Yanıma geldi. “Servisi kaçırdım. Arayabilir misiniz?” dedi çekinerek. Çekik gözleriyle gözlerime bakamıyordu uzun süre. Anlık bakışlarla bir bakıp bir başka yöne çeviriyordu başını. Uzun boylu denebilecek bir yapısı vardı. Hafif terlemiş bıyıkları, taranmamış düz saçları ve özensiz, moda kaygısı olmayan kıyafetleriyle bir öğrenciden çok taşrada küçük bir devlet kurumundaki alt kademe bir memuru andırıyordu. “Tamam, bir arayayım yurdu” dedim ve aradım. Telefonu açan kişi okulumuzda okuyan yurt öğrencilerinden sorumlu bir yurt öğretmeniydi. Uzun boyu, mavi takım elbisesi, ince bıyığı ve sürekli yorgun haliyle gözlerimin önünde belirdi. Durumu anlattım. “Servisi arayıp döneyim” dedi. “Tamam” dedim. Sonra ona dönerek “dışarıda bekle ben dönerlerse sana haber ederim” dedikten sonra lavaboya gittim. Bu esnada müdür onu görüp odasına çağırmış. Odaya girdiğimde telefon çalıyordu. Güvenlikti. Servisin geldiğini haber veriyordu. Öğrenciye haber vermek için odadan çıktım. Ama koridorda onu göremedim. Üst kata çıkmış olabileceğini düşünerek merdivenlerden çıkarak müdür odasının olduğu kata geldim. Müdür odasında, müdürün karşısındaydı. İlginç bir çocuk olduğu için onu şöyle böyle tanıyan herkes ona bir şeyler söyleme, onunla bir şeyler konuşma zorunluluğu duyuyordu. Müdür ihtimal onun ağzından zorla cevap alacağı sorularını sıralarken odanın kapısına yaslanarak servisin geldiğini söyledim. Bunun üzerine o sakin ve çekingen çocuk pencereye koştu camdan aşağıya bakıp servisi görünce neşe midir, telaş mıdır, müdürden kurtulma isteği midir bilmiyorum, kollarını bacaklarını savura savura kapıya doğru öyle bir koşma koştu ki, kaynar suya atılmış ahtapot sanırdınız. Ben daha ne olduğunu anlayamadan kapıyla aramdaki dar boşluktan beni iterek koşarken hoyratça savurduğu elinin burnuma bir balyoz gibi indiğini hissettim. Bu darbeyle birlikte “Ahh” diye inleyip elimle burnumu kapamam bir oldu. Bu haykırışla olduğu yerde durdu. Sırtında çantası, elinde montu ve şuan hangi duyguyu yaşadığı anlaşılmayan yüzündeki donuk bakışlarıyla bana bakıyordu. Burnum acıdan uyuşmuştu. Öfkelendim. “Napıyorsun!” diye bağırdım gayri ihtiyari. Fakat onun o manasız halini görünce “git” anlamında öfkeyle elimi salladım. Bir şey demeden aynı donuk ruh haliyle ve aynı telaşla merdivenlerden inerek gözden kayboldu. Burnumdan kan damlamaya başladığı fark edince ona öfkem biraz daha arttı. Fakat bu yıkıcı bir öfke değildi daha ziyade saman alevi gibi geçecek olan ve içinde garip bir merhamet barındıran bir öfkeydi. Çünkü onu tanıyordum. Onun doğduğu andan beri neler yaşadığını biliyordum şöyle böyle ve daha fazlasını tahmin edebiliyordum. Bu da beni ona karşı ister istemez yakınlaştırıyor ve zayıf kılıyordu. Adı Tahirdi.
