Sandığın Kadar Özgür Müsün?

Belki de özgürlük, onu ararken öğrenilen bir süreçtir.

İnsan, bir gün içinde farkında olmadan sayısız karar verir: Ne giyeceğine, ne yiyeceğine,
nereye ve hangi ulaşım aracıyla gideceğine, kiminle vakit geçireceğine. Peki, bütün bu
kararları alırken gerçekten kendi iradesine mi dayanır? Yoksa ailesinin, arkadaşlarının,
toplumun ya da geçmiş deneyimlerinin etkisi altında mı kalır? Eğer öyleyse, insan gerçekten
özgür müdür, yoksa sadece kendini özgür sanan bir varlık mıdır?

Aristoteles’in de belirttiği gibi, insan doğası gereği toplumsal bir varlıktır. Doğduğu andan
itibaren kendini diğer insanların arasında bulur. Aile, arkadaş, kültür ve medya bireyin
düşüncelerini yavaş yavaş şekillendirir. Zamanla neyin iyi neyin kötü olduğunu birey bu çevre
sayesinde belirler. Yani, birey düşüncelerini kendi şekillendirdiğini sansa da çevresi, onun
düşüncelerini belirleyen bir gölge gibidir.

Oysa özgürlük, “bireyin kendi iradesine dayanarak karar verebilmesi” olarak tanımlanır.
Ancak insan, içinde yaşadığı toplumun değerlerinden ve yargılarından tamamen sıyrılabilir
mi? Bu soruya filozoflar yüzyıllardır farklı yanıtlar vermiştir.

Jean-Paul Sartre, insanın “özgürlüğe mahkûm” olduğunu söyler; çünkü her durumda bir
seçim yapmak zorundadır. Ne var ki, bu seçimler çoğu zaman içinde bulunduğumuz
toplumun görünmez sınırlarıyla çevrilidir. Sartre’a göre özgürlük, aynı zamanda sorumluluk
da getirir. Birey, yalnızca kendinden değil, tüm insanlıktan sorumludur. Bu nedenle, birey dış
etkilerden bağımsız olmaktan çok, onlarla birlikte yaşamayı öğrenmelidir.

Toplumsal gölge bizi sürekli yönlendiriyorsa, kararlarımızı alırken çevremizin dayattığı
normları bir bahane olarak kullanabilir miyiz? Sartre buna “kötü inanç” adını verir. Yani bir
birey, “benim suçum değil, toplum beni böyle yaptı” diyerek özgürlüğün getirdiği
sorumluluktan kaçıyorsa, kendi özgürlüğünü inkâr ediyordur. Gerçek zincir, toplumsal
baskının kendisi değil; o baskıya teslimiyeti bir kader gibi görme eylemidir.
Birey, zincirlendiğini iddia ederek konfor alanından çıkmamayı seçer. Oysaki en büyük
özgürlük, o gölgenin varlığını bilmek ve yine de “Ben ne yapacağım?” sorusunu sorma
cesaretinde yatar. Bu cesaret, bireyin kendi hayatına dair farkındalığını artırır.

Öyleyse, sandığımız kadar özgür müyüz? Bu soruya kesin bir “evet” ya da “hayır” demek
zordur. İnsan, doğumundan itibaren onu şekillendiren toplumsal gölgelerden bağımsız bir
varlık değildir. Ancak birey, çevresinin kendisine dayattığı kuralları, değerleri ve yargıları fark
ettiği anda, o gölgeden bir adım geri çekilme gücüne de sahip olur.

Bu bir adımlık mesafe, neyin dayatıldığını ve neyin seçildiğini ayırt etme yeteneğidir. Bu
bilinçli farkındalık, bizi zincirlerimize boyun eğen bir kukladan, kendi zincirlerinin farkında
olan ve onlara rağmen yönünü tayin etmeye çalışan sorumlu bir varlığa dönüştürür.
Nihayetinde, tam anlamıyla “özgür” doğmayız; ancak her kararımız ve her sorgulamamız,
özgür olmayı öğrenme sürecinin bir parçasıdır. Her seçim, insanlığa dair yeni bir özgürlük
tanımının ilk adımıdır. Ve belki de özgürlük, bu öğrenme sürecinin ta kendisidir.

Son Yazılar