Laiklik, İslâm ve Müslümanlık

Türkiye’de, kabul edildiği tarihten günümüze kadar büyük bir sorun olarak gündemde kalan laiklik, bugün de çözümsüzdür ve bugün de yoğun biçimde konuşulmaktadır. Halk tarafından değil, istisnasız daima devleti yönetenler tarafından laikliğin çok sıkça işleniyor olması ise ilginçtir.

 

Dikkati çeken bu noktadan konuya bakıldığında laikliğin esasen toplumu pek ilgilendirmediği, ancak devleti yöneten azınlığın zihninde kalıcı bir fobi yarattığı göze çarpmaktadır. Bu önemli tespit, devleti yönetenlerle toplum arasında büyük bir düşünce farkının varlığını kanıtlamaktadır. Tabiatıyla, bu mesafe hesaba katılmadan –laiklik de dahil olmak üzere- hiçbir meselenin akılcı ve bilimsel çerçeve içerisinde ele alınamayacağını kestirmek zor değildir.  Doğrusu, Türkiye’de devlet-toplum bütünleşmesinin şimdiye kadar gerçekleşememiş olmasını da burada aramak gerekir.

 

Devlet tarafından güdülen ideolojik politikaların bir sonucu olarak yönetenlerle yönetilenler arasında oluşan bu uçurumun ortasında laikliğin yer alması dikkat çekicidir.

 

Laiklik sorununa bu özet içinde bile bakıldığında onun, ne kadar büyük ve ne kadar çok sayıda başka sorunlarla birlikte söz konusu olabileceği anlaşılmaktadır.

 

Öyle ise laiklik ilgisiyle ön plana çıkan bu ilmiklerin çok önemli gerçekleri haber verdiğine inanmak gerekir. Bu ilmiklerin her biri, önem sırasına göre çözmeye çalışılmadan laiklik sorunu sağlıklı şekilde irdelenemez. Laikliğin çağrıştırdığı meseleler sadece din ve dinsellikle de sınırlı değildir. Çünkü bu çağrışımın ahlâkî, sosyal ve kültürel boyutları da vardır. Fakat sadece din ve dinsellik açısından laiklik ele alındığında bile din kavramı kapsamında birçok farklı konu ile yüz yüze gelinmektedir. Bu ise laiklik sorununu evrensel kriterler çerçevesinde tartışabilmek için geniş bir ufka ve zengin bir entelektüaliteye  sahip bulunmayı gerektirmektedir. Toplumun çok küçük bir kesiminin bile bu niteliğe sahip bulunduğunu ileri sürmek doğruyu yansıtmayacaktır. Türkiye’de, İslâm’ı ve laikliği birlikte tartışmak üzere şimdiye kadar hiçbir bilimsel çalışmanın yapılmamış olması bu gerçeği kanıtlamaktadır. Çünkü bu ülkede, hem laiklik, hem de İslâm konusunda uzmanlık bilgilerine sahip insan potansiyeli yoktur. Meselenin çözümsüzlüğünde rol oynayan en büyük faktörlerden biri de budur. Ayrıca, İslâm gibi büyük bir kâinat dininin, Türkler tarafından tarih boyunca anlaşılamamış olması, Türkiye’de Kur’ân’ın dilini onbeş yirmi kişiden başka hemen hemen kimsenin bilmiyor olması, özellikle Türklerce ve İranlılarca (İslâm’dan ilham alınmış olsa bile) «Müslümanlık» adı altında ondan bağımsız ve ondan çok farklı bir dinin geliştirilerek benimsenmiş olması bu konudaki sorunu daha karmaşık hale getirmiştir.