Elli elli beş yaşlarında, şüpheci gözlerine rağmen sürekli tebessüm eden bir yüz. Gün görmüş biri belli oluyor. Kayseri şivesiyle süslü kibar bir konuşma şekli var. Hep biraz mahcup ve saygılı. Odamdaki camdan görüyorum. Hemen hemen her gün öğle arası Tahir’i görmeye geliyor. Elini, Tahir’in omzuna atarak bir şeyler söylüyor ona. Bahçe boyunca yürüyorlar. Tahir garip bir soğukluk içinde ona karşı ya da duygularını gösteremiyor. Adam elini cebine atıp para çıkarıp Tahir’in eline sıkıştırıyor. Tahir etrafa kaçamak bir bakış attıktan sonra parayı alıp cebine koyuyor. Kimse ilgilenmiyor onlarla. Onlarsa yürüyüşün sonunda bir köşeye çekiliyor. Adam hala anlatmaya devam ediyor. Tahir gözlerini boşluğa dikerek sessizce dinliyor. Adamın acemi hareketlerle Tahir’in başını bir kaç kere hızlı hızlı okşamasından sonra ayrılık…
Rehber öğretmenden öğrendiğime göre tahminlerimi boşa çıkarmayan acıklı bir hikaye saklı bu tablonun arkasında. Sonradan babasından da teyit ettiğim ve genel hatlarıyla bildiğim hikaye şöyle: Baba evliyken başka bir kadınla birlikte olunca Tahir doğuyor. İki eşlilik durumunun tüm mağduriyetini yaşayan baba bir süre bu çocuğu ailesinden gizlemeyi başarıyor. Fakat mızrak çuvala sığmaz misali bu olayın kokusu çabuk çıkıyor ve adam iki ailesini de kaybediyor. Tahir’in annesi adamı terk ediyor, ilk eşi ve çocukları da haliyle onunla ilişkilerini kesip ondan uzaklaşıyor. Tahir’in çilesi bundan sonra başlıyor. Baba ile bir başına kalan Tahir’e babası bir bakıcı tutuyor. Bakıcı ile adı çıkmasından çekindiğinden ve çocukla daha çok ilgilenebilmesi için (Babanın söylemi böyleymiş) bakıcıyla evleniyor. Fakat bakıcının Tahir’e işkence ettiği ortaya çıkınca mecburen kadından boşanmak zorunda kalıyor. Bu süreçte o bakıcı bu bakıcı derken Tahir ortaokul yaşına gelince hemen bir yurda yerleştiriyor babası onu. Tahir’in bildiğim öyküsü böyle. Belki bir roman derinliğindeki bir hayat hikayesini böyle kabaca özetlemek biraz yürek burkucu ama gerçeklere nüfuz etmek tasavvur etmek kadar kolay değildir.
Tahir son sene geldi okula. Onu ilk kez teneffüste koridorda dolaşırken kapşonunu kafasına geçirmiş bir şekilde sırasında uyurken görmüştüm. Yanına gidip omzuna dokunarak neden böyle durduğunu sorduğumda garip bir çocuk olduğunu anlamıştım. Bakışları donuk, ağzı açık yüzü anlamsızca tepkisiz… Bir kaç defa odamda konuşmuştum onunla. Hayata dair
nasihatlerde bulundum elimde olmadan. Beni hep sessiz ve insanın içini yakan o manasız bakışlarla dinlemişti. İnsanın bu bakışlara sahip olabilmesi için ancak onun yaşadıklarını yaşaması gerekirdi.
Geçen babası geldi odama. Teneffüste görecekmiş oğlunu, bir sıkıntı var mı diye soruyordu. İçimden acıyla dolu bir kahkaha attım. Sıkıntı vardı. Ama okulda çözülebilecek, belki bu saatten sonra kimsenin çözebileceği bir sıkıntı değildi bu. Ama adetten “yok” dedim. “Gün geçtikçe sosyalleşiyor.” diye de ekledim. Adam gözlerini sıkarak ve bana doğru uzanarak; “Hocam buna da şükür. Ben bu seviyeye geleceğini hayal bile edemezdim. Aile hayatı nedir bilmiyor, kime nasıl davranacağını bilmiyor. Sizlerin de sayesinde inşallah kendisini daha da toparlar.” dedi, içten gelen bir hüzünle. “İnşallah… Kendi ayaklarının üzerinde durabilmesi için bu şart.” Adam ne demek istediğimi anlamıştı. Bu kez daha kederli ve daha yakın konuştu. “Ben ölürsem kimsesi yok bu hayatta. Onu alır yetimhaneye koyarlar.” Yetimhane sözcüğüyle birlikte bir zamanlar önünden geçerken ismini okuduğum ve her seferinde içimi burkan “Sevgi Evi” adındaki yetimhane geldi gözlerimin önüne. İçinde yaşayanların mahrum olduğu bir şeyin umuduydu bu isim. “Hocam onun herkesi var ama kimsesi yok” dedi Kayseri şivesinin cümleye kattığı doğallıkla. Bu doğallık beni daha çok üzmüştü. Ne hayatlar var Heyhat! diye haykırdım içimden.
Adam zili duyunca “Ben gideyim de onu kaçırmayayım” dedi ve yine aynı hürmetkar tavırlarla çıktı. Odamda adamın bir duman gibi yaydığı bu kederle bir başıma durmak ağır geldi zayıf ruhuma. Bahçeye çıkıp biraz yürüdüm. Bursa’nın değişken havası gibi değişiyordu duygularım.