”Her ulusun yıllık emeği, bu ulusun bir yıl da tükettiği yaşam için gerekli maddelerin tümünü sağlayan esas kaynaktır. Bu kaynak, ulusal emeğin doğrudan ürününden, ya da bu ürün sayesinde diğer uluslardan satın alınan şeylerden ibarettir. İlkel avcı ve balıkçı toplumlarında çalışabilecek durumda olan herkes, az-çok yaralı bir işte çalıştırılır; ya kendi yaşamı ya da ailesinde veya kabilesinde avlanmaya gidemeyecek, balığa çıkamayacak kadar yaşlı, küçük, güçsüz olanların yaşamı için gerekli maddeleri karşılamaya uğraşır. Bununla birlikte, bu toplumlar o kadar yoksuldurlar ki, bu gerekli maddeleri yeterince karşılayamadıkları için, bazen çocuklarını, ayağa kalkamayan hastalarını kendi elleriyle yok etmek, bazen açlığa terk etmek ya da vahşi hayvanlara yem olarak bırakmak zorunda kalırlar, ya da hiç değilse buna mecbur olduklarını düşünürler. ” (Smith, Adam, Çeviri: YUNUS, Ayşe; BAKIRCI Mehmet, (Kasım 2001) ”Ulusların Zenginliği”, Alan Yayıncılık 3. Basım, Sayfa : 13)
Demişti Adam Smith yıllar önce ve gelişmişliğin ölçütünü de bu belirliyordu. Ekonomisi kapitali olmayan uluslar beceriksizdi; vahşiydi ve bundan dolayı da yoksullardı. Gelişmiş bir ekonomideki sıradan bir işçi bile, çalışkan ve tutumlu olursa bir vahşiden daha iyi yaşayabilecek koşulları oluşturabilirdi.
Demek ki ortada bir vahşi kavramı vardır. Bu kavram kapitalin tam olarak girmediği yerlerdeydi. Hele ki vahşi bir kapital kesinlikle olamazdı. Vahşi olan birileri varsa o da yoksul olan uluslardı.
Varsıllık bu kadar uygarlığı belirleyince geriye kalan her ölçüt değersiz hale gelmekteydi. Ahlak, sanat, demokrasi, hukuk, insan hakları ancak varsıllıkla birlikte anlam kazanabilirdi. Yoksul uluslar ve bireyler için bu kavramların ne önemi olabilirdi ki?
Özellikle tüketmeyle mutlu olan günümüz insanı için, varsıllıktan daha büyük bir değer olabilir miydi? Elbette olamazdı, çünkü günümüz insanı modayı takip eden ve sürekli tüketen tüketerek var oluş amacına ulaşmaya çalışan, bir zavallıya indirgendi. Tüketmek bir varlık nedeni, evinizde onlarca çift ayakkabınız olabilir, ancak yeni moda bir ayakkabı çıkarsa, onu almalıdır tüketici insan. Almazsa, modayı takip edemez, etmezse bir şekilde geride kalır, bu ise kabul edilemez. Cebindeki telefonunu yenisi çıkınca değiştirmelidir. Kulağındaki küpeden, evindeki en ufak eşyaya kadar her şeyi değiştirmelidir. Ve bunlar için yaşamalıdır. Sahi hayatın başka bir anlamı olabilir mi?
Sıradan tüketicinin acınası halini ben şöyle özetliyorum: Çifte kavrulmuş lokum. Ne demek mi istiyorum? İsterseniz biraz daha açayım. Birinci kavrulma evresi, patrona artı değer üretirken yaşanıyor. Burada çalışanımız, zamanını veriyor ve üretiyor, ürettiği artı değer ile bizim sermaye sahibi, biraz daha varsıllaşıyor. Sonra çalışanımızın önüne, ürettiği artı değerin çok küçük bir parçası olarak, bir kemik atılıyor. Sonra zavallı çalışanımız, yine zavallı tüketicimize dönüşüyor, işte burası ikinci kavrulma evresi, burada da büyük sermayenin, kendisine sunduğu seçeneklerle ”özgürleşiyor” ve kısıtlı bütçesiyle, ihtiyacı olduğunu sandığı, malları tüketiyor. Para bir patrondan diğer patrona, tüketici eliyle taşındığına göre, bu çifte kavrulmuş lokumu yiyen kim?
Eğer tüketim birey için gereksinimlerini karşılayacağı, bir araç olmaktan çıkıp bir amaç, hatta erek halini alırsa, birey tüketimini sürekli sürdürmek isteyecektir. Gelirleri arttıkça tüketimi de artacaktır. Geleneksel orta sınıf ve alt sınıf yaşantısında, daha mütevazi bir hayat anlayışı benimsenmişken, yeni orta sınıf yaşantısı, olabildiğince parıltılıdır. Bu parıltıya yönelen milyonlarca beyaz yakalı çalışanın, gün geçtikçe daha zor koşullara, süreklendiği ise bir gerçektir. Fakat bu gerçek karşısında, seçeneksizmiş gibi davranmalarına ne denebilir? Bir şekilde milyonlarca rakip arsından sıyrılıp, bir konum elde etmek ve elde ettikleri o konumun, ücret durumuna göre, mümkün olan en üst düzeyde tüketim yapmak; başka bir seçeneğe meyletmeyen ”yeni orta sınıf”ımızın adete kıblesidir. Ve bu durum seçilmiş bir köleliktir.