Öğretmenin Mutluluğu

Bundan on üç sene önceydi. Sırt çantam sıcaktan sırtıma yapışmıştı adeta, ayaklarım bir adım daha atmamam için sızlayarak beni ikna etmeye çalışıyordu. Acıkmıştım da. Yürüdüğüm çakıl yolda durdum ve yuvasından çıkarak dikilen bir mirket gibi gerinip ellerimi gözlerime siper ettim. Karşımdaki minyatür gibi görünen yemyeşil tepelere, bu tepelerde bir cümbüşe eşlik eden insanlar gibi duran narenciye ağaçlarına, bu ağaçların arasında uysal bir çekingenlikle ve çocuk sevecenliğiyle bana gülümseyen okuluma baktım. İçim neşeyle doldu bir anda. Yorgunluğumun ve açlığımın geçtiğini hissettim. İç Anadolu’nun o sabah ayazlarında kulaklarım buz kesmişken arkadaşlarımın parmaklarıyla vurarak canımı acıttığı günlerim, çantamdan çıkardığımda ekmeğimden dışarı taşmış peynirli beslenmelerim, okuduğum binlerce sayfa, yazdığım yüzlerce defter, bitirdiğim ağaçlarca kalem, yürüdüğüm yüzlerce kilometre yol, bindiğim onca otobüs, hayatımın her aşamasını dönüştüren ve olgunlaştıran öğretmenlerim, arkadaşlarım, gittiğim okullar hepsi helalmiş diye düşündüm. Onca emek nihayete ermişti sonunda, okuluma atanmış ve hep hayal ettiğim mesleğimi icra etme şansına kavuşmuştum. Atanamayan arkadaşlarım geldi gözlerimin önüne birden. Bu sevincimden suçluluk duyarak bir yaprağın sonbaharda solması gibi soldu dudağımda gülümsemem. Peki, onların onca emeği ne olacaktı? “Neyse” diyerek bu üzüntümü daha sonraya ertelemeye karar verdikten sonra derin bir iç çektim ve şu an karşımda sabırsızlıkla beni bekleyen okuluma gitmenin heyecanını tekrar içimde duyarak yürümeye devam ettim.

Akdeniz’in yenileyen havası ve eşsiz doğasının adeta kutsal bir buluşma yeriydi burası. Kadife tepelerden bir inip bir çıkıyor, yanından geçtiğim turuncu kayaların üzerindeki mor kertenkeleleri büyük bir sevinçle inceliyor, portakal ağaçlarının canlı yaprakları arasında altındanmış gibi parlayan portakalları kokluyordum. Ve işte okulum karşımda göründü. Elimde olmadan gülümsedim.

Okulum pembe, dikdörtgenler prizması şeklinde, küçük sevimli bir binaydı. Geniş bir bahçesi, bahçeyi çevreleyen duvarın önünde okullar açıldığında öğrencilerimin oturmak için yarışacağı banklar ve tarlalardan kopup okulu ziyarete gelmiş narenciye ağaçları vardı. Banklardan birisine yaklaştım. Oturmak değildi maksadım, nedense dokunmak istemiştim. Adeta ona hediye edilen bir oyuncağa dokunup bu benim mi diyen bir çocuk heyecanı gibiydi bu. Banka gidip dokunmak için eğildiğim sırada karşıda engin bir mavilikle gözlerimi kamaştıran denizi gördüm. O an gözlerimin buğulandığını hissettim. Biri tutkum, biri hayalim ve ikisi de birbiri içinde erimişti burada. Aklıma bir şiirden iki mısra geldi nedense: “Denize takılan kilit/ Dünyayı kaldıran yiğit.”

