Televicdan
Televizyonlar felaket tellalı gibi. Sürekli ölüm, sürekli yas, sürekli kan kokan haberler… Bu yüzden uzun süredir televizyon izlemiyorum. Kaldıramıyorum bir insanın ölümünün birkaç satırla, anlamsız bir VTR ile geçiştirilmesini. Ölüm… Bu kadar kolay mı ölmek? Yani hayattan bir daha gelmemecesine silinmek… Hem de en hesapsız, en kitapsız zamanda. Bir gencin cenazesinde bulundunuz mu hiç? Onun feryattan göğüsleri yırtılan yakınlarını dinlediniz mi? Geride bıraktığı çocuklarının derin acılarla sislenmiş gözlerini gördünüz mü? Bu yüzden ölüm öyle bir kelimeyle geçiştirilecek, istatistiği tutulacak şey değildir. Bu hoyratlığa kızıyorum.
Bazen insan garip bir hainlikle başkalarının acılarına sevinir. Bunu kendisine itiraf etmez belki de. Çünkü kendi acılarından büyük acılar olduğunu görmesi onu teskin eder. Bu gaddarca yönümüz vardır maalesef. “Şükür” deriz içten içe. “En azından benim başımda böyle bir dert yok.” Bazen bu duyguyu kabartır televizyonlar. O yüzden televizyonlarda 3.sayfa haberlerine bayılırız çoğumuz. Adeta acıların dedikodusunu yapar, rahatlarız. Malum, insanlar kusursuz işleyen makineler değiller. Böyle kötü yönleri de var.
Empatik Şizofreni
Memleketin en ciddi sosyal sorunlarından birisi “Empatik Şizofreni”. İnternetten araştırma yapmaya girişmeyin sakın. Çünkü böyle bir kavram yok! Yani şu ana kadar yoktu. Çünkü şimdi uydurdum. Günlerdir fark ettiğim gerçeğe başka isim veremiyorum bir türlü. Bu gerçeği size şöyle izah edeyim: Bir mağdurun, fırsatını bulduğunda kendisine zulmedenin kimliğine bürünmesi durumu. (Tam psikoloji literatürüne geçecek bir tanım oldu) Bu gerçekle o kadar çok karşılaşıyorum ki artık alışmaya bile başladım. Mesela en basitinden dolmuşta yaşadığım bir örneği aktarayım: Bir kadın eşiyle bindiği dolmuşta, oturacak yer bulamadığı için yorgun ve mutsuz bir şekilde ayakta bekliyordu. Tabiî ki dolmuştaki tek ayakta duran bayan yolcu kendisi değildi. Buna rağmen aşırı mutsuz haliyle oturmaya en istekli olanın o olduğu belli oluyordu. Derken bir durakta iki kişilik koltuk boşaldı. Aynı kadın koltuklardan birisine bir “oh” çekerek oturdu. Bu normal olan kısmı. Garip olan kısmı ise kadının ısrarla yanındaki boş koltuğa kocasını oturtmasıydı. Halbuki az önce kendi durumunda olan ve hala ayakta bekleyen kadınlardan birisinin oturması için eşini uyarabilirdi. Ya da onlardan birisini davet edebilirdi. Fakat o henüz tanısı konulmamış empatik şizofren olduğundan bunu yapmadı. Belki bir çoğunuz abartmış olduğumu ve sırf analiz etmek uğruna uydurma çıkarımlarda bulunduğumu iddia edebilir. Ama bana göre bunlar hayatı şekillendiren ayrıntılardır. Önemsiz görünen davranışlarımızdır asıl karakterimizi ortaya döken. Asıl kişiliğimiz tüm benliğimizi kılcal damar gibi saran bu basit davranışlardır. Sadece bunları gözlemleyerek bile bir insanın karakterini en fazla yüzde on sapmayla tespit edebilirim. Zaten kendimi bildim bileli insanların kendileri hakkında söylediklerine itibar etmem. Bana asıl mesajı; onların mimikleri, konuşma şekilleri, yemek yeme halleri, yürüyüşleri gibi önemsiz görünen ayrıntılar veriyor. Neyse, konudan sapmayalım. Empatik şizofreniye bir çok örnek vermek mümkün. Bu hastalık milli hastalıklarımızdan birisi denilebilecek kadar yaygındır hatta. Mağdur olunca ağlarız, fakat zalimin imkanlarını veya statüsünü elde ettiğimizde eski zalimi özletecek kadar zalim oluruz.
Not: Belediyelere sesleniyorum. Lütfen dolmuşlarda ayakta duracak kişi sayısını düzenleyin. Konserve gibi binilen dolmuşlardan neredeyse akraba sayımız artarak çıkıyoruz.
Modernizm Aldatmacası
Klasik bir başlık oldu biliyorum. Ama gerçekten de aldatmacadan başka bir şey değil. Medenileştirme iddiasındaki vahşileştirme projesi olarak görüyorum modernizmi. Çarşı Pazar gezerken –özellikle metropol şehirlerde- insanların yüzlerini bir inceleyin derim. Herkes o kadar kendi dünyasına kapılmış, kendi kabuğuna kapanmıştır ki etraftaki insanları görmezler bile. Göz teması kurduğunuz insan sayısı toplasanız bir elin parmaklarını geçmez. Garip şekilde etrafta kimse yok rahatlığındadır herkes. Bu özgüven değildir, yanlış anlaşılmasın. Bu tamamen ben yaşıyorum, ben geziyorum, sadece yanımda olanla bu dünyanın bir değeri var anlayışıdır. Modernizm adeta garip bir vahşilik katmıştır insanlara. Sanki herkes düşman, sanki herkes pimi çekilmiş bombadır. Yapay gülüşler, yapay kibarlıklar diken gibi batar oranıza buranıza.
“Ne yapalım modern olmayıp da kabile hayatı mı yaşayalım?” diye sorabilirsiniz. Demek istediğim bu değil. Tabiî ki ilerlemeli insan, tabiî ki teknolojiye sahip olmalı. Ama biz o ince çizgiyi kaçırıyoruz. O öze dokunuşları es geçiyoruz. Modernizm her oyuncağı ruhumuzdan gerçek bir şeyi çalıyor ve garip sanal bir şeyle değiştiriyor. Adeta melek yüzlü bir cerrah gibi tedavi edeceğim diye her yerimizi kesip hasar bırakarak yeniden dikiyor.
Modernizmin kölesi olmamak için, modernizmin argümanları olmadan da yaşanabileceğini ve bunların vazgeçilemez olmadıklarını bilmeli ve bunu bazen uygulayabilmeliyiz.
Bir söz var, demek istediklerimi şöyle özetliyor:
“İvme çağında, yavaş gitmekten daha coşturucu bir şey yoktur.
Dikkat dağınıklığı çağında, dikkat etmekten daha lüks bir şey yoktur.
Sürekli hareket çağında, oturmaktan daha acil bir şey yoktur.”
Resim: http://www.idealokul.com/img/_large_20120327__7981683612.jpg