Bu sabah uyandınız, kiminiz işe kiminiz okuluna gitti. Kiminiz de hiçbir şey yapmadı ve tekrar uyudu. Gün bir şekilde geçti ve akşam oldu. Telefonunuz çaldı. Karşıdakinin kim olduğu mühim değil. Bir yakınınız. Yahut da uzağınız.
-“Nasıl gidiyor, ne var ne yok?”
– “Ya işte ne olsun bildiğin gibi. Sıradan şeyler.”
Gayet normal bir diyalog, sıkıntı yok. Şimdi bu diyaloğu bir de şöyle ele alalım:
-“Nasıl gidiyor, ne var ne yok?”
-“Ya işte ne olsun bildiğin gibi. Hiçbir özelliği ve değeri olmayan, bayağı, birbirinin aynı basit günlerin tekrarından başka bir şey yok.”
Bu kelimelerin ağzınızdan çıktıktan sonra, karşınızdaki insanda bıraktığı etkiyi bir tasavvur edin. Ya da bunun size söylendiğini farz edin ve kendinizi o kişinin yerine koyun. Bunları duydunuz. Ve bir anda bütün hayat enerjiniz damarlarınızdan adeta şırıngayla çekilircesine çıkarıldı. Belki o gün çok neşelisiniz belki de o kadar da neşeli değilsiniz. Fakat her iki ihtimalde de kendinizi, hissettiğinizden daha berbat bir durumda buluverdiniz. Belki de o insanı aradığınıza lanet edip, telefonu suratına kapatmak istediniz. Ama bunu yapamayacağınızı bildiğinizden, çaresizce damarlarınızda kalmış son enerji damlasının sömürülmesine sessiz kaldınız. Eğer aranızda geçen konuşmalar ilk diyalogdaki gibi olsaydı yapılan konuşmadan hiç rahatsız olmayacaktınız. Ama her ne kadar normal olan ilk diyalogmuş gibi gözükse de yapılan konuşmada sizin karşı tarafa ya da karşı tarafın size verdiği mesaj aslında tam olarak ikinci diyalogda yer aldığı gibidir. Bir nevi bilinçaltına yerleşmeye çalışan kötü, olumsuz ve yıpratıcı düşünceler gibi. Peki, bunun yapılmasına neden izin verdiniz? Ya da siz niye bunu bir başkasına yapıyorsunuz?
Bunaldınız ve dışarıya çıkıyorsunuz. Sıradan bir günde, sıradan bir belediye bankında oturmuş; sıradan insanları, daha az sıradanları ve aslında o kadar da sıradan olmayan insanları izliyorsunuz. On beş, yirmi dakika derken ancak bir saati devirdikten sonra aslında izlediğiniz manzaranın ve gördüğünüz bütün insanların hiç de sıradan olmadığı kanısına varıyorsunuz. Kafanızdaki “sıradanlık” kavramını düzenleme vakti gelmiştir belki de. Ya da yıkıp, yeniden inşa etmelisinizdir. Siz en iyisi mi lügatinizden çıkarıp atın o kelimeyi. Hayatınızda yeri olmadığı halde ısrarla kullanmaya devam ettiğiniz bu kelimenin aslında sizi yıprattığını, tükettiğini ve daha da ileri giderek depresifleştirdiğini söylesem ne tepki verirsiniz? Şu dilinize adeta pelesenk olmuş kelimenin tam olarak anlamını bir okuyun rica ederim. Ya da size benden bir kolaylık olsun. Arama motorundan kes kopyala yapayım. Sıradan: Hiçbir özelliği ve değeri olmayan, bayağı, sıra işi, niteliksiz. Şimdi bir düşünün bu kelimeyi hayatınızda niye ve niçin kullanıyorsunuz?
Bilmiyorum farkında mısınız ama kendi kendinizi basitleştirip, bayağılaştırıp zorla sıradanlaştırıyorsunuz. Güneş yine aynı yerden doğuyor. Her zamanki gibi elinizi yüzünüzü yıkadıktan sonra kahvaltı yapıyorsunuz, kiminiz yine geç kaldığı için kahvaltısız çıkıyor evden, kiminizin belki bir evi bile yok yine. Her gün olduğu gibi güneş yine aynı yerden batıyor ve siz diğer günlerde olduğu gibi yine aynı sıradan günü yaşadığınızdan emin bir şekilde yatağınıza giriyor ve her zamanki gibi uyuyorsunuz. Ve günün sonunda başınızı yastığa koyarken ertesi gün yine sıradan bir sabaha gözlerinizi açacağınıza ikna olmuş bir şekilde uykuya dalıyorsunuz. Peki, bunu kendinize niye yapıyorsunuz? Siz de biliyorsunuz ki yaşadığınız hiçbir gün diğerinin aynısı değildi; tıpkı her an değişen duygularınız gibi her gününüz de birbirinden farklıydı. Gün içerisinde aldığınız nefesin sayısı bile aynı değildi. Fakat sıradanlığa olan meyliniz o kadar fazlaydı ki ne yaşadığınız günlerin farkını görebildiniz ne de hissettiğiniz duyguların çeşitliliğini.
Bu arada biliyor musunuz aydınlanma çemberi dünyanın yörünge düzlemine eğiktir. Bu sebeple de güneş yıl içinde hep aynı noktadan doğup aynı noktandan batmaz.
Fotoğraf: http://dijitalisler.blogspot.com.tr/2011/12/haftann-isleri-14-aralk.html