Gözlerimi silerek doğruldum. İçime sığmayan bir mutluluk ve vücudumu saran bir heyecan dalgasıyla okulun taş merdivenlerini tırmandım. Okul binasına girdiğimde loş koridorunun başında durarak şöyle bir baktım. O an zaman kavramı silinip gitti zihnimde. İlkokula yeni başladığım andaydım. İçimde kıpır kıpır bir sevinç, gözlerimde çırpınan bir güvercin telaşı, ellerimde o acemi ve sıcacık öğrenme isteği… Ortaokuldayım, olgun bir çocuk yüreğiyle ve alışkın bir heyecanla yeni bir hayata adım atıyorum. Lisedeyim, yere daha sağlam basan adımlarımda çocuksu kıpırtılar ve geleceğe çekingen uzanan kollarım… Üniversitedeyim, geride bıraktığım yıllarımın yükselttiği bir ruh ve her yılın içimde bir bir yeşerttiği bir yonca bahçesinin içimi okşayan salınışı… Ve şimdi yine buradayım, göbek bağımın atıldığı yerde… Uçmayı öğrendiği kayalığın üzerinden geçen bir martı gibi duyguluyum. İşte o kayalığa konuyorum ve aydınlık ufuklara uzanan bu koridora bakıyorum. Ağır ağır yürümeye başladım koridorda. Yanından geçtiğim sınıflardan taşan öğrenci kokusu yaz sıcağının defalarca kazımaya çalışmasına rağmen hala sınıftan taşıyor. Ben bu kokunun içerisinde adeta sine vizyon gibi öğrencilerin hallerini izliyorum, seslerini duyuyorum. Yan yana oturan, birbirleriyle şakalaşarak parlak kahkahalar atan, dillerini ısırıp özenerek defterine öğrendiklerini yazmaya çalışan, sıraların arasında keyifle dolaşan, öğretmenlerine bir şey söylemek için hiç yorulmadan ellerini kaldıran, hayran ve sahiplenmiş bakışlarını öğretmenlerine çeviren öğrencileri izliyorum. Yürümeye devam ettim üzerime sinen ve benden yayılarak ruhumu yenileyen bu koku arasında. Üzerinde “Müdür” yazan odanın kapısına gelince durdum. Yıllarca çekinerek ve biraz da korkarak girdiğim odaya şimdi öğretmen olarak girecektim. Bu heyecanı ancak yaşayan bilir ki öğretmenliğin ilk motivasyon anı da budur. Kendime çekidüzen vererek ve kalp atışlarımı düzenleyerek kapıyı bir kaç kez tıklattım. Fakat içeriden “gir” sesi yerine bir takım konuşmalar geldiğini duydum. Daha dikkatli dinleyince bu seslerin bir kişinin kendi kendisiyle konuşması olduğunu anladım. Bu monoloğa bir de bir şeyi bir yerlere vurma sesi karışıyordu. Tekrar kapıyı tıklattım, yine bir karşılık alamayınca tüm cesaretimi toplayarak kapıyı açıp içeri girdim. İçeriye girince hayretle olduğum yerde kalakaldım. Karşımda kırk-kırk beş yaşlarında, orta boylu, açık alınlı, gergin yüzlü, müdür olduğunu düşündüğüm bir adam masanın üzerindeki bilgisayarının faresini adeta kaçmasına fırsat vermemek için sıkıca kavramış bilgisayarın önündeki klavyeye vuruyordu. Hayretle kendisine baktığımı henüz fark etmemiş, bu hareketi art arda yapmaya devam ediyordu. Neden sonra başını kaldırdı ve anlamsızca yüzüme bakmaya başladı. Fare hala elinde duruyor, kablosu can çekişen gerçek bir farenin kuyruğu gibi titriyordu. Suçüstü yakalanmış bir çocuk huysuzluğuyla sertçe “Buyurun!” dedi bana. Ben bu sert hitapla kendime gelmiş ve heyecanımı bastırmak için boğazımı temizledikten sonra “Ben buraya atandım.” diyebilmiştim. Müdür birden yumuşadı ve artık halinden daha fazla utanır bir vaziyette elindeki fareyi masaya bıraktıktan sonra beden işi yapıp yorulan insanların hoyratlığıyla koltuğuna oturdu. Sonra da oturmam için masanın önündeki sandalyelerden birisini işaret etti.

-Hayırlı olsun hocam. Branş nedir?

-Matematik, Müdürüm.

-Atama kararnamen yanında mı?

-Evet, vereyim.

