya kültürmüş gibi gösterilmesi de, kendi içinde çıkmazın bir ifadesi iken, kandırmanın ya da kandırılmanın bir başka bir yüzü olsa gerek.

İşimize gelmediğinde dinlemediğimiz peygamberin sünnetinde, aşure yaptırıp yediğine ya da dağıttığına rastlamasak da, Hz. Aişe’nin aşure pişirip sahabilere dağıttığını gören ya da duyan olmasa da, hangi peygamberin hangi hanımının gizli tarifi olduğunu bilmesek de, şunu biliyorum ki, bir şeye eğer din kılıfı geçirilmiş ise, onun hakkında düşünemez ve eleştiride  bulunamazsınız. Mazallah  gavur olmak içten bile değil. Allah muhafaza.

950 yıllık Tevhid mücadelesinde Hz. Nuh’un isminin geçtiği 43 ayetten anladığımız tek şeyin orada anlatılmayan aşure yemeği ve onun dağıtılmasının faziletleri olması ne kadar düşündürücü halbuki!

Allah’ın ayeti pervasızca eleştirilir, peygamberin hadisini hiç araştırmadan sorgulanır. Fakat, din adına uydurulan bir şey için, Biz atalarımızdan böyle gördük denir ve asla itiraz edilmez, edilemez. Hangi atası söylemiş, nerede, ne zaman, kime demiş, hiç önemli değil.Sorgulanamaz ve eleştirilemez. Uydurulan bu tür şeylere, sadece uyulur ya da uymak zorunda kalınır.

Ne var ki! bundan daha kötüsü de var. Bu işin sahiplenilmesi bir yana, dinleştirilmesi daha fena. Allahın “hâşâ” dinindeki eksikliklerini tamamlamak, peygamberden daha takvalı olmak, vadedilmemiş sevapları haybiyeden dağıtmak, bidatına bir laf etmeye kalkanı dinsizlikle suçlamak hatta dinden atmak…

Bu neyin aklıdır ya da kimin aklını kime karşı kullanmaktır? Bilmem. Tek bildiğim, Peygamberin getirdiği dine değil, onun sakalına takıldık. Hırkasına ve terliğine tapındık. Anlamak ve yaşamak için değil; sadece sevap kazanmak için kitabı açıp bakındık.

Son Yazılar

Yaşamak ve Yaşatmak. Biri, Araştırmak ve Öğrenmek. Diğeri, Bilmek ve Yazmak.