Suskunlar

Uzun zamandır beni bu kadar heyecanlandıran bir şey olmamıştı. Türk edebiyatının son dönemlerdeki yazar kalitesindeki durumu ve kitap diye piyasaya sürülen saçma sapan veya basit şeyler beni iyice ümitsizliğe sevk etmişti. Yaşar Kemal’den sonra büyük yazar sayfamızın uzun süre kapalı kalacağını düşüyordum ki, belediye kütüphanesinde gezinirken İhsan Oktay Anar’ın “Suskunlar” kitabıyla karşılaştım. Kitabı görünce hemen aldım raftan çünkü bir tarihi roman okumak istiyordum ve internette ne okuyabilirim diye araştırırken şu listeleme hastalığını tutulmuş sitelerden birinde bu kitabı görmüştüm ve kapağındaki minyatür motifleri oldukça hoşuma gitmişti. Hem minyatür sevdiğimden hem de Osmanlı’da geçen bir roman olduğunu düşünden… Kitabı, İhsan Oktay Anar ismini ilk defa duymuş yani yazarın hiçbir kitabını okumamış ve yazarı tanımayan biri olarak aldım. Akşam evde el ayak çekilince kahvemi içerken kitabı okumaya başladım. Fakat daha ilk satırlarda beni oldukça sarsan bir kaliteyle karşılaştığımı gördüm. Kalite diyerek sığlaştırmak istemiyorum ama karşımda öyle basit bir şey yoktu, bir derinlik, bir dolgunluk ve bir yetenek vardı. “Nasıl yani?” dedim kendi kendime. Sonra hevesle okumaya devam ettim. Okudukça bir başka alemde, bir başka atmosferde, bir başka dünyada buldum kendimi. Usta bir yazarın karşısında olduğumu anlayınca daha bir dikkatle okumaya başladım kitabı. Fakat ben kusur aradıkça kitap daha da büyüdü, daha da arınmaya başladı hatalardan. Bu yüzden kitabı kapadığımda kendime gelmem biraz zaman aldı. Çölde yürüdüğümü sanarken birden bir vahayla karşılaştım sanki. Karşımda büyük bir yazar vardı. Bir tarihe şahitlik ettiğimi düşünerek gelecekte daha da büyüyeceğini hissettim. “Demek” dedim “yağmur yağmıyor diye isyan ederken, bir yerlerde dolu yağıyormuş da haberim yokmuş.” Böylesine büyük bir yeteneği nasıl fark edemedim diye kızdım kendime. Bu körlüğün izah edilebilir tarafı yoktu tabi. Fakat geç de olsa fark etmiş olmanın sevincini yaşıyordum. Böyle bir üslup, anlatım zenginliği, bilgi derinliği, kurgu içinde kurgu, çok katmanlılık, hayal gücünün genişliği… Bildiğim yaşayan yazarların en üstüne yerleşti biranda İhsan Oktay Anar. Yazar ve kitapla ilgili söyleyeceğim çok şey var fakat heyecanım bu düşüncelerimi anlatmak istediğim şekilde aktarmama izin verecek mi bilmiyorum. 

İhsan Oktay Anar, felsefeci alanında akademisyenlik yaptıktan sonra emekli olmuş. İzmir’de yaşıyor. Sadece eserleriyle ön planda olmak isteyen birisi görüntüsü veren yazar, ne öyle röportaj veriyor ne de programlara katılıyor. Bu yönüyle de aslında kaçtığı ilginin odağı oluyor. Deli saçması şeyler yazıp orada burada boy göstermek için çırpınanların aksine bu kadar büyük edebi eserler ortaya koyduktan sonra susması elbette ilgi çağında insanları şaşırtıyor. Öyle ki yazarı araştırırken ne internette ne de Youtube’da ayrıntılı bir şeye ulaşabiliyorsunu. İhsan Oktay Anar hakkında müstakil bir program bile yoktu. Hep amatör kitap değerlendirme videoları var ki, buralarda doğru düzgün bir şeyler öğrenmek gerçekten zor. Bu kadar büyük ve güncel bir yazarınız olsun ama akademik değerlendirmelerden öteye gitmesin ona ilginiz. İhsan Oktay Anar, başka bir ülkede yaşasaydı böyle mi olurdu merak ediyorum. Hatta işin tirajikomik tarafı şu ki, İhsan Oktay Anar’la ilgili birkaç videodan birisi bir sokak röportajı. Muhabir, tesadüfen yoldan geçen biri olarak yazara sorular soruyor ve sıradan bir insanla karşı karşıya olmadığını hissedecek cevaplar alıyor. Ne muhabir ne de çevredekiler yazarı tanımıyor ve yaklaşık on beş dakikalık video içerisinden İhsan Oktay Anar daha sonra kesilip çıkarılarak hayranlarından biri tarafından tekrar Youtube’a yükleniyor. 