Hemen sırt çantamı sırtımdan çıkardım. Bir yaranın kabuğu gibi yapışmıştı sırtıma, sıcağı olduğu gibi sırtımda sıvılaştırmış olan çantam. Telaşlı hareketlerle fermuarı açarak içinden poşet dosyaya koymama rağmen kırışmış olan evraklarımı müdüre uzattım. Müdür evrakları bir süre inceledikten sonra “Bilgisayar kullanabiliyor musun? “diye sordu. “Evet.” dedim çekinerek. “O zaman gel.” diyerek hızla koltuğundan kalktı ve oturmam için eliyle işaret etti. Biraz şaşırarak sandalyemden kalkıp müdürün oldukça konforlu koltuğuna oturdum. O an anlamsız bir şekilde aklıma Kemal Sunal’ın “Koltuk Belası” filmi geldi. “Bana şu yazıyı yazıver.” diye yarı emir yarı ricada bulunarak önüme bir kâğıt koydu. Klavyenin üzerinde duran kâğıttaki yarım sayfa yazıyı hızlıca bilgisayarda yazdım. Yazma çizme işlerine meraklı olduğum için klavyeyi on parmak kullanabiliyordum. Bir dakika süremeden yazıyı bitirince müdürün gözleri parladı ve hayranlıkla yüzüme bakıp tebessüm ettikten sonra “Seni müdür yardımcısı yapacağım.” dedi ve ben daha öğretmenliği tanımadan müdür yardımcısı oldum. Böylece yeniden okul hayatım başlamış oldu. İlk birkaç gün bir otelin küçük fakat rahat bir odasında kaldım. Sonra müdür vasıtasıyla tanıştığım okulun Türkçe öğretmeninin evine taşındım. Türkçe öğretmeni ben yaşlarda içine kapanık, duygusal, sessiz bir gençti. Kısa zamanda birbirimize uyum sağladık. Ayrıca o da benim gibi kitap okumayı seviyor ara ara da yazılar yazıyordu. Evimiz iki katlı pembe bir villaydı. Evin karşısında muz bahçeleri arkasında ise yemyeşil dağlar vardı. Ayrıca evin geniş balkonuna çıktığınızda eşsiz görüntüsüyle adayı ve denizi görebiliyordunuz. Portakal ağaçlarının her daim ıslak gibi görünen dolgun yaprakları tüm tepecikleri sarmıştır ve okulum tam karşımda durur.

Okul açıldığı bu manzaranın içine karışarak tepecikleri aşarken üzerimize bol gelen takım elbiselerimizle okulun ruhu olan çocuklarımla tanışacak olmanın heyecanı içindeydim. Arkadaşım yol boyunca öğrencilerle ilgili anılardan bahsetti, yer yer dikkat etmem gereken noktaları söyledi. “Sınıfa ilk girdiğin anda sınıfın en irisini gözüne kestir ve sudan bir sebeple döv, ondan sonra rahat edersin.” özellikle bu nasihat ilgimi çekmişti. Dört yıl boyunca aldığım pedagojik eğitimlerin hiçbirinde karşılaşmadığım yeni bir eğitsel felsefenin eşiğinde gibi hissettim kendimi. “Sonra” dedi “Yüz verme başına çıkarlar.” İçimdeki hevesin biraz söndüğünü hissetmeye başladım. Sanki öğrenciler değil de karşımda istilacı bir kavim vardı. Arkadaşıma elimde olmadan hayretle baktım. Bu bakışımı önüne bakıyor olsa da fark ettiğinden daha fazla konuşmadı ve kunduralarımızın çakıl yolda çıkardığı sesleri dinleyerek okula doğru yürümeye devam ettik. Okula yaklaştıkça sırtlarında koca çantalarıyla öğrencilere rastlamaya başladık. Şu an yabancı gibi baktıkları ama birkaç gün sonra hayran bakışlarını alamadıkları birisi olacaktım onlar için. İşte bu engin yüreklilik, bu karşılıksız sevgi, bu içine alıveren sıcaklık, bu saflık ve masumluktu beni çocuklara çeken ve şu an burada olmama sebep olan şey. 

Okula vardığımızdaki hayranlığımı ifade etmem oldukça zor. İlk olarak gittiğimde boş bir binaydı burası fakat şu an bir hayat çeşmesi, bir can bahçesi, bir ruh mabediydi. Canlıydı, capcanlı… Okulun bahçesi bir oraya bir buraya koşturan farklı yaş gruplarında öğrencilerle doluydu. Neşeli sesleri öbek öbek gökyüzüne yükselen, içlerindeki enerjinin teşvikiyle sürekli hareket eden bu insan yavruları burayı adeta yeniden inşa etmişlerdi. Okulun bahçesine girdiğimizde hemen arkadaşımın etrafına öğrenciler doluşmaya başladı. Kimisi ona sarılıyor, kimisi olanca özlemiyle gülümsüyor, kimi ise onun dibinde durduğu halde ona el sallıyordu. Bu eşsiz manzara karşısında tebessüm ettim fakat bir yandan da kıskanmıştım onu. Bu en katışıksız sevgiye biran önce ben de mahzar olmak istiyordum. Buna rağmen öğrenciler ara ara bana çekingen bakışlar atıyorlardı. Benim de öğretmen olduğumu hissetmiş fakat henüz o bağı kuramamışlardı. Kendimi tanıttım onlara. Sevindiler ve bana sorular sormaya başladılar. Küçük ağızlarında büyük büyük çıkan sözcüklerle adımı, yaşımı, nerden geldiğimi, ne öğretmeni olduğumu sordular. Keyifle hepsini tek tek cevapladım. Ben cevapladıkça o çabucak kuruluvermeye hazır, o kalpten kalbe giden köprüler de kurulmaya başladı. 