 

Laiklik denince belki de ilk önce bilinmesi ve tespit edilmesi zorunlu olan noktalar bunlardır. Çünkü laikliğin İslâm’la çatışıp çatışmadığını bilmek, (aralarında çatışma varsa çözüm için neler yapılmalıdır?) sorusuna yanıt bulmak amacıyla gerek laiklik gerekse İslâm hakkında ilgililerin çok geniş bir bilgi birikimine sahip bulunması elzemdir. Laikliğin Türkiye’de henüz bir tanımının bile yapılmadığına bakılacak olursa onu gerek İslâm’la, gerekse «Müslümanlık»’la karşılaştırmanın mümkün olamayacağı da açıktır. Fakat her şeye rağmen, laikliğin ne olup olmadığı hakkında bilgi sahibi olduklarını ileri sürenlerin İslâm hakkında da uzmanlık düzeyinde geniş bilgi birikimine sahip bulunmaları kesinlikle şarttır. Çünkü karşı tarafın tezi hakkında geniş bilgi sahibi olmayan konuyu onunla tartışması mümkün değildir. Nitekim antik dönemden günümüze kadar akademik disiplini üzerinde eğitim verilen münazara kuralları arasında bu noktaya büyük önem verilmiştir. Ne var ki Kur’ân’da tanımlanan İslâm’ın Türkiye’de sadece birkaç bin kişi tarafından biliniyor olması bu konudaki olası girişimleri şimdilik imkânsızlaştırmaktadır.

 

Bu noktada karşımıza çıkan ilmiklerden birinin de İslâm ile «Müslümanlık» kavramları arasındaki karışıklık olduğunu görüyoruz. Türkiye’de “okumuş kalabalıkların” bile hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip bulunmadıkları çok önemli noktalardan biri de budur. Bugün İlâhiyat profesörlerinin bile bu konuda söyleyebilecekleri, kayda değer bir şey bulunmadığına bakılacak olursa laik olduklarını ileri süren ve dine karşı çok daha ilgisiz oldukları tahmin edilen kesimlerin konuya ne kadar yabancı olduklarını anlamak güç değildir. Bu dereceye varmış olan bilgi yoksulluğu ortamında laiklik ile İslâm arasında yüz yıla yakındır yaratılan sorunlar yığınının deşilmesi elbette ki zor bir iştir.

 

Buraya kadar ortaya konan ön bilgiler ışığında laiklik ile İslâm arasındaki sorunları sağlıklı şekilde ele alabilmek için önce belli bir yöntemin saptanması lüzumludur. Konuyu, çok rahat anlaşılır bir ilim disiplini çerçevesinde ele alabilmek için önce akla gelebilecek önemli başlıkları saptamak gerekir. Bu başlıkları şöyle sıralamak mümkündür:

 

  1. Müslümanlığın, ya da İslâmiyet’in, İslâm’la karıştırılması sorunu.

 

  1. Laikliğin mahiyeti.

 

  1. İslâm, Müslümanlık ve laiklik arasında örtüşen ve çatışan noktalar

 

Konu, bu üç önemli başlık altında, ikinci ve üçüncü derecedeki ayrıntılarıyla birlikte ele alınmalıdır. Buna çok büyük gereksinim vardır. Aksi halde laiklikle ilgili sıkıntıların çözüme kavuşturulması yakın vadede mümkün hale gelemez. Bu ise toplum huzurunun sağlanmasına dönük iyi niyet ve girişimlerin önünde önemli bir engel olarak kalır.

 

Türkiye için yaşamsal önem taşıyan bu sorunun, mutlaka bilim adamları tarafından uluslararası bir formda ele alınması gerekir. Ancak böyle bir forumda düşüncelerini ortaya koyacak bilim adamlarının, TC. vatandaşı olmamaları ve kariyerlerinin, dünya bilim otoriteleri tarafından kabul edilmiş ve onaylanmış bulunması usul açısından çok büyük önem taşır. Böyle bir forumun, aynı zamanda Birleşmiş milletlerin ve İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın gözlemcileri ve hakemleri denetiminde icra edilmesi ve bu forumda alınacak kararlar esas alınarak birtakım yasal düzenlemelerin yapılması da şarttır.

