Uzun zamandır bu ve benzeri bir çok mesele üzerine düşünüyorum. Bu düşüncelerim hem tamamen gördüklerim duyduklarım okuduklarım üzerinden yaptığım tespitlerdir hem de tecrübelere dayalı görüşlerimdir.
Evlilikler hem azaldı hem de evlilik yaşı uzadı. Etrafınıza bakın ama iyi görün. Bakmakla görmek arasındaki farkı hatırlayın. Etrafınızı gözlemleyin. Evlenenler ortalama kaç yaşında evleniyor? Yaklaşık 28-35 yaş arası yoğunlukta değil mi? Sebebini sorsanız “Hazır değilim, okulum var, askerliği bitirmedim, işim yok” şeklinde hepimizin tecrübe ettiği durumlardır. Ben buna “Yeni Dünya Düzeni“nin asalaklaştırma projesi olarak ad veriyorum. Yani siyonist bir proje. Bu asalaklaştırma projesi aslen tüm dünyanın sorunu. Bu projenin amacı şu şekildedir: Tüm dünyanın beyefendiliği ve hanımefendiliğine karşı insanların erkek ve kadınlaştırılması. Biliyorum anlamadınız. Çünkü modern dünya içinde beyefendi ile erkek farkını, hanımefendi ile dişi-kadın farkını göremezsiniz. Bu sebeple yazdıklarımı anlamak istiyorsanız modernizmin size sunduğu gözlüğü çıkarmanız gerek. Ha yok eğer “Ben böyle iyiyim, bu gözlük bana çok yakışıyor, hatta şimdi bir de selfie(özçekim) çekip İnstagram’a atasım geldi” diyorsanız siz bu yazıyı terk edin derim. Zaten siz terk etmeseniz bile bu yazı sizi terkedecek! Neyse konumuza dönecek olursak… Beyefendilik ve hanımefendilikten kastım, medeni insan ve erdemli insandır. Erkeklik ve dişilik ise hayvanlarda dahi vardır. Hayvanlar beyefendi-hanımefendi yani medeni olamazlar. Yani diyorum ki bu proje; medeni ve erdemli insanı, hayvanî ve nefsî arzularla donatılmış bir yaratığa dönüştürme projesidir. Böylelikle insanlar daha kolay yönetilecektir. Eğer Orta Çağların sosyal yapısını incelerseniz ne demek istediğim daha net anlaşılır. Zira bu devrin siyonist sistemi o geçmiş devirlerin sosyal yapısının modernize edilmiş ve perdelenmiş şeklidir. İşte bu projeyi âşikâre anlatacağım.
Asalaklaştırma projesinin amacı bu şekildeydi. Bir de bunun pratiklerine bakalım. Bu proje kapsamında insanlar en az 19 yaşına kadar okutuluyor. Okutulmasında değilim ben. Benim karşı çıktığım üniversite de dahil edilse bile, öğrencinin hayatının üçte birinden fazlası okumayla geçmesine rağmen İngilizceyi hiç bilmiyor olması. Sadece İngilizce değil tabi. En bariz ve en gerekli diye örnek olarak verdim bunu. Yoksa diğer dersleri de katın efendim. Ne olacak ki? Al birini vur ötekine. Cânım öğretmenlerimizde sanıyor ki: “İnsan yetiştiriyoruz“. Tabi öğretmenlerimiz diye benimsediklerim, cebini değil de insan yetiştirmeyi düşünen öğretmenlerimizdir ve bunların sayısı bir avuç kadardır.
Neyse efendim… Böylesi rezil bir eğitim sistemiyle insana, hayvanîleştirilmenin ilk adımı attırılmıştır. Bu eğitim sisteminin saçmalıklarını uzatmıyorum zira çok su götürür. Başka bir yazımda inşaallah anlatırım. Zaten burada bu gibi meseleleri kısa kısa geçeceğim. Bundan sonraki adımda kişi askerliğini bile yapmakta direnmesine rağmen(okul uzatma-okuyormuş gibi görünme) askerliği evliliğe bahane ediyor, ettiriliyor, ettirilmek zorunda bırakılıyor. Oysa ki hatırlayın! Nenelerimiz, dedelerimiz ve onlardan önceki devirlerde askerlik daha uzun değil miydi? En az bir kaç sene belki beş sene boyunca dönmüyorlardı ve hepsinin dönüp dönmeyeceği de belirsizdi. Şehitlik ve vatan sevdasından ötürü… Peki buna rağmen ne yapıyorlardı? Israrla evleniyor yahut evlendiriliyorlardı. Haydi söyleyin, bana bunun bir tek zararını söyleyin! Şehit olup babasının şehit olduğu bir aile bırakmak mı zarar? Yahut erken evlendikleri için mi ziyandalar?! Oysa ki ben bu yazıda geç evliliğin hem toplumsal hem bilimsel hem dinsel bin tane zararını saysam yine de tükenmez!