Okulu ve öğrencilerimi tanımaya, mesleğimin mahiyetini anlamaya başladıkça kendimi sudan çıkmış balık gibi hissettim. Dört yıl boyunca üniversite bizi kalın kalın, zihni ve ağzı kalabalık adamların yazdığı kitaplarla oyalamış neredeyse bize gerekli olan hiç bir şeyi öğretmemişti. Ne Maslov ne John Locke ne Jean Jacques Rousseau ne John Dewey hiçbiri bana okulda gerekli olan şeyleri vermemişti. Ya da onlardan öğrendiklerim burada geçerli değildi. İyice kafam karışmıştı ve ortada ciddi bir yanlışlık olduğunu hemen anlamıştım. Bütün teorilerin üstüme yıkıldığını, geriye sadece deneme yanılma yönteminin kaldığını acıyla fark ediyordum. Adeta bir marangozun marangozluğu öğrenmek için ağaçları zayi ettiği gibi ben de öğrencileri mi zayi edecektim? Bu düşünce kanımı dondurdu. Peki, böyle olmaması için ne yapmalıydım? İlk günlerde bu sorularla doluydum. Öğrencilik anılarımı hafızamı zorlayarak gözümün önüne getirmeye, beni etkileyen öğretmenlerimin uyguladığı yöntemleri hatırlamaya çalışıyordum. Hemen kendime bir defter edinerek notlar tutmaya başladım. Defterin başlığı içimdeki karmaşayı yeterince ifade ediyordu: “Öğreticiden Öğretmene” Bu deftere gözlemlerimi, karşılaştığım sorunları, öğrenci davranışlarını, öğretim yöntemlerini not alıyor, eğitimimdeki teorik bilginin suyunu sıkarak uygulamaya dönük bir şeyler arıyor ve elimden geldikçe okuldaki tecrübeli öğretmenleri gözlemlemeye çalışıyordum. Öğrencilerime acemiliğimi hissettirmemeye çalışarak hep olmasını istediğim ve hayalini kurduğum eğitimi vermeye çalışıyordum. Arkadaşımın nasihatinin aksine onları ilk derste korkutmak şöyle dursun, benden hiç çekinmemelerini telkin edecek şekilde sohbet etmiştim. Çok hoşlarına gitti samimiyetim. Fakat diğer yandan sorumlulukların ciddiyetini vurgulayarak onları belirli bir çizgide tutmak istediğimi de hissettirmiştim. Bu benim için zor bir tercihti, biliyordum. Çünkü sürekli takip ve tetikte olmayı gerektiriyordu. Zor olanı seçmiştim. Öğretmenleri gözlemleme aşaması ise benim için çok önemliydi. Çünkü küçüklüğümden beri nasihatlerin gücüne inanır, yetişkinlerden öğütler dinlemeyi ve onlarda gördüğüm doğru olduğuna inandığım davranışları edinmeye çalışırdım. Fakat daha ilk haftadan büyük hayal kırıklığına uğradım. Yıllarca öğretmenlik yapmış olan öğretmenlerin bile hala acemi ve yetersiz olduğunu gördüm. Ne sorun çözmede ne öğrenciyi anlamada ne de bilgi kazandırma düzeyinde benden farkları vardı. Böyle bir ortamda “Ücretli öğretmenlik” sisteminin olmasına şaşırmamak gerek diye düşündüm. Mahallede bir elektrikçi vardı. Bizden büyüktü baya, bu yüzden “Kadir Abi” derdik. Kadir Abi, sabahları ücretli sınıf öğretmenliği yapar, öğleden sonra dükkânına giderdi. Bana bir gün söylediği sözü o günlerde hatırlamıştım. Oturduğu taburesinde dikilmiş ve çayından bir yudum aldıktan sonra, “Ben okuldaki onca yıllık öğretmenlerden daha iyi öğretmenlik yapıyorum.” demişti. Oradaki bir öğretmenin Kadir Abi’nin dükkânına gelip “Ben elektrik işini elektrikçilerden daha iyi yaparım.” demesi gibi abes bir şeydi bu. En çok uzmanlık gerektiren meslek olan öğretmenliğin kaderiydi bu sanırım. Herkesin herkese bir şeyler öğretmeye çalıştığı bir zamanda öğretmenlikten kolay ne olabilirdi ki!