 

Yöntem bakımından lüzumlu olan bu tespitler, –laiklik sorununu ele almak, tartışmak ve mümkün olduğunca bu soruna bazı çözümler bulmak için- temel öneriler olarak algılanmalıdır. Aksi halde bu önerilerin muhatapları iyi niyetli olduklarını kanıtlayamazlar. Çünkü böyle bir eğilim, toplumu oluşturan etnik kitlelerin ve çeşitli inanç gruplarının uzlaşmasını ve birlikte huzurlu yaşamasını istememek anlamına gelmektedir. Hangi düşünceye, hangi inanca ve ideolojiye hizmet ederlerse etsinler, bunlar, -günümüze kadar bu eğilimde ısrar ederek Türkiye’de zaman zaman patlak vermiş yıkıcı olayların, yağma ve terörün sorumlusu olarak tarihe geçmiş olanlar gibi- töhmet altında kalacaklardır. Bu nokta, aynı zamanda laiklik sorununun, çözümsüz kaldığı takdirde bundan böyle çok daha büyük tehlikelere neden olabileceğini haber vermektedir. Dolayısıyla meselenin acil olduğunu vurgulamak gerekir.

 

Türkiye’nin en büyük sorunu olan laikliğin, toplum huzurunu sağlamak amacıyla bir an önce bu yöntem çerçevesinde ele alınabilmesi için yukarıdaki üç başlığı olabildiğince açmak gerekir.

 

BU BAŞLIKLARIN BİRİNCİSİ, Müslümanlığın, ya da İslâmiyet’in, İslâm’la karıştırılması sorunudur.

 

Bazı ilim adamları hariç, hangi kesimden olursa olsun Türkiyeli insanın ilk bakışta bu cümleden çıkarabileceği hemen hiç bin anlam yoktur. Bu nokta ise Türkiye’de çok yaygın bir bilgisizlik sorununu hatırlatmaktadır. Ülkemizde bilgili ve kültürlü insanın hemen her saniyede yaşayabileceği büyük talihsizliklerin kaynağı işte budur. Bunların başında ise muhatap bulamamak ya da bir meseleyi bilimsel olarak kimseye anlatamamak gibi sorunlar gelmektedir.

 

İşte bu sorunlar zincirinin önemli halkalarından biri de Türkiye’de İslâm ile «Müslümanlık» kavramlarının birbirine karıştırılıyor olmasıdır. Müslümanlık, ya da aynı anlama gelen İslâmiyet kavramlarının, İslâm’la karıştırılıyor olması, Türkiye’de büyük ve çok yönlü sorunlara yol açmıştır. Son yıllarda ülkemizde yaşanan kavram kargaşasının belki de ilk nedeni ve ilk halkası budur. Bu konudaki yanlışlık, laikliğin söz konusu olabileceği hemen her meselede bundan sonra da yeni açmazların kaynağı haline gelebilir. Üstelik ortaya çıkacak yıkıcı sonuçlar bu yüzden (sadece Müslümanlığa değil), İslâm’a da mal edilebilir. Zaten bugüne kadar da hep böyle olmuştur. Nitekim Müslümanlarla lâikler arasında yaşanmış olan olumsuzluklar, daima Hanif mü’minlerle laikler arasında yaşanmış gibi dışa yansımıştır. Oysa mü’minler genelde laiklerle muhatap olmamışlardır. Çünkü bu zümre Türkiye’de çok küçük ve yeni oluşmuş bir azınlıktır. Tam tersine, daima laiklerle müslümanlar yüz yüze gelmişlerdir.

 

Müslümanlık ile İslâm’ın birbirine karıştırılıyor olmasının, uzun bir geçmişi vardır. Bu sorunun başlangıcı, büyük olasılıkla Türklerin İslâm’la tanışmaya başladıkları günlere kadar dayanmaktadır. Bu da onların İslâm’ı Kur’an’daki şekline ve tanımına uygun olarak vaktiyle algılayamadıkları anlamına gelmektedir. Daha önemlisi; İslâm’ın tarih boyunca Türkler tarafından hiç bir dönemde algılanamamış olmasıdır!

