ÇOCUK
Müezzin kendi yansıyan sesi ile boğuşurken, apartman dairelerinde yanan tek tek ışıklar müezzinin boğuşmalarına ortak olanlardı. Sabahın en parlağında halk, martıların eşliğinde, koskocaman bir korna orkestrası, kurallar bütünü ile dar direksiyonlara sıkıştı. Seyyar satıcılar, esnaflar, öğretmenler hızlı adımlarla ekmek sırasına girdi. Babam midesinde oluşan küçük bir boşluğu doldurmak için uğradığı çorbacı ile selamlaştı, bir tas çorba için o günün son parasını midesine verdi. Çimenler afiyetle topuklu ayakkabıların altında eziliyor, Eminönü’nde ki devasa vapur, martılar için son kez bağırıyordu. Güneşin denizi kavurduğu ve balıkçı teknelerini tekmelediği doğruydu. Babam yürümeyi çok sevdiği için ya da parası olmadığı için sabahın bu saatlerinde yürümeyi tercih ederdi. Boğazına takılan balgamı sürekli onu öksürtür ve her adımda bir tükürmek zorunda kalırdı. Babamın en büyük özelliği kınadığı davranışları hep kendisi yapmasıydı. Mesela biraz önce yere balgam tükürmesi gibi… Adımlar elektrik devreleri gibi hızlıca akarken babam, iş yerine geç kalmıyordu çünkü bir işi yoktu. Saatlerce sokaklarda dolaşır sonra bir yerlerden bulduğu parayla kız kardeşime şeker alır, TV başına geçerdi. Rutin bir koşuşturması vardı. Ölmeyi beklemeden, sigarasının tadına baka baka yaşayan bir adamdı. Gökyüzünün mavi tonları kadınların saçlarından aldığı özel bir tarifle yukarıda durmayı beceriyordu. Babamın diğer rutin bir alışkanlığı da her sabah kalktığında bize kahvaltı hazırlamasıydı. Tıpkı her sabah gökyüzünün güzel gözükmesi için kravatını her gün renkli seçmesi gibi… Hepimizin yanağına, annemin dudağına kondurduğu öpücük ile güne merhaba derdik. Hepimiz teker teker oturur ve babam her zaman şöyle derdi; her zaman katılmışımdır; ‘’kahvaltının mutlulukla bir alakası var’’ Hepimiz hafif bir tebessüm eder, zeytin domatesimizi yerdik ve nedense o zeytin ve domatese doyamazdık. O zeytin ve domates hayatımda yediğim en güzel iki besin kaynağıydı. Sonra babam hepimizin ceplerine okulda harcayabildiğiniz kadar sevgisini koyar, fazla abur cubur yememizi ve tek odak noktamızın öğretmen olduğunu vurgulardı. Sonra bizi veda öpücüğüyle uğurlardı. Arkamızdan gereksizce uzun uzun bakar sonra dertlenirdi. Neden böyle bir şey yapardı hiç bir zaman anlamazdım. Dertli bakışları hep üzerimizdeydi. Bize belli etmese bile ben biraz anlayabiliyordum. Aslında pek anlasam da bir şeyleri değiştireceğime inanmıyordum. Çünkü babam bu dünyayı değiştirememişse benim hiçbir şansım yoktu. Dünya böyle bir adamı üzmüşse, kim bilir benim halim ne olur? Hiç merak etmiyorum. Zaten benim babam kahraman filan değildi. Kahraman filan olmak istedi mi? bilmiyorum ama kahramanlıktan önce düşündüğü eminim başka şeyler vardı. Olmalı da… Peki, neden hala bir şeyleri değiştiremedi. Neden her sabah omuzları düşük, yorgun ve sanki bir gün ciğerlerini kusacakmış gibi görünüyor. Elleri, saçları, beli, ayakları, fısıltıları, üzüntüleri, karmaşıkları bu kadar net bir şekilde yüzüne çarpıyor. Bir sabah kalktığında İstanbul gibi kendi beynini yemeli mi? Tanrı ile uzunca sohbet etmeli mi? Çaya sıcak bakıyor gibi… Peki, bize bakmak zorunda mı? İki taraflı düşünemiyorum. Bir de bakmışım da geçmişime, çok fazla soru sormuşum babama. Neyin neyden olduğunu, kim kimle dost, düşman, toprak… Hepsini naif bir şekilde anlatmış. Aslında hepsinin altında kocaman bir vahşet, katliam, sınır yatıyormuş. Bugün öğretmenimden öğrendim.
‘’Sınır dediğin birkaç çocuğun bedeninden oluşuyor’’
-hangi çocuklar dedim?
-seçilmemiş çocuklar, dedi.
-onlar kim dedim?
Zil çaldı.
Babamın hayatı da böyle mi ilerledi acaba? Hayatının en müthiş zamanında, tam bir yerlere zıpladığı ve erişebildiği anda zil mi çaldı? Bu insanlığı, bu toplumu, bu eğitim sistemini eleştireceği sırada uzunca bir zil mi çaldı? Durmak bilmeyen bir zil… Büyük ihtimal. Sonra sözlüden çaktı. Omuzları düştü. Bir kadına aşık oldu ki kadınsız hikaye olmaz. Yağmur yağdı, çaktı gökyüzü, sallandı ağaçlar, yunanca bir şarkı söyledi rüzgar, Tanrının gazabı gene sahnedeydi. Tüm gişe rekorlarına rağmen gösterime devam ediyordu. Yağmur süzdü, yandı gökyüzü, titredi kimsesizler, Fransızca bir şarkı çaldı radyoda, Tanrının gazabı durmak bilmedi. Babam bu gösterimde yoktu. Hem de hiçbir sahnesinde… Çünkü babama üzülmenizi istemiyordum ve ona üzüldüğünüz kısımlarda Tanrıdan bahsetmek istedim. Çünkü Tanrı görkemlidir. Dikkat çekicidir ve merak edilir. En çokta nerede olduğu? O yüzden baba ile Tanrı arasında tek fark budur. Biri gömülür, diğeri anlatılır.
Eskisi gibi değildi müezzin. Sabahları geç kalıyordu. Caminin ışıklarını küfürlü gözlerle açıyordu. Boğazındaki istemsiz ezan, insanları uyandırmaya yetmiyordu. Güneş insanlığa bir şekilde doğuyordu. Pazarlar, toplu taşıma araçları, yalnız taksiler ve soğuk kaldırımlar güne hazırdı. Kadıköy kalabalık, insanları keşmekeş, tek okulu fazla eskiydi. İnsanlar acele ediyorlardı. İş yerleri çoktan açılmış, fotokopi makinesinin kartuşları bitmişti. Kuş bakışı baktığınız zaman İstanbul’a görebileceğiniz tek şey arabalar. Her yerdeler. Bir de salakça kentleşme sorunu… İşte bunların arasına sıkılmış omuzları dar bir ben, omuzları düşük bir babam ve hiçbir şeyden haberi olmayan bir kız kardeşim vardı.
…
resimkaynak: http://www.stuckism.com/absolon/TheThought-Cassie400.jpg