Bugün gördüğümüz, içinde yaşadığımız düzen, karşıtlıklar ve bu karşıtlıklar arasındaki rekabetin sonunda meydan gelmiştir. Felsefi düşüncelerden savaş taktiklerine, yönetim şekillerinden seçim sistemlerine… Her birinin ortaya çıkışı ve yükselişi kendinden öncekine tepki koyarak ve eleştiri getirerek olmuştur. Hepsi zaman içerisinde aynı insanoğlu gibi doğmuş, büyümüş-yaygınlaşmış ve ölmüştür. Dünyadaki bu tarz gelişmeler ekonomileri, askeriyeyi, sosyal hayatı yani ‘’güçler dengesini’’ zaman içerisinde değiştirmiştir. Düzenin yapısı gereği, bu çatışmalar bilinen dünya gerçekliğini oluşturmuştur. Bütün bunların yanında düzen içerisindeki karşıtlıklar hep bir galip-mağlup ilişkisinden doğmuştur. Bireyden topluma, düzenin her kademesinde galip-mağlup ilişkisi mevcuttur. Birisi galip-gelişmiş-muasır konumdayken öteki geri kalmış-ilkel konumdadır. Tarih boyunca galip-mağlup ilişkisi, iki kutuplu doğu-batı eksenine paralel ilerlemiştir. Bu eksende bir inceleme yapmadan evvel, tarih dediğimiz dev hafızayı eski ve yeni dünya ayrımına tabi tutmanın daha faydalı olacağı açıktır.
Eski dünya; insanoğlunun tarihte ‘’ aydınlanma dönemi’’ olarak adlandırılan dönemden önceki dünyadır. Yani insanın gezegende ilk göründüğü zamandan başlar ve 17-18. yüzyıllarda aydınlanma çağının başlaması ile sona erer. Bu dünyaya ‘’eski’’ denmesi yanıltıcı olabilir ancak tarihin gidişatını etkileyen birçok olay bu dünyada gerçekleşmiş, insanoğlu krallığı dünyanın neredeyse tamamı üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Bu hâkimiyetin yanı sıra aydınlanma döneminin temelleri kabul edilen Rönesans ve Reform akımları yine bu ‘’eski’’ dünyada ortaya çıkmıştır. Bu açıklamaların ardından eski dünyayı doğu-batı ekseninde incelemeye geçebiliriz.
Doğu, eski dünyada, İslam kültürünün bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Her toplumda aynı düzeyde olmasa da genel itibarıyla bu kültüre mensup kitle, eski dünyanın galipleridir diyebiliriz. Batı ile kıyaslandığında; edebiyat, felsefe, tıp, şehirleşme oranı, askeriye gibi alanların çoğunda üstün ve avantajlı konumdaydılar. Her toplumda neyin daha üst düzey olduğunu açıklamaktansa genel anlamda ‘’doğu’’ dediğimiz kısmın üstünlüğünün neden kaynaklandığını açıklamak, yazının amacı açısından daha yerinde olacaktır. Doğu, yani eski dünyanın galipleri, galibiyetlerini güçlü ve tek elden yönetilen devletlerden ziyade ‘’coğrafi talihine’’ ve eski dünyanın yetiştirdiği birtakım kimselerin katkılarına borçludur. Zira bugün ‘’Ortadoğu’’ olarak adlandırılan ve her an şiddetin ve gerginliğin kol gezdiği topraklar eski dünyada, insan krallığının başkenti konumundaydı. Bunu coğrafi talih ile bağlantısını kuramayanlar için şöyle ifade edeyim; insanoğlunun yerleşik hayata ilk geçtiği, ilk tarımın, sulamanın yapıldığı, tekerleğin ve birçok icadın ortaya çıktığı, yazının bulunduğu, antik çağın büyük krallıklarının kurulduğu coğrafyadır, Ortadoğu. Böyle bir medeniyet birikimi üzerinde Doğu’nun yükselişi, bölgenin coğrafi ve fiziki koşullarının elverişliliğinden kaynaklanmaktadır. Eğer Mezopotamya gibi verimli araziler Batı Avrupa’da bulunmuş olsaydı, eski dünyada insan krallığının başkenti doğuda olmayabilirdi. Bu birinci faktördür, ikincisi ise milattan 610 yıl sonra İslamiyet’in ortaya çıkması ve takip eden yüzyıllarda adeta bir devrim düşüncesi gibi yayılmasıydı. İkinci faktör kitleleri bir araya getirmiş ve kendisine ‘’Müslüman’’ diyen toplumların yükselişini de beraberinde getirmiştir. Ancak bu ikinci faktörün Doğu’ya sağladığı avantaj kendi içindeki ‘’kadercilik’’ düşüncesinin bölgeye egemen olmasıyla giderek silikleşti. Doğu toplumları kadercilikten önceki İslam Felsefesi’nin etkisiyle bir Rönesans yaşamıştır demek yanlış olmayacaktır. Zira bilim-felsefe-edebiyat gibi alanlarda, daha önce eşine rastlanmamış merakla çalıştıkları, antik eserlerin çevirilerini yaptırıp, geliştirip sonra yeni eserler verdikleri bir dönemdi bu dönem. Kadercilik topluma egemen olduktan sonra dahi Doğu’nun Batı’ya üstünlüğü devam etmiştir fakat gelişim hızı ve merak belli miktar törpülenmiştir. Peki, Doğu Medeniyeti döneme damgasını vururken, Batı ne yapıyordu?