 

Bir kısmı Şaman, bir kısmı Budist ve Bir kısmı da Mazdakist iken İslâm’ın mesajına muhatap oldukları günlerde bu evrensel bilim ve kainat dininin derinliğini anlayabilecek kültür birikimine Türkler sahip değillerdi. İlk başlarda asker ve göçebe olan bu kavmin, hayat ve düşünce biçimleri buna müsait değildi. Onun için eski dinlerini de büyük ölçüde ve yüzyıllar boyu yaşayarak İslâm’dan bazı şeyler de öğrendiler. Ne var ki İslâm’dan öğrendiklerini eski inançlarıyla sentezleyerek yeni bir din geliştirdiler. İşte şu birkaç satır içinde serüveni özetlenebilen bu basit din, «Müslümanlık» olarak ortaya çıktı.

 

Türkler, «Müslüman» olduklarını asla inkâr etmezler. Bir Türk, «ben Müslümanım» derken çok büyük ihtimalle «Ben İslâm’a bağlıyım» demek istemektedir. Bu ikrar, iki noktada özetlenebilen bir içtenliği ifade eder.

 

Birincisi dindarlıktır. Yani Müslüman olduğunu ifade eden Türk insanı, bununla aynı zamanda dindar olduğunu anlatmaktadır ve bunda samimidir. Ancak dindarlığın İslâm’da yeri olup olmadığını merak etmez. Çünkü günümüze kadar Türklerin büyük çoğunluğu Müslümanlık ile İslâm arasındaki kalın duvarın bile henüz farkına varamamışlardır. Bu kalın duvarın bir parçası da dindarlıktır. Çünkü İslâm’a bağlı olan Müslim, (Müslüman ve dindar değil) sadece mü’mindir.

 

Müslümanlık kapsamında Türk insanının samimi olduğu ikinci nokta ise onun Kur’an’a olan bağlılığıdır. Bütün Müslüman Türklerde bu bağlılık, samimiyet temeline dayanır. Ne var ki Kur’an’a bağlılık ile Kur’an’ı anlamak ve onu yaşamak çok ayrı şeylerdir. İlginçtir ki bu ikinci şeyin, tarihin herhangi bir döneminde Türkler arasında yaygın biçimde gerçekleştiğini belgelemek mümkün değildir. (Hem İslâm hem de laiklik ilgisiyle gerek bu nokta gerekse dindarlık kavramı üzerinde daha sonra durulacaktır.)

 

Müslümanlık ile İslâm’ın ayrı şeyler olduğunu bugün (sayıca çok az da olsalar) artık bazı Türk ilim adamları açık bir dille seslendirmektedirler. Toplum bunu anlamakta zorluk çekse bile bu bir gerçektir. Dolayısıyla, İslâm’ı yozlaştırarak, ya da baştan beri, bütünlüğü içinde onu anlamakta zorluk çekerek geliştirilen dinsel anlayışların tümüne Müslümanlık demek doğru olacaktır. Müslümanlığa, eğer bu tanım içinde yaklaşacak olursak, ona bir sınır bulmamız mümkün değildir. Çünkü gerek Türkiye’de gerekse bu ülke dışında rastlanan Müslümanlık anlayışları o kadar birbirinden farklı ve o kadar birbirine aykırıdır ki bu anlayışların ortak paydası sembolik birkaç kelime dışında herhangi bir anlam ifade etmez. Müslümanlar arasındaki zihniyet ve kavram karmaşasının en büyük nedeni budur. Aynı zamanda Müslümanlığı hem İslâm’la hem laiklikle çatıştıran neden de budur.

