Boğaz’a dizilen köprüler ve gizlenen kimlikler

İstanbul Boğazı’nın iki yakasını birbirine bağlayan üç köprümüz var artık. Açılışı 26 Ağustos’ta yapılan ve dokuzuncu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in adı verilen üçüncü köprü, çevreye olan  etkilerinin yanısıra, adı nedeniyle de tartışma konusu oldu. Köprüye bu ismin verilmesine karşı olanlar, Sultan I. Selim’in hüküm sürdüğü dönemde (1512-1520) binlerce Alevinin kıyıma uğradığını ve toplumumuzun bugün de ciddi bir sorunu olan Alevi düşmanlığının tohumlarının o zaman atıldığını ileri sürmekteler.

Tarihçilere göre o dönemde yaşanan olaylar ve kıyıma uğrayan Aleviler’in sayısı hakkında net bilgiler vermek pek mümkün değil. Ancak mutabık olunan nokta, söz konusu Aleviler’in Türkmen oldukları ve Bektaşi-Alevi inancının Osmanlı devletinin ilk dönemlerine egemen olduğu. Bu görüşe göre, özellikle halifeliğin Sultan Selim tarafından Osmanlı’ya getirilmesinden (1517) sonra Sünni  İslam inancı daha baskın bir hale gelirken, Arap ve İran kültürleri de yaygınlaşmaya başladı. Anadolu’daki Alevi Türkmenler de bu nedenle doğu sınırında büyümekte olan Türk Safevi devletine ve Şah İsmail’e meyletmeye başladılar. Söz konusu kıyımın da, Şah İsmail ile savaşa hazırlanan Sultan Selim tarafından bu nedenle ve Şeyhülislam fetvasına dayanılarak yapıldığı söylenir. Söz konusu fetvada Aleviler kafir ve dinsiz olarak nitelenir ve öldürülmelerine icazet verilir.

Bu konularda daha ayrıntılı ve güvenilir bilgiler edinmek isteyenler, Murat Bardakçı’nın bir dönem hazırlayıp sunduğu ”Tarihin Arka Odası” adlı programın konuyla ilgili bölümlerini Youtube’den bulup izleyebilirler. Ayrıca, kısa bir süre önce yitirdiğimiz büyük tarihçi Halil İnalçık’ın ve onun yetiştirdiği pek çok öğrenciden biri olan İlber Ortaylı’nın bu konuya değindikleri program kayıtlarını izlemek de faydalı olabilir. Okumaya niyeti ve zamanı olanlar içinse kaynak zaten çok.

Kökeni 500 yıl öncesine kadar giden bu ayrıştırılma ve ötekileştirilmenin doğal bir sonucu olarak, Aleviler hayatta kalmak, güven içinde yaşayabilmek ve toplumda kabul görebilmek için kimliklerini gizlemek zorunda kalırlar. Bugün de maalesef pek farklı değil bu durum.

Konu gizlenen kimlikler olunca asıl akla gelen Anadolu’nun bir diğer kadim halkı, Ermeniler’dir. Bu kez daha yakın bir geçmişe 100 yıl öncesine uzanıyor hikayenin başlangıcı. Türkler’i Anadolu’da karşılayıp kabul ettikleri 1071’den 1915’e kadar geçen yüzlerce yıl boyunca yan yana yaşayan bu iki halk, savaş sırasında yaşanan korkunç kıyım ve acılardan sonra, düşman haline gelir, getirilir. Tehcirden geriye kalan az sayıdaki Ermeni de çoğu zaman hayatta kalabilmek, kimi zaman da toplumda yer bulup, kabul görmek için farklı isim ve kimliklerin arkasına gizlenirler. Kuşaklar geçtikçe sonradan edinilen kimlikler gerçek kimliklerin yerini alır.

Yeşilçam’ın 2002’de kaybettiğimiz güler yüzlü ufak tefek oyuncusu Sami Hazinses de bunlardan biridir örneğin. 1925 yılında Diyarbakır’da dünyaya geldiğinde Samuel Agop Uluçyan’dır adı. Kenan Pars olarak bildiğimiz Kirkor Cezveciyan, Vahi Öz olarak tanıdığımız Vahe Özinyan ve bilinen ya da bilinmeyen daha başkaları gibi, Sami Hazinses de Türk sinemasına ve müziğine unutulmaz katkılarını gerçek kimliğiyle değil, toplumda kabul ve saygı görebilmek için büründüğü ikinci kimliğiyle yapabilmiştir.

Bütün bu hikayeler, çok milletli, çok dinli, çok kültürlü bir imparatorluk haritasından gelip, tek ulus, tek din, tek kültür çercevesine sıkışılan sancılı bir sürecin ürünüdür kuşkusuz. Olanla ölene çare yok; tarihi değiştirip, eskileri geri getirecek halimiz de yok. Önemli olan bugünümüz; bugünkü birlikteliğimiz. Tarihten gelen bütün bu olumsuzlukların, ayrışmaların bir anda yokedilmesi mümkün değil, ama cehalet ve önyargıların esiri olmadan birbirimize yaklaşma konusunda bir irade gösterebilirsek, bu pek çok güzel şeye de vesile olacaktır.

Çok sevdiğim bir söz var, kim ne zaman söylemiş, tam olarak nasıl söylemiş, bilmiyorum, ama benim bir vakitler duyduğum ya da okuduğum versiyonu şöyle:  “İnsanlar sadece iyiler ve kötüler olarak ayrılırlar. Diğer bütün ayırımlar yapay ve maksatlıdır”. Gerçekten de, bir insanı milliyeti, dini veya başka aidiyetleri ile değil, sadece ama sadece kendi kişiliği ile değerlendirdiğimizde hakkaniyet ve insaniyet ölçüleriyle davranmış olmaz mıyız? O kişilik, elbette ki içine doğup büyüdüğü kültür evreninden izler taşır, taşıyacaktır. Ama, bütün bir ulusun ya da kültürün olumsuz bütün özelliklerini bir insanda görüp, onu o şekilde yargılamak haksızlık olmaz mı ve bunu maalesef hep yapmıyor muyuz? Başka bir deyişle, her kültür ve toplulukta iyi insanlar ve kötü insanlar vardır. Onları iyi ya da kötü yapan ulusal, dinsel, kültürel aidiyetleri değil, öncelikle ve temel olarak kendi kişilikleridir.

Görsel: https://wikispaces.psu.edu/pages/viewpage.action?pageId=41095610

Son Yazılar

Siyaset bilimi, ekonomi ve edebiyat (Alman Filolojisi) okudu; medya ve iletişim alanında master yaptı. 20 yılı aşkın bir süredir özel sektörde iletişim alanında çalışıyor.