Yazarın eserlerindeki büyüklükle paralel bir kişiliğe sahip olduğu ile ilgili ipuçları veren bu yüce tevazü ve alçakgönüllük kitaplarını okuyup hayran olanları daha çok çekiyor kendine. Bir sosyal medya beğenisine bile tepki veren bizler bu tavrı anlamakta zorlanıyoruz. Bir sanatçı nasıl olur, eserle sanatçı arasındaki, toplumla yazar arasındaki ilişki nasıl olmalı bunu bize sorgulatıyor Anar. Ve çağın hastalığı olan popüleriteye meydan okuyor. Keşke bu duruşunun altında yatan nedenleri bize kitabındaki lezzetli üslubuyla anlatsa diye de içinden geçmiyor değil insanın. Bu kadar zengin bir iç dünyasına sahip birisi ile ilgili o kadar çok şey merak ediyorsunuz ki, ister istemez yazarın bu tavrına da kızıyorsunuz içinizden. İnsan böyledir, bir şeyi severse yakınlaşmak ve daha çok tanımak ister. Ama değerli eserlere baktığımızda yazarları bu dünyadan göçmüş bile olsalar onlar dimdik ayakta durmakta ve sonsuzluk ufkuna doğru bakmaktalar. Demek ki, aslolan eserin kendisi. Yazar belki de bunu vurguluyor bize. Tabiki yazarın bu tavrına saygı duymak zorundayız. Netice de bu kişisel bir tercih. Yazar kendi hikayesini yalnız yaşamak isterse, yalnız yazdığı kitaba hürmet eden bizler buna da hürmet etmeliyiz.  

36 yaşında Puslu Kıtalar Atlası isminde ve birçoklarının şimdiye kadar yayınlanmış en iyi eseri olarak gösterdikleri kitabı basılır ve geçenlerde çıkan Taimat kitabıyla birlikte 8 kitaplık bir külliyatı olur. Kitabı onlarca dile çevrilen ve ciddi satış rakamlarına ulaşan, Erdal Öz Edebiyat ve Oğuz Atay Ödüllerini almış bir yazardır Anar. Edebiyat çevrelerinde ve okur kitlesi arasında kıymeti hakkıyla olmasa da biliniyor diyebilirim. Yazarın değerlendirmesini yapacağım eser “Suskunlar” ise 2007’de yayınlanır.  Hatta 2013 yılında bu romanıyla Oğuz Atay Roman Ödülü’nü alır. 

Kitap o kadar katmanlı ve yoğun ki, belirli başlıklar altında ayrı ayrı incelemek gerekir diye düşünüyorum. Öncelikle anlatıldığı atmosfer açısından ele alalım. 

Kitap 1700’lü yılların İstanbul’unda geçer. Yazar usta bir mekân tasvircisi olduğunu daha romanın başında belli eder. İstanbul’u adeta size rehberlik ediyormuşçasına neredeyse mahalle mahalle gezmeye başlıyorsunuz roman boyunca. Gerçek mekanlarda sanki o eski İstanbul’da dolaşıyormuşsunuz hissi sizi sarıveriyor. Mekân anlatımı o kadar canlı ve ayrıntılı ki, anlatılanlar aynı zamanda tüm ayrıntılarıyla bir film sahnesi gibi gözünüzün önünde beliriveriyor. Binalardan, kıyafetlere, kokulardan seslere, araçlardan bineklere mekân tasvir unsurlarının hepsi ustaca yer alıyor romanda.  Mekân yazarın hikayesinde bir fondan ziyade romanın ana karakterlerinden biri olarak karşımızda duruyor. Sadece dış mekân değil aynı zamanda bina içi tasvirleri de öyküyü güçlendiriyor. Mevlevihane’nin, Cumbalı Osmanlı evlerinin, Rafael’in taş evi gibi iç mekanlar da yine yazar maharetini gösteriyor diyebilirim. Ayrıca yazarın bu mekan unsurları hakkında sahip olduğu teknik-tarihsel bilgi de okuyucuyu daha çok öykünün yaşandığı zamana davet ediyor. 

