Gezegendeki varlığından bugüne dek gelişim, insanoğlunun ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bunun nedeni ise medeniyetin ve ilerlemenin anahtarının ‘’gelişim’’ olmasından kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu gelişmek için gelişmemiştir, ihtiyaçları gidermek ve ilerlemek için gelişmiş, belli yol katetmiş, bir engelle karşılaştığında tekrar o engeli geçmek üzere gelişim göstermiş ve her seferinde, daha ileri giderek serüvenine devam etmiştir. Bahsedilen bu gelişim, diğer canlıların aksine, fiziksel bir evrimleşmeden ziyade, insanın aklı kullanarak teknik ve bilim vasıtasıyla gerçekleşen gelişimidir. İlerledikçe, gelişim hızı da artmış ve sonunda bugün var olan düzeni kurmuş ve halen kurmaktadır. Buraya kadar herhangi bir sorun göze çarpmasa da durum göründüğü kadar iyimser ve basit değil. Gelişim hep olumlu bir anlam taşıyan bir kelime olarak kullanılsa da burada şu konu üzerinde durmak istiyorum: Gelişim, her zaman iyi midir? Bu, üzerinde farklı boyutlarda tartışmanın yapılabileceği bir sorun, hadi bunun üzerine biraz gidelim.
İlk düşünüldüğünde, ‘’gelişmiş’’ donanımlı çağrışımını yaptırmaktadır. Gelişmiş sözcüğü ile iyi ve üstün olan şeyler bağdaşmaktadır. Peki ‘’gelişmiş-donanımlı-iyi-üstün’’ insan kimdir? Mantıklı cevaplardan en yaygını; eğitim-öğretim görmüş, teknik anlamda uğraşısı ile ilgili bilgili ve yetkin olan insan, gelişmiş insandır. Evet, genel kanı burada bize doğru cevabı getiriyor, yanlış bir ibare veya hüküm içermiyor verilen cevap. Zaten sorun, gelişim sözcüğünün kendisi değil, olumsuzluk insanın veya toplumun bakış açısından ve kelimeye verdiği anlamdan kaynaklanıyor.
Kalıbımız neydi? Gelişmiş insan. Bu, iyi olan dengeli kalıp. Ancak kimi toplumlar (maalesef bizim toplumumuz da) bu kalıbın tek tarafını anlamlandırabiliyor ve dengeli olanın yapısı bozuluyor. Yani, matematik, fizik, kimya, biyoloji var hatta tıp, kuantum, biyo-kimya gibi daha karmaşık alt disiplinler de var ama kalıbımızın –varlığın- varoluş unsuru olan ‘’insan’’ yok. Kastettiğim biyolojik varlığı ile et ve kemik değil. Empati, saygı, sevgi, duyarlılık gibi insana özgülenmiş değerlerin yokluğudur.
Tarih çılgın doktorlara, diktatoryaya giden müthiş hatiplere ve genel olarak ‘’insan’’ unsurundan ziyade ‘’gelişmiş’’ unsuruna değer veren çokçalarına şahitlik etmiştir. Ancak ‘’gelişim’’ adına geçmişten ders alan insanoğlu, ‘’insan’’ unsuru bakımından iyi ders alamamış, sınıfta kalmıştır. Toplumlar, milletler, devletler gelişim adına çoğu zaman insan unsurundan feragat etmiş ve bu ‘’fedakarlıkların’’ gerekçesi olarak ‘’insanlığın iyiliği ve gelişimi’’ bahanesini öne sürmüşlerdir. En nihayetinde, ortaya ‘’insanlık’’ adına bir tablodan çok ‘’güç ve bu güce tapan insanımsı canavarlar’’ adına bir tablo ortaya çıkar.
Empatiden yoksun, duyarsız, bencil canavarlar. Kimi zaman güç için dehşet saçan, kimi zaman da güç uğruna, yanlışlara karşı sessiz kalan canavarlar. Özlerinde insandır bunlar. Severler, üzülürler, ağlarlar insani duyguları vardır yani, ama güce olan tamahkarlıkları, önce onları kör eder, sonra da insanlıklarını güçlenme-gelişme yolunda kaybederler. Aramakla yormayın kendinizi, bunları bulmakta zorlanmayacaksınız, bazen tam yanınızda oturuyordur bazen evinizin penceresinden dışarıya baktığınızda, haber kanalında görürsünüz ve bazen de aynaya baktığınızda…Çünkü insan derken kastım ideal olan iyi insandı. Canavar ise günümüz 21.yy insanından başkası değil maalesef…
Eleştiriyi kendim dahil tüm insanoğluna getiriyorum. Her birimizde, düzeyi farklı olmasına rağmen yozlaşma var. Kimimiz bunu kontrol edemezken, kimimiz de ehlileştirip, bir nebze kontrol altında tutabiliyoruz. Bozulmadan herkesin payını almasının nedeni ise canavarın çok geniş kapsamlı üç temel silaha sahip olmasıdır.