Bundan sonra ise, bu genç kişi aldığı eğitimle(!) hiç bir mesleki yeterliliğe erişemediği için okul hayatından sonra iş hayatına atılamamakta bundan ötürü ya iş seçerek sürünmekte yahut “Ne iş olursa yaparım” diyerek yine sürünmekte. Yani artık yaş geçmiş, iş bitmiş bir vaziyette ne yaparsa yapsın sürünmekte… Bir de buna çevre baskısını ekleyelim mi? Üniversite okursa aile ve çevre: “Evladım okusana, okuyup bir meslek sahibi olsana, ne kadar başıboş oldun sen, serseri misin, hamal mı olmak istiyorsun?” sözleri ile ezilirken öbür yanda üniversite okumuş birine:”Yazık, üniversite okumuş ama hala eli bir iş tutmuyor, okudu atanmayı bekliyor, yıllar geçti ne devlete kapak atabildi ne de bir şirkete…” gibisinden absürt bir dram hikayesi ortaya çıkıyor. Aynı zamanda kimse uyanmasın diye de dizilerde zenginlik, maddi ferahlık, “karı kız ayağı” portreleri ile uyutularak durumdan işgillenilmemesi hedeflenmiştir. Şu kısmı biraz daha açalım. Dizilerde ve özellikle bizim dizilerimizde(ki yabancı diziler dahil dizilerin tahlilini yapmak bir yazı değil bir kitap olacak kadar büyük bir projedir) genellikle -nefsani-aşk, para-zenginlik, entrika, fuhuş ve her türlü ahlaki yozlaşma konu edilir. Adeta senaristler içlerindeki, ruhlarındaki, akıllarındaki necaseti kusarlar ve bize bu kustuklarını afiyetle sunup yedirirler. Afiyet olsun… Proje çok sağlam hazırlanmış değil mi?! Her insanda belki iyi belki kötü belki aşağılık belki ulvî hedefler vardır. Bu yemek-içmek kadar gereklidir insan bünyesi için. Tabi ki bu idealler Allah rızası, vatan derdi, ümmet derdi, insanlığı daha ileri seviyelere çıkartma derdi gibi ulvî hedefler olabildiği gibi tamamen şahsî, para sevdası, fuhuş sevdası, memurluk sevdası, bir yerlere “kapak atma” sevdası gibi süflî, paçoz ve aşağılık hedefler de olabilir. Burada proje amacı olarak istenen ise, olabildiğiniz kadar nefsanî ve aşağılık yani hayvanî yaşamanızdır. Dünyada yer edinebilme, belli noktalara gelebilme yahut yükselme daha doğrusu negatif yükselişiniz ne kadar hayvanca yaşayabildiğinizle eşdeğerdir. Ne kadar çok alçalırsanız dünyada o kadar yüksek mevkilere çıkabilirsiniz. Gülerek demeliyim ki; elbette ben bu sistemin işvereni değilim, bu sebeple bana gelipte “Ben şu derece hayvanlaştım ama hâlâ yüksek mevkîlere gelemedim, bana yol göster” aman ha sakın demeyin! Çünkü ben de “O sizin hayvanlığınızdandır” derim. Şaka bir yana, durum malesef böyle ilerliyor. İşte bu çırpınışlar içerisinde halinden kimse mutlu ve memnun değildir. Oysa ki biliyoruz ki memnun etmeyen mutlu etmeyen bir sistem çökmeye mahkumdur. Nasıl oluyor da siyonizm bu durumda çökmüyor diye düşündüğümüzde benim aklıma şu geliyor. Siyonizm kaynağını mutsuzluktan alıyor, kaostan alıyor, doyumsuz nefisten alıyor. Ne kadar mutsuz insan, ne kadar kaos, ne kadar doyumsuz ve engellenemez nefsanîlik olursa sistem kendisini otomatik olarak yeniliyor ve güçleniyor. Tabi bunun için ne yapmalıyız diye düşünürseniz, yapacağınız şeyler bunun tersi olmalıdır. Nefsinize hakim olmanız, kaosa, onların işine yarayacak düşmanlığa sahip olmamanız gerekir. Mutlu olmanız ve mutlu etmeniz gerekir. Çünkü düşünceme göre “mutsuz olursak umutsuz oluruz”. Her türlü olumsuzluk ise düşmanın işine gelir. Velhasıl insanlık böyle bir hortumun içinde boğulmaktadır.