Batı ise bu sıralarda kendi iç problemleri ile cebelleşiyordu, hem ekonomik hem de siyasi anlamda parçalı ve kaotik bir durumdaydı. Halkı bir kenara bırakın, birkaç kral veya feodal beyden başka kimse iç sorunlardan kafasını kaldırıp, doğuda neler olup bittiğini takip edemiyordu. Doğu’nun da elbette bu tip sorunları vardı fakat kıyas yapıldığında daha küçük sorunlardı diyebiliriz. Doğu için gelişim, düşmanı meydanlarda talan etme aracı ve zenginliğin kaynağı olduğu için kıymetliydi. Batı ise bu kelimenin ne anlama geldiğini daha bilmiyordu, bilmemesi de doğaldı aslında, çünkü bu tarz işlerle uğraşması beklenen kişiler kıtlıkla ve savaşla mücadele ediyordu. Ancak ilk Haçlı Seferinin ardından iki toplum ilk defa kitlesel etkileşime geçti ve Batı, vitrinden de olsa, zenginliği-gelişimi-medeniyeti görmüş oldu. Ancak Haçlı Seferleri ile kutsal toprakları alamayan Batı sadece yenik şövalyeleri ile dönmedi, beraberinde pusula, barut, matbaa gibi kıtanın kaderini değiştirmeye yarayacak materyalleri de getirdiler. Bu etkileşim zaman içinde Avrupa’da fısıltılara ve dedikodulara dönüştü. Bu fısıltıları da birtakım kımıldanmalar izledi. İlk kımıldanma, 1215 yılında İngiltere’de aşırı vergi ve haksızlıklara karşı Yurtsuz Kral John’un mutlak yetkilerinin sınırlandırılmasıyla yaşandı. Kıtaya taşınan gereçler ve bu ilk kımıldanmanın ardından, Batı’nın yükselişinin habercilerinden Rönesans için kapılar aralandı. Rönesans sadece ünlü sanatçılarından ibaret değildi, kelime anlamının karşılığı olarak ‘’yeniden doğuş’’ fikrinin yeşermesi ile Avrupa kendi hikâyesini yazmaya talip olmuştu. Ancak hikâyeyi yazmak için birkaç aydınlıkçı fikrin yeşermesi yetmiyordu zira gelişimin-eleştirinin önünde soğuk duvarları ve kutsal fısıltılarıyla Katolik Kilisesi vardı. Yüzyıllardır egemen olan bu yapının ne kendisine ait toprakları ne de orduları vardı, sahip olduğu gücü Tanrıya, engizisyonlara ve cennetteki Tapu-Kadastro yetkisine borçluydu. Savaşılamayan bu güç ile mücadele hem imkânsız hem de yasaktı. Yetkisi bu gezegenin üzerinde ve mutlaktı, ancak yeni kıtanın keşfi gibi birkaç gelişmenin ardından kendisine duyulan güven giderek azalmış ve nihayetinde Batı, gerçek kamburu ve geri kalmışlığın nedenini keşfetmişti. Alman teolog Luther, kilisenin haksız kazançlarına ve gerici düşünceye savaş açma cüretinde bulundu ve cennet arazilerini satan papazlara karşı kendi mezhebini kurdu. Katolik Kilisesi, Luther ve yandaşlarına ‘’protestocu’’ anlamına gelen Protestan adını koydular. Hristiyanlık kendi iç savaşını geçirdi bu dönem tarih sayfalarına ‘’Reform Hareketi’’ olarak geçti ve Katolik Kilisesinin baskıcı, gerici etkisi Reform Hareketinin sonunda Batı topraklarını terk etti. Dökülen tüm bu kanların ardından Batı ile Aydınlanma Çağı arasında hiçbir engel kalmamıştı. Zira Batı’nın geri kalmasının nedeni, ne surlara dayanmış Türkler ne de Hrıstiyanlığın kendisiydi. Bu geri kalmışlığın müsebbibi yine batının kendisi ve dolandırıcı papazlardı. Ancak dönem ve dengeler değişmiş ve Batı’nın yükselişi olan Aydınlanma gelip çatmıştı…
Aydınlanma, başlı başına üzerine kitap yazılabilecek kadar kıymetli ve uzun bir dönemdir. Dönemin sonunda eski dünyanın dengeleri değişmiş, medeniyet temelleri önce eleştirilmiş, ardından geliştirilmiştir ve nihayetinde ‘’Yeni Dünya’’ kurulmuştur. Bu dönemi bir inşaat şantiyesi benzetmesi ile değerlendirmek yerinde olacaktır.
