Rüya ile Dao Arasında: Jung ve Doğu’nun Sessiz Diyaloğu

Birlikte okuduğum kitaplar olur hep. Jung okurken Lao Zi de onun yanındadır. Okuduklarım da hep başka bir düzlemde zihnimde bir araya gelip bütünleşir. İşte rüyalar da bu bütünlük içinde baş köşededir.

Bana göre rüyalar, insanın kendine söylediği en eski ve en dolaylı cümlelerdir. Ne tam olarak susarlar ne de açık konuşurlar. Carl Gustav Jung’un rüyaya yaklaşımı, bu muğlaklığın bilgelik olduğunu kabul etmekle başlar. Jung’a göre rüya, geleceği haber veren bir kehanet değil; bilincin henüz kabullenemediği bir gerçeğin, semboller aracılığıyla dile gelişidir. Bu yönüyle rüyalar, Antik Yunan’daki Delfi bilicisinin sözlerini andırır: Doğrudurlar, ama doğrudan değildirler.

Krezüs’ün hikâyesi bu yüzden yalnızca tarihsel bir anekdot değil, insan ruhuna dair evrensel bir anlatıdır. “Halis Nehri geçilirse büyük bir krallık yıkılacaktır” kehaneti gerçekleşmiş, fakat anlamı tersine işlemiştir. Yıkılan düşmanın krallığı değil, Krezüs’ün kendi düzenidir. Jung, bu tür anlatılarda rüyanın temel işlevini görür: sembol, dış dünyayı değil, özneyi işaret eder. Rüya, insanı kendisiyle yüzleştirmek ister. Onu başkalarıyla ilgili sanan bilinç, kaçınılmaz olarak yanılır.

Doğu düşüncesi bu yanılgıyı Jung’dan çok önce sezmiş. Taoist metinlerde insan, evrenin merkezinde yer almaz; akışın içindedir. Lao Zi , Dao De Jing’de Dao’nun adlandırılamaz olduğunu söylerken, insanın kavrama ve hâkim olma arzusuna karşı sessiz bir itiraz yükseltir[1]. Jung’un ego kavramı da benzer bir yanılsamayı tarif eder: Kendini merkez sanan bilinç, aslında geçici bir düzenleyicidir. Rüya bu düzeni bozar. Dao da öyle…

Bu bozulmanın en şiirsel ifadesi Zhuang Zi’nin kelebek rüyasında ortaya çıkar. “Ben mi kelebek olduğumu rüyamda gördüm, yoksa şimdi rüyamda Zhuang Zi olduğumu gören bir kelebek miyim?” sorusu, yalnızca bir paradoks değildir; benliğin sabitliğine yöneltilmiş ontolojik bir darbedir[2]. Jung’un bireyleşme sürecinde tanımladığı eşik tam da buradadır: İnsan, benlik sandığı yapının bir maske olduğunu fark ettiğinde dönüşüm başlar. Rüya, bu fark edişin sahnesidir.

Jung’un “gölge” kavramı ile Taoist düşüncedeki yin arasında derin bir akrabalık vardır. Gölge, bastırılan, görmezden gelinen, fakat yok olmayan içeriktir. Yin de karanlık, edilgen ve çoğu zaman korkulan taraftır. Oysa her ikisi de yaratıcıdır. Rüya, gölgenin sesidir; Tao, yin olmadan akmaz. Jung’un analizlerinde rüya, rahatsız edici imgelerle gelir çünkü bilinç, dönüşüme direnmektedir. Taoist metinler de uyumu, çatışmasızlıkta değil, karşıtların birlikte varlığında bulur.

Bu noktada Jung’un rüya karşısındaki tutumu ile Taoist wu wei anlayışı kesişir. Wu wei, eylemsizlik değil; zorlamasız eylemdir. Jung da rüyayı zorla yorumlamayı değil, onunla diyalog kurmayı önerir. Rüya çözülmez; dinlenir. Anlam, baskıyla değil, dikkatle açılır. Bu tutum, Doğu’nun bilgelik geleneğinde sıkça karşımıza çıkar: Bilgi, ele geçirilen bir nesne değil, içinde yaşanılan bir süreçtir.

Uzun süredir ilgilendiğim Çin şiiri bu sezgisel bilgeliğin en yoğun ifadelerinden biridir. En sevdiğim, Li Bai’nin ay ışığıyla örülü dizelerinde ay, yalnızca bir gök cismi değil; geçiciliğin ve bilinçdışının simgesidir[3]. Ay parlar ama ısıtmaz; aydınlatır ama ele gelmez. Jung için de bilinçdışı böyledir: insanı yönlendirir, fakat kontrol edilemez. Rüya, bu ay ışığının iç dünyadaki yansımasıdır.

Aslında tüm bunları Çin tarih yazımında bile görürüz.  Sima Qian, hanedanların çöküşünü anlatırken göksel işaretlerden çok ahlaki ve ruhsal çözülmeye dikkat çeker[4]. Jung’un psikolojisinde de yıkım, dışarıdan gelmez; içeriden başlar. İnsan, iç düzenini kaybettiğinde dış dünyası da çöker. Krezüs’ün krallığı gibi, bireyin iç krallığı da rüya yoluyla uyarılır.

Jung ile Doğu düşüncesi arasındaki ortak zemin, rüyayı insanın kendine tutulmuş bir ayna olarak görmeleridir. Bu ayna, rahatlatıcı değildir. Çünkü rüya, var olan düzenin sürdürülemez olduğunu fısıldar. Dao da insanı başka bir yere çağırmaz; yalnızca bulunduğu yerin sahte olduğunu sezdirir.

Belki de rüyalar ne Doğu’nun mistik habercileri ne de Batı’nın salt psikolojik ürünleridir. Rüya, insanın kendini sabit sanma yanılgısına karşı verilen evrensel bir cevaptır. Jung’un analiz odasında başlayan yolculuk, Dao’nun sessiz akışıyla birleşir. Ve insan, rüyasında yıkılan krallığın aslında dönüşmesi gereken benliği olduğunu fark ettiğinde, gerçek uyanış başlar.

Ama her uyanış, bir kayıp ister.

Çünkü hem Jung hem de Doğu şunu bilir:
İnsan, ancak bir şey yıkıldığında değişir.
Ve her gerçek değişim, önce karanlıktan geçer.


[1] Lao Zi, Dao De Jing, özellikle 1. ve 48. bölümler
[2] Zhuang Zi, Zhuangzi, “Qi Wu Lun” bölümü
[3] Li Bai, Tang Hanedanı şiirleri
[4] Sima Qian, Shiji (Tarihçinin Kayıtları)


Son Yazılar

Dilek Murgul Yazar:

Bir bölük Ankâlarız Kâf-ı kanâat bekleriz.

phone_profile