İlk aylar bu arayışlarla geçti. Bir yandan çok garip bir insan olan müdürümün önüme yığdığı işleri halletmeye çalışıyor, bir yandan da asli mesleğim olarak gördüğüm öğretmenliği tatmak için derslere giriyordum. Burada müdürümden bahsetmeden edemeyeceğim. Tek derdi öğretmenler aleyhinde atıp tutmak ve dedikodularını yapmak olan, sürekli telaşlı, sürekli gergin, sürekli takıntılı bir adamdı. Okulla ilgili elinden geldiği minimum çabayı gösteriyor, bir eğitimciden çok bir esnafı andırıyordu. Bu nasıl sistemdi ki, çalışanını seçemiyor, dönüştüremiyor, sisteme dâhil edemiyordu? Bu soruları adeta müdürümün alnına yapıştırılmış bir kâğıda yazmıştım. Ne zaman ona baksam bu sorular zihnimde beliriveriyordu. Öğrencilerim beni sevmişti. Benimle olan derslerini iple çeker olmuşlardı. Fakat hala eksiktim ve çok hamdım. Keşke bu mesleğin inceliklerini mesleğe atılmadan önce öğrenebilseydim. Kendimi terk edilmiş gibi yalnız hissediyordum. Keşke bana doğru olanı en azından doğru olana giden yolu gösteren birisi olsaydı etrafımda diye düşünüyordum. O gün öğrenciler gelmeden halledilmesi gereken evrak işleri olduğundan okula normalde gittiğimden biraz daha erken gitmiştim. Sabahın o sarhoş edici serinliği ve portakal ağaçlarının insanı hafifleten kokuları arasında okulun bahçesine girdim. Henüz kimse yoktu. Okul yine o beton soğukluğuna bürünmüştü. Cebimdeki anahtar tomarını elime alarak okulun kapısını açmak için okulun önüne yöneldiğimde karşıdaki bankın üzerine uzanmış birisini gördüm. O da beni gördü ve şöyle bir doğrularak bana baktı sonra yine kafasını banka yasladı. Kırklı yaşlarında takım elbiseli birisiydi bu adam. Oldukça merakımı çekmesine rağmen bir şey demeyerek okulun kapısına yöneldim ve kapıyı açarak içeri girdim. Odama geçip bilgisayarımı henüz açmıştım ki, adam odamın kapısında belirdi. Yüzünde rahat bir gülümsemeyle bir süre gözlerime baktı sonra “Benim tayinim buraya çıktı.” dedi ve “İsmim Kenan.” diyerek elini uzattı. Oturması için bir sandalyeyi gösterdim. Adamın üzerindeki sakinlik bana da yansıdığından ben de koltuğuma yaslanıp ona gülümseyerek bakmaya başladım. Sanki yıllardır birbirimizi tanıyormuşuz gibi sohbete başladı.

“Okul dediğin dört duvar arasında olmaz demişti Mahmut Hoca, Hababam Sınıfı filminde. Eğitimin bir binayla özdeşleşmesi ve o olmadan sürememesi en büyük eksikliklerimizden birisi. Günün belirli saatlerinde yapılıp sonra ertelenecek bir şey midir eğitim? Ama öyle işte. Sınıflarda ne öğrenirlerse yetinmeye çalışıyor yavrucaklar. Tabi sadece okulda kaldığı için öğrendikleri hemen unutmaya mahkûmlar. Ödevlerse okuldaki öğretilenleri daha da sığlaştırmaktan öteye gitmez. Neyse manzarası harika buranın.” 