 

Tarih boyunca çeşitli nedenlerle içine düştükleri dinsel zihniyet farkları, Müslümanları bir yandan merkezkaç doğrultusunda İslâm’ın dışına iterken bir yandan da onları karşı karşıya getirmiştir. Mezhepler tarihini okuyanlar bu gerçeği çok iyi bilirler. İslâm tarihinde, -eğer Hıristiyanlıktakinin tersine- kanlı din savaşları yaşanmamışsa bu, (Müslümanlığın değil), yine İslâm’ın sayesinde olmuştur. Çünkü Müslümanlar arasında baş gösteren dinsel uzlaşmazlıklar, İslâm’ın öngördüğü tartışma yöntemiyle genelde sonuçlandırılmıştır. Müslümanların bir türlü yok edemediği İslâm’a ait büyük değerlerden biri de budur. Ancak sonuçlandırmanın her zaman çözüm anlamına gelmediğini burada vurgulamak gerekir.

 

İslâm’dan ayrı ve çok farklı dinsel yaklaşımlar yığını olarak tarihin akışı içinde örülüp peydahlanan «Müslümanlık», gittikçe İslâm’dan uzaklaşırken, bir zaman sonra önüne çıkacak çok sarp bir engelin oluşmasına da neden olmuştur. «Laiklik» adı altında ortaya çıkan bu çetin engel (mü’minlerin değil), hiç kuşkusuz bizzat Müslümanların eseridir ve sorumluluğun büyük kısmı onlara aittir.

 

Bugün «dindar» Müslümanların şikayetçi oldukları laiklik, büyük ihtimalle, çok ilginç bir fenomen olarak, Kur’an-ı Kerim’de Bakara Suresi’nin 256’cı ayeti kerimesinde geçen; «dinde zorlama yok…» anlamındaki «Lâ ikrah» sözcüğünden alınmıştır. Eğer bu tahmini doğrulayacak kanıtlar ortaya çıkarsa, Müslümanlar, -İslâm da dahil-, batılılar lehinde ne büyük değerler yitirdiklerini ilerde belki öğrenebileceklerdir.

 

Kur’an-ı Kerim’deki «lâ ikrah» ifadesinin, -içerik ve kapsam bakımından- elbette ki günümüzün laikliği ile hiçbir ilişkisi yoktur. Kaldı ki Batılılar, «laiklik» adı altındaki düşünceyi bu Kur’ânî kavramdan yola çıkarak ileri sürecek değillerdir. Fakat Müslümanlar, zamanla Kur’an-ı Kerim’den o kadar uzak düşmüşlerdir ki, «lâ ikrah» uyarısının tarih boyunca önemini anlamakta zorluk çekmiş ve bugün «laiklik» engeline takılmışlardır. Keza Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’den o kadar habersiz duruma düşmüşlerdir ki laikliğin asla sağlamadığı ve hiçbir zaman sağlayamayacağı özgürlüğün «La ikrah» ile 1500 yıl önce temel bir yasa haline getirildiğini ifade edebilecek bilgilerden bile yoksun kalmışlardır.

 

«Müslümanlık» kavramı hakkında yoğunlaşırken, usul açısından ihmal edilemeyecek çok önemli bir nokta üzerinde durmak gerekir, o da şudur: Müslümanların çökmesine neden olan ve onları İslâm’dan ve ilimden bu derece uzaklaştırmış bulunan dinsel anlayışları «Müslümanlık» adı altında ele almak büyük olasılıkla yanlış anlamalara hatta sert tepkilere neden olacaktır. Bu sebeple Müslümanlık kelimesi yerine mistik din anlayışını ifade eden tabirler kullanmak daha yerinde olacaktır. Nitekim İslâm’ın, mistik inanış ve düşünce akımlarının etkisi altında zamanla «Müslümanlığa» dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu noktayı biraz daha netleştirmek gerekirse Müslümanlığın mezhepçilik ve tarikatçılık olarak tutunduğunu ifade etmek mümkündür. Bu nedenledir ki Müslümanlığı irdeleyen bilim adamları onu «Ordodoks» ve «Heterodoks» diye iki gruba ayırarak incelemişlerdir.