Romandaki karakterlerin çoğu müzisyen. Hal böyle olunca roman boyunca gerek Osmanlı dönemindeki gerekse de yer yer batı tarzında müzik terimlerini bolca duyuyoruz. Hatta romanı oluşturan üç bölüm; Yegâh, Dügâh ve Segâh, yine müzik terimleri. Yazar hem karakterleri birer müzisyen seçerek hem de kitabın konusunu müzik etrafında şekillendirmesi onun bu konudaki geniş bilgisini gözler önüne seriyor. Yazar’ın yine Youtube videolarından birinde bir keman yaptığının söylenmesi (teyit edilmiş bir şey yok ama yazarın yaptığı bir kemandan bahsediliyor) onun müziğin içerisinde olduğunu gösteriyor ki, ancak müziği teknik olarak tanıyan birisi bu kadar müzik ile ilgili ayrıntı verebilir diye düşünüyorsunuz. Romanda keman, kanun, ud, ney, Bazı piyano çeşitleri, kabak kemane gibi enstrümanlar yer alıyor. Müzik felsefe, müzik tasavvuf, müzik din gibi müziğin etki alanı sorgulanarak bu bağlamda müzik romanın alt düzlemindeki ana teması oluyor diyebilirim. Yani romanda asıl anlatılmak istenen üst amaç müzik aracılığıyla ortaya konulmaktadır. Muhteşem Batın Efendinin nefesi olarak ele alınan ve tanrısal bir sonsuzluğu temsil eden romandaki olay örgüsünün kilit noktalarından birisi de yine bu müzik temasının yansımasıdır. Romandaki tüm karakterler aslında kendi müsiki yolculuklarına çıkarken kendi içsel yolculuklarına da başlamaktadırlar. 

Romanda tarih bir fantastik zaman dilimi gibi ele alınıyor. Bir an tarihte yer alan gerçek kişi ve mekanları duyunca romandaki anlatının gerçek ve olağan olduğunu düşünürken birden fantastik ve metafizik olayların aynı ciddiyetle ortaya çıkmasıyla biranda kendinizi bir olağanüstülükte buluyorsunuz. Yani romanda tarifle kurgu, gerçekle hayal, mümkünle imkânsız bir arada bazen de birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Bu durum tarihi roman mantığından oldukça farklı postmodernist bir bakış açısıdır. Gerçekler yazarın amacına hizmet ederek, değştirilmekte, yeniden kurgulanmakta ve metafizik evrene çekilerek fantastik bir öğe haline gelmektedir. Buna rağmen belirttiğim gibi, romandaki bazı karakterler ve yerlerin yanı sıra, mekanlar, dönem eşyaları ve döneme ait bazı unsurlar gerçekliğini korumakta fakat neyin gerçek neyin kurgu olduğu bir süre sonra romanda erimektedir. Bu romana lezzet veren en önemli unsurlardan biri de budur bence.

Romanda sizi sarsan ve şöyle bir kendinize çeki düzen vermenizi sağlayan en belirgin öğe dil diyebilirim. Romanda karşılaştığım dil daha önce deneyimlemediğim bir tazda. Günümüz Türkçesi ile Osmanlı Türkçesi naif bir şekilde bir arada kullanılıyor ve bu özgün kullanım yine kitabı oluşturan parçalardan birisi olarak yani hikâyeyi güçlendiren ve tamamlayan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Yazar Osmanlıca kelime kalıbını bazen uydurarak bazen de gerçekten var olan kelimelerle öykünün geçtiği dönemi okuyucuya hissettirmeyi başarıyor aynı zamanda da bunu yer yer mizah unsuru olarak kullanıyor. Romanın dili bu yüzden yer yer çok okuma deneyimi olmayan okuyucuları zorlasa da tecrübeli okuyuculara oldukça keyif veriyor diye düşünüyorum. Romanda yazarın yer yer süslü cümleleri, akıcı anlatımı, bazen kelime oyunları ve diğer tüm anlatım unsurları adeta hikâyenin temposuna göre değişim göstererek hikâyeyi daha da güçlendiriyor. Ayrıca yazar yer yer başka eserlere, başka kıssalara göndermeler yapıyor. Metinler arası bu göndermeler yine anlatımı zenginleştiriyor. 

Romanda okuyucu gülümseten ve bazen de güldüren birçok yer var. Özellikle kitabın başında karşılaştığımız Kalın Musa karakteri ve tavuğun yenme sahnesi oldukça keyifliydi bu açıdan. Diğer yandan kitabın geneline yayılmış gizli bir mizah da sezinledim bu kitapta. Bunu kitabı okurken canlanmanız ve keyiflenmenizden anlayabilirsiniz. Ben de sürekli bu hal vardı. Kitabı güzel kılan şeylerden biri kitapta her ne varsa hepsi kitabı tamamlamak için bir araya gelmiş yapbozun parçaları sanki. Yine mizah unsuru da böyleydi diyebilirim.