Sacayağının ilk kısmını, yani ilk silahı ‘’Hissizlik’’ oluşturmaktadır. Hissizleşme, canavarın gizliden gizliye kullandığı bir silahtır. Başlarda değişimi anlayamazsınız, geçici bir durum olarak algılarsınız. Önce çevrenize olan duyarlılığınız azalır, ardından olaylar önemsizleşir ve belli şeylere verdiğiniz değerde eksilmeler gözlemlenir, yaşanan hadiselere karşı tepki kabiliyetiniz azalır. Ardından değerleriniz iyice silikleşir, yok olur ve umursamamaya-duymamaya başlarsınız. Bu süreçte ne oldu bitti demeye kalmadan geçici zannettiğiniz şey artık karakteriniz ve hayat tarzınız haline gelir. Hissizleştirme silahı kaleyi içten fetheder. Kaybolan insani değerlerin yerini sistemin yaratmış olduğu suni değerler almaya başlar, artık en vahşet dolu haberler kanınıza dokunmaz, zamanında yanlış bulduğunuz haksızlıkları tolere edebilir hale gelirsiniz, ve hatta tecavüz mağduru kadına ‘’o saatte dışarıda ne işi varmış’’ diyecek kadar, ‘’çalıyor ama çalışıyor, olsun’’ diyecek kadar kör ve duyarsız hale gelebilirsiniz. Çünkü sizin için doğal hale gelir bu tip hadiseler, normalleşir ve kıymetsizleşir. Bunlarla ilgilenmek yerine, elinizdeki para ile hangi yatırımı yapacağınızı ya da yaz tatili programınızı nerede yapacağınız üzerine kafa yorarsınız, ne de olsa sizin için daha öncelikli değil mi?
Özet gerekirse; suni olan, özün önüne geçmiştir artık!
Yozlaşmanın ikinci silahı ‘’Şiddet eğilimidir’’. Doğası gereği olsa gerek, insanoğlunun hayatında şiddet hep varolmuştur. Avdan önce yapılan antik ritüellerde,savaşlarda, gladyatör dövüşlerinde, ardından zararsız görülse de boks,futbol ve diğer spor müsabakalarında ve en sonunda evde, trafikte, ofiste… Her yerde! Bence en acısı da 8 yaşındaki oğlunuzun dünya kadar para verdiğiniz oyun konsolunda… Her yerde şiddet, sanki bir ihtiyaçmışcasına sahiplenilmiş ve sevilmiştir. Sebebini saptamak çok zor değil, bunlar hayvansal bir korunma iç güdüsünün evrimleşmiş halidir. Şiddetin hiç varolmadığı düzen bana kalırsa imkansız, bazen anlaşmazlıklar sonucunda ‘’kendi varlığını korumak adına’’ şiddete başvurmak zorunda kalınabilir. Zaten olması gereken de bana kalırsa budur. Ancak ideal insanda son çare olarak (varlığı korumak adına iç güdüsel şekilde) ortaya çıkması gereken şiddet, canavar tarafından evrimleştiriliyor, yapısı bozuluyor ve günümüz toplumunda en ufak medeni tartışmada dahi karşımıza çıkıyor. Bu iç güdünün yozlaşarak eğilime dönüşmesinde amaç; insanı olabildiğince az düşünmeye sevk ederek –bir taşla iki kuş misali- hem çözülebilecek olanı çözülmeze sokuyor hem de düşünsel faaliyetin azlığı neticesinde fikri ilerlemeyi baltalıyor.
Canavarın üçüncü ve son silahı ‘’Nefret’’ ise önceki silahların bir kombinasyonu olarak karşımıza çıkıyor. Hissizleşme neticesinde değer kümemizi değiştirdikten sonra yeni değerlerimiz bir buz kütlesi: donuk, katı ve soğuk; şiddet ise enerjisi canavar tarafından arttırılmış bir ateş parçası: kararsız, beklenmedik, öfkeli… Bu iki bileşen mükemmel uyum içerisinde birleşip canavarın tezgahında dövülüyor, şekillendiriliyor ve bu dünyada iyi kalabilmiş hiçbir şeyden nasibini almamış olan nefret hayatımızdaki yerini alıyor. Duyarlılık yerine hissizlik, huzurun yerini şiddet alıyor ve sonunda sevgi, tahtını nefrete bırakmak zorunda kalıyor. Sebepsizce ve zevk alınarak yapılan eziyetler, işkenceler, yalanlar, iftiralar ve diğer kötülükler… Nefretin bünyesinden damla damla insanoğluna akıyor, zehirliyor, zehirleniyoruz! Yozlaşmanın nihayetinde insan köleleşiyor ve canavarın bünyesine, onun hizmetkarı olarak dahil oluyor.
Peki teknik olarak bu kadar ileri olan 21.yy insanının korunma şansı hiç mi yok?
Bir şansımız var. Tam anlamıyla ideal insana ulaşmak artık bu seviyede mümkün olmasa da gelişimin zaman içerisinde ürettiği panzehir eğitimdir. Bu eğitim için ahlak ve aydınlanma düşünceleri anahtar niteliği görmektedir. Bu eğitim doğa veya sosyal bilimlerinin yapısından daha farklı bir yapıya sahiptir. Sosyal bilimler ve doğa bilimlerinde uzmanlaşmak için okullar vardır ama kastettiğim eğitimin bir okulu, bir kaynak kitabı yoktur. Bu eğitim, insani değerlerimizin tekrar canlandığı, sevginin, saygının kuvvetlendirildiği bir süreçtir. Bahsettiğim anahtarlar hayatın içerisinde saklanmış, bulunmayı-keşfedilmeyi bekliyorlar. Bulmak zor olacaktır zira elimizde canavarda olduğu gibi güçlü silahlar yok, ama kim bilir belki bir iş üzerinde çalışırken, bir sohbet esnasında, eski bir kitabın tozlu sayfalarında, ulu bir çınarın gölgesinde, bir mısrada karşımıza çıkar. Karşımıza çıkar dediğime bakmayın aynı canavarın çalışma prensibi gibi yavaş yavaş ve sessizce yükselir içimizde, ama daha nadir, ve daha kıymetli…