Evliliğe konu gelip dayandığı zaman, artık kötü bile olsa bir işe sahip olduğunuz zaman, aileler haydi evlendirelim diye çırpınmaya başlarlar. Yaşınız da epey olmuştur. Eş dünden bulunmuş iyi aile çocuğudur. Artık iyi aile çocuğu ne demekse ahlâkına bakmadan, soyuna sopuna bakmadan, dinine, itikadına, namazına, niyazına bakmadan biri seçilir işte. Daha sonraları ise çoğunlukla kayınvalide ve kayınpederlerin bile pişman olduğu bir durum zuhur eder. Hoş, tabi eşler birbirini seçerek evlense fark mı edeceğini düşünüyoruz? Günümüz aileleri ortada! Sevgi, aşk, tahammül, ahlak, iyilik, güzellik kavramlarının içi boşaltıldığı bu devirde kim kimi bulursa bulsun, hangi aile hangi aileyi seçerse seçsin sonuç değişmeyecek ve hüsranlar başlayacak. Pişmanlıklar, kavgalar, ayrılıklar… Eskileri, hakiki özümüzü, Anadolu’yu anlatmak istemiyorum, yoruldum… Anlatsam bile ne çare?! Bîçare kalmış gönüllere ne çare?! Derdi verip derman aratmayan Hak’tır, derman aramayana ne çare? Sonunda düğün yapılır ama akla hayale gelmeyen milyarlar harcanır, israflar edilir, abartılı gürültülü düğünler başlar. Bu bütün harcamalar bile evleneceklere müthiş derecede korku salar. Peki evlenecekler daha niye evlensin ki?!
Elbette aralarda kaçırdığım noktalar olmuştur, eksiklerden bahsetmemiş olabilirim. Aynı zamanda bilimsel verilerden de… Kim umursar ki bilimi değil mi?! Yazımın sonlarına gelirken aynı zamanda en vahim konuya gelmiş bulunuyoruz. Daha doğrusu bir kısmımız için en vahim… Sonuç olarak kişi orta yaşa dayanır ve bu yaşına kadar evlenemediği için yoksunluk denen ibretlik hastalığı geçirir. İnsanlar da çoğalma dürtüleriyle donatılmıştır. Bu doğal bir süreçken “yeni dünya düzeni” bunu fırsata çevirip köleleştirmenin yollarından biri haline getirmiştir. Kadın için de erkek için de yoksunluk birer hastalıktır ve buna çare yoktur. Yani çaresi sadece evliliktir. Yoksunluk ne demek derseniz, örneğin bir uyuşturucu bağımlısı, uyuşturucuya bağımlı demektir. Eğer kendisi için uyuşturucu bulamazsa bir müddet sonra bütün hayatına yansıyacak bir şekilde yoksunluk denen hali yaşamaya başlayacak. Tıpkı sigara tiryakisinin sigarayı içmediği, kendine yasakladıktan bir müddet zaman sonra o dürtülerinin bir anda şahlanışıyla yoksunluk hali yaşaması gibi ve buna benzer her hâl bu anlattığım duruma örnek teşkil eder. Kişi ergenliğe girmesinden itibaren hassasiyeti artacak, duyguları ve eğilimleri değişecektir. Burada psikoloji dersi vermeyeceğim fakat 20’li yaşın başlarından itibaren evlilik süreci uzadıkça karşı cinsle olan temasını engelleyemez duruma gelecektir. Bunu engellemeye çalışması ise yoksunluk hastalığına bulaşmasına sebep olacaktır. Tıpkı bir uyuşturucu bağımlısının uyuşturucusundan yoksun kalıp krize girmesi gibi kişinin eşinden yoksun kalması da birnevi kriz oluşturur. Bunun çaresi evliliktir fakat dediğimiz gibi evlilik bu devirde bozulmuş bir yapı olduğu için bu çareden çok zina/fuhuş batağına düşülmektedir. Erkek ve kadın, elmanın iki yarısı niteliğindedir. Helal yoldan bir birliktelik sağlanmazsa toplum yozlaşır ve temel çekirdek olan aile çöktüğünden toplum çöküşe doğru gider. Çevrenize bakın, arkadaşlarınıza belki de ailenize. İçlerinden en az birinin fuhşa battığı dillerde dolaşır değil mi? Bu işlerde eli olduğundan bahsedilir değil mi? Bu ne zamandan beri bu noktaya ulaştı da fark etmedik? Yahut fark ettik de neden uyanamadık ve hâlâ neden uyanamıyoruz?
Bakın dostlar, bunlar çok gizli bilgiler değil. Çok büyük anlaşılmaz derecede bilgilerde değil. Bunlar sadece gözlemlerim… Sizde toplumdaki bozuklukları gözleyin ve birşeyler yapmayı deneyin. Biliyorum yazım uzun oldu. Belki de dikkat çeksin diye uğraştığım yazının başlığına rağmen yazının bu son satırlarına gelenleriniz birkaç tane uyanmıştan başka kimse de değildir. Yine de rica ediyorum, yanlışlara elinizle müdahale edin, yapamıyorsanız dilinizle, en kötüsü kalbinizle buğz edin ki bu hâllere düşmeyelim. Bu projeye dair isimlendirme yapmasam da yazılarıma devam edeceğim inşaallah.
Selametle, hayırla kalın…