Ben hayretle dinlemiştim Kenan Hoca’nın söylediklerini. Eğitimle ilgili görüşlerinin ve kaygılarının olması beni etkilemiş ve hemen ona yakınlaştırmıştı. Konuyu bir anda okulun manzarasına getirdiği için önceki söyledikleri hakkında bir yorum yapmadan başımla son söylediği cümleyi onayladım. “Neyse…” diyerek kalktı ve “Ben okulu bir gezeyim.” diyerek odamdan çıktı. Nedense sevmiştim bu okulumuza gelen yeni hocanın enerjisini. Adeta içimde yara gibi duran soruları ve konuları ortaya dökebileceğim bir imkân bulduğumu hissettim. Belki beni anlayan biri olurdu burada. En azından neler yapmam konusunda beni yönlendirebilecek biri…  O günden sonra Kenan Hoca’yı takibe aldım. Sınıfının kapısını dinliyor, öğrencilerini bahçeye çıkararak yaptığı etkinlikleri izliyor, fırsat buldukça onunla sohbet ediyordum. Açık fikirli, kendisini geliştirmeye açık, sürekli sorgulayan, yeni teknikler denemekten çekinmeyen, rutine ve alışılagelmişe çok bağlı kalmayan, girişken ve sosyal bir kişiydi Kenan Hoca. Nedense müdür onu hiç sevmedi. Bunu ona bakışından, onunla konuşurken ki üslubundan, toplantılarda onun konuşmasına tahammül edemediğini hissettiğim mimiklerinden anlıyordum. Peki, neden sevmemişti. Bir okul müdürü için öğretmeninin çok yönlü, farklı ve çalışkan olması iyi bir şey değil miydi? Bir gün müdür odasına girdiğimde Kenan Hoca’yla müdürün tartıştığını duydum. Öyle kavga eder gibi değildi ama birbirlerine laf sokmak için adeta yarışıyor gibiydiler. Müdür sürekli “Olmaz!” diyor ve ekliyordu, “Resmi izin taleplerinden bir şey çıkmıyor, böyle bir etkinliğe öğrenci götüremezsiniz.” Kenan Hoca yine oldukça rahat, “İzin mizin istemem ben. Öğrenciler için iyi olduğunu düşünüyorsam yeter. Bürokrasi eğitimin kenesidir.” Bu benzetme karşısında müdür bir an kal gelmiş gibi durdu sonra daha yüksek sesle; “Gidemezsiniz diyorum! Çocukların başına ne geleceği belli olmaz. Bu riski alamam. Sonra sen hesap vermeyeceksin.” dedi. Kenan Hoca sakinliğini bozmuyordu. “Senlik bir şey yok müdürüm. Ben götürüp getireceğim. Tüm sorumluluk bana ait. Getir ne imzalamam gerekiyorsa imzalat. Götürmemi kimse engelleyemez.” Müdür başka bir şey demedi ve onun önüne bir dosya kâğıdı fırlattı. “Buna nereye gitmek istiyorsan yaz ve ‘müdürün itirazına rağmen’ ibaresini eklemeyi unutma” dedi. Kenan Hoca iyice yüzüne yayılan bir gülümsemeyle bana göz kırptıktan sonra kâğıda eğilerek yazmaya başladı. Kenan Hoca gittikten sonra müdüre sorunun ne olduğunu sorduğumda bana “Öğrencileri sahile çöp toplamaya götürecekmiş.” dedi.  

Bir keresinde yine Kenan Hoca’yı izliyordum bahçede. Teneffüs saatiydi. Her zaman yaptığı gibi teneffüste bahçeye gidip öğrencilerle şakalaşıp onlara bir şeyler anlatıp onları güldürüyordu. Daha çok doğa sevgisi ve doğaya saygı üzerine sohbetlerdi bunlar. Öğrencilerden birisi onun anlattıklarına gülerken lolipopunu düşürmüştü yere. Bunun üzerine hemen ağlamaya başlamıştı öğrenci. Kenan Hoca hemen yere düşen şekeri tozu toprağıyla alarak kendi ağzına soktu. “Bak bana hediye etmiş oldun.” dedi. Çocuk bu harekete önce şaşırmış sonra diğerleri gibi kahkahayla gülmeden edememişti. Ertesi teneffüs aynı öğrenciye bir horoz şekeri verdiğini gördüm. Kenan Hoca’nın öğrencileri kısa zamanda diğer sınıflarda öğrencilerden farklılaştı. Daha olgun, daha anlayışlı, daha sosyal, daha çalışkan ve daha disiplinli tavırlarıyla hemen dikkat çekmeye başladılar. Ben de onun öğrencilerine özel ilgi duymaya başlamıştım. İlk defa bir öğretmenin bu kadar etkili şekilde dönüştürme gücüne şahit oluyordum. Bu yüzden sürekli öğrencilerle olan Kenan Hoca’yı yalnız yakaladığım zamanlar muhakkak sohbet etmeye çalışıyordum. Yine bankta oturmuş, yalnız anlarından birini denk getirmiş ve yanına oturmuştum. Benden hoşlanıyordu. “Nasıl gidiyor?” diye sordu benim sohbet açma çilemi bitirmek için. “İyi gidiyor.” diye cevapladım kısaca. Sonra üzerinde konuşmak için sordum: 

-Bir öğretmen nasıl dönüştürme gücünü açığa çıkarır? 

Şöyle bir yüzüme baktı gülümseyerek. 