 

İslâm’a her ne kadar mal edilse de anlayışta ve uygulamada birbirinden oldukça farklı birer kurum olarak varlık gösteren mistik ve mezhepçi akımları İslâm’la bağdaştırmak mümkün değildir. Ne var ki yüzyıllardır İslâm’la özdeşleştirilmiş olan Müslümanlığın, ondan çok farklı şeyler ifade ettiğini bugün insanlara anlatmak artık çok güçtür. Bu nedenle çağımızın araştırmacıları ve ilim adamları bile eserlerinde çoğu kez «İslâm» kelimesi yerine «Müslümanlık» kelimesini zorunlu olarak kullanmışlardır. Dolayısıyla bu farkı akademik dille ve net bir şekilde ortaya koymadan İslâm’ı, Müslümanlığı ve laikliği karşılaştırmak mümkün olamaz.

 

İslâm’ın yerine konan Müslümanlığın kelime olarak nereden geldiğini de aynı zamanda bu ilgiyle merak edenler bulunacaktır. Bir ipucu olarak bu sözcüğün, İran’daki kullanım şeklinden yola çıkılabilir. Bilindiği üzere İranlılar, Müslüman kelimesini «Moselman» şeklinde telaffuz ederler. Bu da İslâm’ın Türklere İranlılar aracılığıyla geçtiğini gösteren önemli kanıtlardan sayılabilir.

 

Müslümanlığı İslâm’dan ayırt etmedeki önemli ölçülerden biri de şudur: Türklerdeki «Müslüman» ve İran’da kullanılan «Moselman» kelimeleri Kur’an-ı Kerim’in hiçbir yerinde geçmemektedir; Bu iki telaffuz şeklinin hiç biri, Kur’an-ı Kerim’de geçen «Muslim» kelimesinin ifade ettiği anlama da gelmez. İranlı ve Türk akademisyenlerin bu nokta üzerinde durmaktan son derece kaçınıyor olmaları büyük anlam taşımaktadır!

 

İslâm ve Müslümanlık için bilimsel birer tanım aradığımız zaman da yine aralarındaki uçurumu gösteren çok güçlü ölçülere rastlamaktayız. Örneğin Kur’an-ı kerim, geçerli din olarak (Müslümanlığı ya da başka bir dini değil), yalnızca İslâm’ı göstermektedir. Al-i İmran Suresi’nin 19’uncu ayetini okuyanlar bu kesin hükmü açık şekilde görebilirler. Keza Kur’ân-ı Kerim, aynı surenin 85’inci ayetinde; «Kim İslâm’dan başka bir dine yönelecek olursa, onunki asla kabul edilmeyecektir» şeklinde yine kesin bir hüküm ortaya koymaktadır. İlginçtir ki TC. Diyanet İşleri Başkanlığı, bu ayette geçen «İslâm» kelimesini, «İslâmiyet» şeklinde değiştirmiştir! Oysa Türkiye’de, son yıllarda gerçekleştirilen bilimsel çalışmalarda bu kullanımın yanlış olduğu ileri sürülmektedir. Örneğin ünlü araştırmacılardan ve saygın ilim adamlarından biri olan Prof Dr. Ahmet Yaşar Ocak, bu konudaki yanlış kullanımlara ilişkin olarak aynen şunları kaydetmektedir:

 

«İşte iyi bilmediğimiz bu Türkler ve İslâm konusunun, bilgisizlik ve ciddi bir tarih perspektifi yoksunluğu veya maksatlı hareket yüzünden Türkiye’de yarattığı, belki bazı ideolojik kesimler tarafından da özellikle manipüle edilen, henüz iyi algılanamamış birtakım meseleleri vardır. Bunların bir kısmı terminolojik alana da yansımakta, iyi anlaşılmadığı için, değişik kesimler tarafından çok farklı biçimlerde yorumlanması sebebiyle kargaşalara sebep olmaktadır.»