Bu şantiyede sonradan, toplumun öncüleri olarak bilinecek olan işçiler çalışmaktaydı. Descartes, Locke, Galileo, Newton ve daha niceleri… Hepsi yeni dünyayı inşa eden işçilerdi ve bu inşaatı bir gelecek yaratma idealinden ziyade, yaşadıkları dönemi geliştirmek adına yapıyorlardı, hiçbiri günümüz gelişmelerine faydası olsun diye çalışmıyordu. Amaçları daha iyi olduğunu düşündükleri ‘’şeyi’’ bulmaktı. O şey bazen fizik yasalarıydı, bazen de eleştirel düşünme metotlarıydı, ancak her gelişme bir sonrakini tetiklemiş ve bir döngü halini almıştı. Eski dünyada birbirinden ayrı incelenen dallar karıştırılıp daha karmaşık bir başka alt dal halinde inceleniyor, gelişim döngüsünün ardı arkası gelmiyordu. Modern insan krallığının içerisinde yaşarken habersizce Newton’un yasaları ile işleyen makineleri kullanıyor, Locke’un veya Rousseau’nun temelini attığı devlet modellemelerinin içerisinde hayatlarımıza devam ediyoruz. Bugün bunlardan istifade edebiliyorsak bunu o dönemde ‘’aklını kullanma cesaretini’’ gösterenlere borçluyuz. Her ne kadar günümüzün kendisine has problemleri olsa da inşa edilen düzenin temelinde oturan akıl ve o temel ile üzerindeki katları bir arada tutan özgürlük, eşitlik, kardeşlik sütunları ile yapı, yani yeni dünya ayakta durmaktadır. İnşaat serüveninden de bahsettiğimize göre artık kimin kaçıncı katta oturduğunu ve neden o katta oturduğunu incelemeliyiz, zira dengeler ve etmenler geçmiş ile aynı değil.
Yeni dünyada –eskinin aksine- ikili bir yapıdan çok daha karmaşık bir yapı karşımıza çıkar, yani kesin çizgiler ile nerenin ‘’Doğu’’ nerenin ‘’Batı’’ olduğunu ayırt etmek daha güçtür. Ancak galibiyet-mağlubiyet ilişkisinin temelini ekonomik-askeri güçten, insan hakları-özgürlük tarafına kaydırırsak kimin galip kimin mağlup olduğunu daha net idrak edebiliriz. Zira yeni düzende –geçmişin aksine- devletlerin ekonomik-askeri kuvvetleri, toplumun galibiyeti veya mağlubiyeti açısından bizlere tam olarak rehberlik edememektedir. Örneğin Rusya ve Çin hem ekonomik hem de askeri anlamda, Norveç veya Fransa’dan hatta İngiltere’den bile kuvvetli konumdadır. İlk saydığım devletlerin iflası veya yıkılması, küresel anlamda büyük yaralara sebep olabilecekken, ardından saydığım devletlerin, küresel savaş çıkarma ihtimalleri ayrı tutulduğunda, gezegen genelinde hissedilebilecek sorunlara yol açması pek muhtemel değildir. Bunun nedeni ise ilk grup devletlerin süper devlet olmalarından kaynaklanmaktadır. Ancak burada gözden kaçmaması gereken şey bireylerin güçleridir. Zira aynı işle meşgul –hafif sanayide çalışan- bir Fransız ve bir Çinli işçinin refah seviyeleri veya mutluluk endeksleri karşılaştırıldığında; Çinli arkadaşımızın 10 yılda edindiği servet ve birikimi Fransız arkadaşımızın 6 ay veya daha kısa sürede edinebilmektedir. Bu da devletlerin bireye verdiği değerin farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu devlet gücünün yeni dünyada toplum ve birey gücü anlamına gelmediğinin basit bir örneğidir. Yani galip olmak için güçlü devlet olmak zorunlu değilken, sosyal eşitlik ve adaleti savunan bir anlayışın varlığı muhakkaktır. Yeni dünyanın galip toplumları, Aydınlanma Çağı’nın kuruluş felsefesine bağlı ve bu felsefenin göstermiş olduğu doğrultuda ilerleyen toplumlardır.