-Öğretmen dönüşmesini bilecek önce, sonra öğrencinin içindeki dönüşme gücünü açığa çıkaracak. Bu öyle bir anda olan bir şey değildir. İyi bir öğretmen eğitimi gerekir öncesinde. Öğretmeni iyi seçeceksin ve ihya edeceksin. Biz de ikisi de yok. Ne sistemimiz ne de eğitim anlayışımız buna hazır.

-Peki, sen nasıl yapıyorsun hocam bunu?

-Benim kişisel dönüşüm çabam var. Bu benim şansım. Bir de öğrencilerimi seviyor ve sahipleniyorum. Onları sorgulamaya, kendi potansiyellerinin farkına varmaya, alışık olmadıkları yöntemleri fark etmelerine, düşünmeye teşvik ediyorum. Bunu da mesleğimi profesyonel ve prensipli olarak yaparak sağlamaya çalışıyorum.

-Ama hep değişimler yapılıyor eğitimde. Neredeyse her sene bir değişim var?

-Onlar değişimler dediğin gibi, dönüşümler değil. Değişim şekille, dönüşüm ruhla alakalıdır. Bizde her şey ruhsuz yapılıyor. Değişimler aniden olabiliyor ve bu da camekânda bir dönüşüm etkisi uyandırıyor ama uzun vadede elde hep hiç kalıyor. 

Bir öğrenci koşarak geldi ve Kenan Hoca’ya sarıldı. Kenan Hoca da ona sarıldı. Sonra öğrenci yedişer yedişer yüze kadar saydı ve Kenan Hoca’dan aldığı bir aferin ve çakla yanımızdan ayrıldı. Hayretler içerisinde kalmıştım. O öğrenciyi dönemin başından beri biliyordum. Sınıfın “istenmeyen ve en tembel” diye yaftalanan ve davranış problemleri olduğu her fırsatta dile getirilen öğrencisiydi. Bunun üzerine Kenan Hoca’yla bir süre birbirimize gülümseyerek baktık ve Kenan Hoca “Neyse…” der gibi elini sallayarak yanımdan kalktı. 

Bir gün müdür öfkeyle odama girdi. Gözleri duracak yer bulamıyor, sürekli volta atıyordu. Eliyle iki günlük sakalını okşuyor, yüzünü buruşturdukça buruşturarak öfkeli halini pekiştiriyordu. Bu anlamsız öfke karşısında bir süre tepkisiz kaldım. Sonra adamın bu voltalara son vermeyeceğini anlayınca oturmasını rica  ettim. Karşıma oturup biraz sakinleşince, bu öfkesinin nedenini sordum, “Kenan Hoca” dedi. Kenan Hoca’nın adı geçince ilgim arttı. “Ne olduğunu sordum?” Bahçenin köşesindeki portakal ağacının dibinde bir yılan görmüş çocuklar, hemen müdüre haber vermişler o da bir kürek bularak yılanı öldürmek için bahçeye koşmuş, tam yılanı öldürmek için küreği kaldırdığı sırada Kenan Hoca küreğin sapını kavramış ve ona “Hayvanı öldürme kendiliğinden gider şimdi.” demiş fakat müdür işi garantiye almak istiyor onu öldürmek istiyormuş. Müdür gözlerime bakarak “Çocuklardan birini soksa benim müdürlüğüm yanar.” diyordu olabildiğince haklı olduğunu ispat etmek ve benden onay almak istercesine. Sonra müdür küreği kurtarmış ve tekrar kaldırarak uyuşmuş gibi duran yılana vuracakmış ki Kenan Hoca önüne atlamış ve “Önce beni ezmen lazım.” diyerek müdüre meydan okumuş. “Hem de onca öğrencinin içinde okul müdürüne?” diyerek daha da öfkeleniyordu anlatırken. En sonunda öfkesinin meyvesini ortaya koyuverdi: “Ama ben yapacağımı bilirim ona.” İşte Kenan Hoca’nın okuldan gönderilme süreci de böyle başladı.