 

«Bunlardan –bu kitapta da sık kullanılan- bir grup, İslâm, İslâmiyet, Müslümanlık terimleridir. Türkiye’de yayımlanan pek çok araştırmada bunlar çoğu zaman birbiri yerine kullanılmakta, bu yüzden önemli bir fikrî karmaşa yaratılmaktadır. Oysa Türkçede kullandığımız bu terimlerin arasında çok belirgin ve önemli nüanslar vardır. Batı dillerinde bu üç kelime bir tek İslâm kelimesiyle karşılanır. Bir de “Müslüman” anlamında kullanılan Muslim veya Musulman kelimesi vardır. Fakat Türkçede özellikle bilimsel araştırmalar söz konusu olduğunda İslâm, İslâmiyet, Müslümanlık kelimeleri farklı şeyleri ifade ederler.»

 

«İslâm, doğrudan doğruya esasları Kur’ân-ı Kerime dayalı olup Hz. Muhammed tarafından insanlığa bildirildiğine inanılan ilâhî mesajı belirleyen bir terimdir, ki bu bizzat Kur’ân’da da bu çerçevede kullanıl-mıştır. İslâm ilâhiyatı, bu teorik çerçeve üzerinde uğraşır. İslâmiyet ise, bu ilâhî mesajın Müslümanlar tarafından pratiğe geçirilmesi sonucu yaşanılan, kültürleşen biçimidir. Bu biçim, zamana, mekâna uyularak bu zaman ve mekân içindeki daha eski kültürel altyapıların etkisiyle değişik yorumlar, uygulamalar ve zihniyetler yaratır ki işte buna da Müslümanlık denir.»

 

İslâm ile Müslümanlığın çok ayrı şeyler olduğunu ortaya koyan önemli bir kanıt da Kur’an-ı Kerim’de, «ey iman edenler!» meâlinde «ya eyyuhellezine amenû!» diye sık sık tekrarlanan bir hitap şeklidir. Bu hitap istisnasız hep «mü’minlere» yöneltilmiştir. Bunun aksine (Müslümanlar şöyle dursun) Kur’an-ı Kerim’de Muslimlere bile bir hitap bulunmamaktadır. Örneğin, «ey Muslimler» meâlinde «ya eyyuhellezine eslemû!» diye bir hitap şekli, Kur’an-ı Kerim’de bir kere bile yer almamaktadır.

 

Tabiatıyla bu bilimsel analizleri anlayabilecek insan sayısı Türkiye’de son derece az olduğu için Müslümanlık ile İslâm arasındaki büyük farkı topluma anlatmak çok güçtür. Ancak, baştan başlayarak ilmikleri işte bu şekilde açmaya çalışırsak başkalaştırılan İslâm’ın Müslümanlık olarak günümüze kadar hem geçirdiği evrim süreçlerini daha açık biçimde izleme imkânını bulabiliriz; hem de Müslümanlığı, gerek İslâm’la gerekse laiklikle daha rahat karşılaştırabiliriz. Fakat ileride açıklanacağı üzere mesele yine de sanıldığı kadar kolay değildir. Özellikle farklı Müslümanlık anlayışları arasındaki derin uçurumlar bu karşılaştırmayı oldukça zorlaştırmaktadır.

 

Bugünkü Müslümanlığı Kur’an’daki İslâm’la karşılaştıracak olursak bu iki kurumun gerçekten ayrı birer din olduğunu gözlemekte gecikmeyiz. Bununla birlikte Müslümanlığın, İslâm’dan ayrışmış ve az çok başka din ve felsefelerden beslenerek yapılanmış olduğunu da söyleyebiliriz. Şu var ki İslâm’a ait oldukları ile sürülen birçok tarikatta temel ilkeler, inanış ve ayinler –kısmen değiştirilmiş olsa bile- başka dinlerden alınmışlardır. İşte bu nokta, hem Müslümanlığın içinde yüzdüğü karmaşayı, hem de onu gerek İslâm’la, gerekse laiklikle karşılaştırırken ne kadar büyük sıkıntılarla yüz yüze gelinebileceğini göstermektedir.