Gelelim günümüzün kaybedenlerine, yeni dünya söz konusu olduğunda mağluplar, yeni dünyanın felsefesine uyum sağlayamamış veya düşmanlık güden toplumlardır. Bunlar hala eski dünyada geçer akçe olan, güçlü devlet-güçlü toplum ilkesini benimsemekte, bu yolda yürümekte, daha doğrusu yürüdüğünü zannederek yerinde saymaktadır. Ama yeni düzende güçlü birey-güçlü toplum ilkesi geçerlidir. Coğrafi olarak değerlendirildiğinde bir yön kavramı ile kaybedenleri belirlemek artık mümkün olmasa da bölgesel düzeyde incelendiğinde; Ortadoğu, Ön ve Orta Asya ve Güney Amerika Kıtasında çokça kaybeden toplum örneği bulabiliriz. Bu bölgeler dışında da münferit şekilde gezegenini çeşitli yerlerine dağılmış toplumları bulmak mümkündür. Tüm bunların ortak özelliklerini ise baskıcı yönetim anlayışları, gelir adaletsizliği, hiç olmayan veya olmakla beraber bozulmuş olan demokrasi anlayışları, gelecekten ziyade geleneğe kıymet verme gibi günümüz galiplerince hoş karşılanmayan durumların varlığı, oluşturmaktadır.
Peki, bu toplumlar kaderlerine mahkûm mudur?
Cevabımız aslında çok net şekilde ve haykırarak ‘’HAYIR!’’ olmalıdır, fakat günümüz realitesi göz önünde bulundurulduğunda bu cevap bir motivasyondan başka bir şey değildir. Soruya gerçekçi bir yanıt vermek gerekirse, cevabımız şöyle olacaktır; Kendileri bilirler! Gelişen iletişim ağı ve teknoloji sayesinde, internet gezegenimizi ozon tabakası misali çevrelerken, bu imkanları mobil oyunlar vb şekilde kullanmak yerine, dış dünyada nelerin olup bittiği konusunda araştırmada kullanırlarsa ve bunu kendi toplumlarının uyanışı için mücadele ederken kullanırlarsa neden olmasın? Olmaması için bir sebep yok. Tarih kötü talihlerine boyun eğen ve bu talihlerinin kölesi olanları değil, gelişimi ve ilerlemeyi savunanları, kayda geçmiştir. Kaybedenler risk almaya, mücadele etmeye gönülden razılarsa değişim her daim mümkündür. Ancak burada bir uyarıda bulunmakta fayda var, değişim için verilen her mücadelenin sonunda aydınlık ve refah yatmamaktadır. Aldığınız risk ile yapacağınız fedakârlığı iyi ve etraflıca planlamalı ve öyle hayata geçirmelisiniz. Zira değişimin mümkün olduğu ancak kolay olmadığı gerçeğini kimse yadsıyamaz. Değişim isteminizdeki samimiyetiniz, sizin ne kadar değiştiğinizle ölçülecektir, bu sebeple değişime kendinizden başlayın. Birey olarak değişmek, toplumu değiştirmek için atılan en önemli adımdır, Aydınlanma Çağı ilahi bir işaret sonucunda gökten inmedi, galiplerin galibiyeti; geçmişten gelen sarsıntılarla ve ödenen bedeller sonucunda geldi fakat mücadele edenlerin çoğu bu galibiyeti göremeden hayata gözlerini yumdu. Ancak onların fedakârlıkları ve adanmışlıkları galibiyetlerinin habercileriydi.
‘’Sular yükseldikçe balıklar karıncaları, sular çekildikçe karıncalar balıkları yer; kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar verir’’ şeklindeki sözü farklı varyasyonlarıyla birlikte biliyoruz. Bu Afrika atasözü eski dünyanın kader anlayışı çerçevesinde net doğru olarak kabul edilebilir ancak yeni dünyada ‘’suyun yüksekliği’’ insanoğlunun çabası ve çalışması doğrultusunda kontrol edilebilmektedir. Bu kontrol düzenin galiplerince yapılmaktadır, istedikleri zaman baraj yaparlar bu suya, istedikleri zaman hendekler açarak yönünü belirlerler suyun… Buradan mağluplara sesleniyorum: Ya siz de suyun kontrolüne ortak olur ve kurtulursunuz, ya da suyun üzerinizden çekileceği günü beklersiniz, emin olun su, kontrolü aşmadıkça beklemeye devam edeceksiniz. Karar verin!