Yine bir gün hademe Sadi Bey yanıma gelip bir bakar mısınız hocam deyip beni Kenan Hoca’nın sınıfına götürdü. Sınıfın camından içeri bakmamı istedi ve “Hocam bakar mısınız ders işlemek varken çocuklarla oyun oynuyor sınıfta, sürekli öğrencilere bir şeyler yaptırıyor, anlamadım gitti!” dedi. Ülkemde herkes öğretmenlik uzmanı olduğundan Sadi Bey de kendi pedagojik bilgisine yakıştırmamıştı Kenan Hoca’nın yaptığını. Fakat müdürün Kenan Hoca ile ilgili rahatça ve ulu orta ileri geri konuşmasının verdiği cesaretti bu Sadi Bey’in yorumu. Bu arada müdür sürekli Kenan Hoca’yı gözlüyor onun sözüm ona gizli gizli fotoğraflarını çekiyor, eksik tuttuğu tüm evrakları saklıyor, Kenan Hoca’nın aleyhine velileri doldurup onlardan dilekçe istiyordu. Ben gidişatı beğenmiyordum. Müdürün haksızca yaptığı bu eleştirilerden rahatsız olduğumu ona belli ettiğimden artık benimle de mesafeli duruyordu. Benim yanımda onu eleştirdiğinde onu onaylamıyor hemen ortamı terk etmenin yoluna bakıyordum. Tüm bunlar olurken Kenan Hoca hiçbir şey olmuyormuş gibi davranıyor -ki bunu da gösteriş olsun diye değil gerçekten içten yapıyordu- kendini her geçen gün öğrencilerine daha çok veriyordu.

Yine bankta otururken yakaladım bir gün. Dudağında her zamanki gülümsemesi her dürüst insan gibi doğrudan gözlerime baktı ve kendiliğinden anlatmaya başladı: “Çocuk mutlu değilse verdiğin eğitimin hiçbir anlamı olmaz. Çocuk okulu yüzünün güldüğü yer olarak bilirse o zaman açar kendini sana ve sen de istediğin bilgiye verebilirsin ona. Öğrenci öğrenirken öğretmen öğretirken mutlu olacak. Yoksa boşa çaba… Mutluluk sevmekle başlar. Çocuğu seveceksin, sevdireceksin ki sevindiresin. Neyse…” dedi ve elini boşlukta sallayarak geriye yaslandı. Yüzünde yine engin insanların gülümsemesi… Bir süre gözlerimi alamadım onun karşıya, karşıları delerek daha karşılara giden gözlerine. Öğretmenlik nasıl yapılır işte o zaman anlamıştım. Öğretmenlik öğrencilere sevmeyi ve mutlu olmayı öğretmekti, gerisi bunu kolaylaştıran ve arttıran şeylerdi. Buna rağmen sadece dört beş kutucuktan birisini karalayan veya bir akıl oyunlarının altını dolduran öğrenciler yetiştiriyor, ne ruh ne de mutluluk verebiliyorduk onlara. O an bunu yapabilen nadir öğretmenlerden birisi olduğu için hayran olmuştum Kenan Hoca’ya. Bu sohbetimizin üzerinden bir hafta geçmemişti ki okula birbiri ardına müfettişler gelip gitmeye başladı. Ellerinde deri çantaları olan takım elbiseli ve bu işin tecrübelisi olduklarını belli eden halleriyle müfettişler Kenan Hoca’yı sorguya çekip durdular. Kenan Hoca yüzündeki gülümsemeyi hiç bozmadı. Rahatlığıyla karşısındaki yetkilileri tedirgin etmeye, olgunluğuyla vicdanlarını sızlatmaya devam etti ve nihayetinde bir başka okula resmi dille görev yeri değişikliği ile görevlendirildi fakat gerçekte sürülmüştü.

Kenan Hoca’nın yanına bir kaç defa gittim. Yine yüzü gülüyor, olanlar sanki başkasının başına gelmiş gibi umursamıyordu. Orada da hemen dikkat çekmiş kendine yeni düşmanlar edinmişti. O söylemese bile çevredeki bazı bakışlardan bunu anlamam zor olmamıştı. Bu ülkede işini doğru yapan kim düşman kazanmamıştı ki! İlk senemin sonunda öğretmen askerliğimi yapmak için başka bir şehre gitmem gerekmişti. Duyduğuma göre Kenan Hoca birkaç okul daha değiştirmiş. Buna üzülmek yerine sevindim. Belki farklı okullarda benim gibi içinde öğretmenliği bir dava gibi gören gençlere ilham olmaya devam edebilirdi böylece.

 Öğretmen asker olarak görev yaptığım Güney Doğu Anadolu’nun o kıraç ve kadim coğrafyalarının birinde öğretmenliğime devam ederken tutmaya devam ettiğim defterimin adını değiştirmiş, “Öğretmenin Mutluluğu” koymuştum.

(Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı öğretmenler arası öykü yarışması için yazdığım ve nasıl olsa içeriğinden dolayı ilçeden bile çıkamayacak olduğuna inandığım bu öykümü sizlerle paylaşmayı daha anlamlı buldum. Öğretmenlik onurunu ayakta tutmaya çalışan tüm öğretmenlere ithaf olunur.)

 

Son Yazılar

Yazmak, çizmek peşinde, yanmayı pişmeye tercih eden biri...