Kitapta Mevlevi dergâhı önemli bir yer tutar. Kitabın karakterlerinden Eflatun, İbrahim Dede Efendi gibi karakterler Mevlevi kimlikler olarak karşımıza çıkar ve özellikle roman Mevlevihanede görülen bir hayaletle başlar. Sonrasında ise hep Mevlevihaneye gider geliriz ve tasavvuf aleminin etrafında döneriz. Enel hak, nefes, susmak, insan-ı kamil gibi tasavvufi kavramlarla sürekli karşılaşırız ki, romandaki ulaşılmak istenen mertebe de yine tasaffuvi bir pencereden görünmektedir. Hem dönem itibariyle hem de İslam inancında tasavvufun yadsınamaz yeri romanda da yerini bulmuş ve dönemin ruhunu beslemiştir bana göre. Yine sadece tasavvuf değil aynı zamanda din unsuru da romanda oldukça ön plandadır. Vaaz veren hocalar, dini ayrıntılar, menkıbeler, kıssalar ve kutsal metinler kitapta gerek doğrudan gerekse metin altında sürekli bahsedilen ve ortada olan konulardır. Yani kitap bir noktada bizim coğrafyamızı yansıtmakta, dönemin Osmanlı ruhunu tüm yönleriyle ortaya koymaktadır. 

Burada parantez içerisinde belirtmek istediğim bir konu var. İhsan Oktay Anar okurken aklıma Orhan Pamuk geldi. O da özellikle uluslararası alanda popüleritesini oluşturan kitaplarında İhsan Oktay Anar gibi Osmanlı döneminden bahseder ve yine tarihsel gerçekler üzerine kurgusal bir evren kurarken modern bir anlatı örneği sunar. Bu kıyası yapan sadece ben değilim tabiki. Ve ister istemez insanın aklına acaba İhsan Oktay Anar’da Nobel’e aday olur mı diye bir düşünce geliyor aklınıza.  Bu düşünceyle birlikte İlber Ortaylı’nın iki videosu geldi aklıma. İlkinde Orhan Pamuk’un edebiyatını tenkit ediyor ve onun kitaplarını öğrencilerine tavsiye etmediğini çünkü Türkçesinin bozuk olduğunu söylüyor ve Nobel ödülü almasını yurtdışında onun kitaplarını çeviren kişilerin nitelikli olmasına ve dilini düzelterek kitaplarını çevirdiğini belirtiyor. Ben de aynısını düşünüyorum. Günümüzde oldukça popüler olan yazarlarımızdan Orhan Pamuk, Elif Şafak, Zülfü Livaneli ve Ahmet Ümit gibi yazarların bu amaca yönelik cümleler kurduklarını ve daha ziyade çeviri edebiyatına yatırım yaptıklarını ve bu sayede yurtdışında popüler olma amacına hizmet ettiklerini düşünüyorum. İlber Ortaylı bir diğer videoda ise İhsan Oktay Anar’dan bahsediyor ve çok temiz bir Türkçesi olduğunu söylüyor. İhsan Oktay Anar nasıl çevrilebilir diye düşündüm bunun üzerine. Türkçe’nin imkanlarını o kadar kıvrak ve etkili kullanmış ki, bir çeviriyle bu durum ne kadar yansıtılabilir bilemiyorum. Çünkü İhsan Oktay Anar bir proje olarak veya bir oryantalist olarak değil tamamen içinden yazmış bu eserleri. Çevirilince kaybedeceği çok şey var gibi hissediyorum ama bir gün Nobel alırsa bunu hak ettiğine dair kimsenin içinde en küçük bir şüphe dahi olmayacak. 

Romanda yer alan önemli kişiler; Eflâtun, Bağdasar, Kirkor, Davut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey, Nevâ, Zahir, Pereveli İskender Efendi, Lazar, Kanuni Asım, Gülabi, Meymenet, Âmin. Yazar karakterleri öyküdeki bütünlüğü koruyacak şekilde belirlemiş. Her bir karakterin romanda bir yeri ve bir hikayesi var. Her bir karakter romanın zenginleşmesine ve yoğunlaşmasına katkı sağlar nitelikte. Bu bağlamda romanda gereksiz bir karakter bulunmamakta diyebilirim. Karakterler her ne kadar roman ölçeğinde özgün olsa da, şablon karakterler. Romanın masalsı ruhuna da bu uygundu sanırım. Yani bir Dostoyevski romanındaki karakterleri görmemiz bu romanda pek mümkün değil. Karakterler daha ziyade karikatürize edilmiş, masal kişileri. Karakterlerin isimleri de üzerinde düşünülmüş isimler. Musa, İbrahim, Davut gibi isimlerin dini kaynaklardan esinlenildiği görülüyor. Tağut ismi yine dini bir çağrışım yapmakta. Özellikle Davut, Calut ve Talut’un mücadelesi kıssası kitabın bağlayıcı unsurlarından birisi olarak karşımıza çıkıyor.

Roman, üst kurgu gölgesinde birçok öyküden oluşmakta. Her karakterin öyküsü anlatılıyor ve bu öykülerin tümü nihai bir öyküde birleşiyor. Adeta tüm akarsuların bir yerde birleşip denize akması gibi. İyi ile kötünün, Batın ile Tağut’un mücadelesi üst öykü olurkan, Eflatun’un, Davut’un, İbrahim Dede Efendi’nin, Pereveli İskender Efendi’nin öyküleri bu öyküyü inşa eder. Her biri birbirinden bağımsız gibi duran bu öyküler muhakkak bir yerde düğümlenir ve birleşir. Biz romanın sonuna doğru bu öykülerin hep aynı yerde kaynaştığını görürüz. Yazar oldukça canlı ve aksiyon dolu bir kurgu koyar ortaya, sürekli bir şeyler olur, sürekli yeni gelişmelere gebedir roman. Anadolu masallarının o dinamizmi ve cümbüşü romanda oldukça ön planda. Yazarın kendi ifadesiyle bir lunapark atmosferi sunuyor kitap okuyucuya. Kitapta bazı teknik bilgilerde o hareketlilik azalsa da ilginiz ve dikkatiniz hiç azalmıyor kitap boyunca. Hep bir merak ve hep bir soru işaretiyle ilerliyorsunuz. Kitabı ilgi çekici kılan unsurlardan birisi de doğaüstü unsurların kitapta bolca yer alması. Hayatın olağan akışında ilerleyen öyküye birden fantastik ve masalsı öğeler girer. Mesela hayaletler görünür insanlara, doğaüstü güçleri olan varlıklar peyda olur. Sihirle tasavvufi öğeler, dinle rivayetler, olağanla olağanüstülükler romanı oluşturmaya başlar. 

Romanın konusu genel olarak şöyle: Tokmaklı bir çalgı çalan Kalın Musa’nın oğlu Veysel’in iki Davut ve Eflatun’un hikayelerini okuruz ilkin. Davut bir musiki ustası olarak meclislerde yeteneğini icra ederken Neva isminde bir dilbere âşık olur. Fakat bu kıza bir büyü yapılmış, kapısına ebcet harfleriyle şifrelenmiş bir melodinin yazılı olduğu kağıt bırakılarak, bir hayaletin onlara musallat olması sağlanmıştır. Kızın annesi Davut’tan bu hayaletle mücadele etmesini ister ve Davut artık kendini bu uğurda feda etmeye hazır bir halde hayaletin peşine düşer. Eflatun ise yıllardır kimsenin duymadığı ama onun duyduğu bir ıslığın peşinden her şeyi geride bırakarak adeta yalın ayak gider ve bu ıslıkla birlikte kendisine seslenen ve “Gel” diyen sesin sahibini aramaya başlar. 

Romanda metin arası atıfların bolca olduğundan bahsetmiştim. Batın’ın oğlu Zahir’in öyküsü bize Hz. İsa’nın öyküsünü, Davut ile Tağut’un mücadelesi, Calut ile Tağut’un öyküsünü hatırlatır. Yine kitaptaki Zahir karakterinin dinin tutucu tarafını sorgulaması ve Müziğin dindeki yerini eleştirdikten sonraki yaşanan olaylar yine ilginç durumlar olarak karşımızdadır. Daha fazla ayrıntı vermek istemiyorum spoiler olmasın istiyorum çünkü kitap çok etkileyici olay düğümlerine sahip. 

İhsan Oktay Anar’ın bu harikulade eserini heyecanla, hayretle ve keyifle okudum. İhsan Oktay Anar dünyasına girmenin mutluluğunu duyarak okudum. Sizlere de okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. 

Değerlendirmeyi video olarak izleyebilirsiniz.

Son Yazılar

Yazmak, çizmek peşinde, yanmayı pişmeye tercih eden biri...