 

Bütün mezhepleriyle ve tarikatlarıyla global olarak Müslümanlığı Kur’an’daki İslâm’la karşılaştırdığımızda –yukarıda işaret edildiği üzere- bu iki kurumun hem inanışta, hem uygulamada birbirinden tamamen iki ayrı şey olduklarını görürüz. Aralarındaki fark, benzer yanlarını örtebilecek kadar küçük değildir; onun için bu fark, Müslümanlığı İslâm’dan kesin biçimde ayırmaktadır.  Müslümanlardan bir kısmının, kendilerini «Müslim», ya da «mü’min» sanıp sayıyor olmaları bu sonucu değiştirmez. Çünkü Müslümanların büyük çoğunluğu bu önemli farkı anlayabilecek bilgi ve kültüre zaten sahip değildir.

 

Bu durum ise laikliğin İslâm’ı hedef almasında büyük rol oynamaktadır. Özellikle Türkiye, Cezayir, Tunus, Irak, ve Afganistan gibi ülkelerde daha yaygın olan Müslümanlık, İslâm için büyük risk oluşturmaktadır. Çünkü bu ülkelerdeki Laik kesimler, Müslümanlıktan daima İslâm’ı amaçlamışlardır. Onun için Özellikle Türkiye’de laikler, Müslümanlıkta veya Müslümanların söz ve davranışlarında kendilerince buldukları olumsuzlukları adeta kaçırılmaz fırsatlar bilerek daima İslâm’ı suçlamışlardır. Bunun en son örneği, «İslâmî Terör» adı altında yaptıkları suçlamadır. Laik kesimler bu konuda oldukça bilinçlidirler. Nitekim, «İslâm Alemi» yerine «Müslüman Alemi»  demekten çoğu kez kaçınıyor olmalarına karşın, «İslâmî terör» yerine «Müslüman terörü» diye bir söylemi hiç kullanmamaktadırlar!

 

Bunun ise belki de ilk önemli nedeni şudur: hem laikler, hem de Müslümanlar oldukça kültürden yoksundurlar. Bu iki kesime mensup insan yığınları genelde okur-yazar olmalarına karşın, (bilimsel konularda) okur-anlar oranı her iki kesimde de en iyimser tahminlerle yüzde ikiyi geçmez. Bu da çok yönlü ilmi gerçekleri onlara anlatmayı oldukça zorlaştırmaktadır. Üstelik bu ülkelerde yönetim, laik kesimlerin tekelinde bulunduğu için bu zümre, üstünlük kompleksinin etkisi altında eğitimli mü’min azınlığı muhatap kabul etmez. Aynı şey Müslümanlar için de söz konusudur. Onlar da çoğu zaman laiklerle işbirliği içinde bulunduklarından, ortakları ile birlikte (laikler gibi doğrudan İslâm’a karşı olmasa bile) mü’minlere karşı aynı duyguları taşırlar. Özellikle Türkiye’de, ırkçılık için birer dinsel stratejiler kaynağı haline getirilmiş bulunan Hanefizm, Alevilik ve Nakşibendilik, bu ülkedeki Müslümanları mü’minlere karşı sertleştirmiştir. Kur’an’ın bütünlüğü ilkesine bağlı olan mü’minler bu ülkede bir yandan laiklerin hedefi haline gelirlerken, öbür yandan ortodoks hanfizmin, heterodoks Naşibendiliğin ve Aleviliğin kalabalık yandaşları tarafından baskı altında tutulmaktadırlar..

 

İslâm ile Müslümanlık kavramları arasındaki büyük farkı ortaya koyan bu çarpıcı tablo ışığında Müslümanlığı hem İslâm’la hem de laiklikle birkaç örnek eşliğinde karşılaştırmakta yarar vardır.

 

1) Müslümanlık, her şeyden önce tam anlamıyla aynen Hıristiyanlık gibi bir tapınak ve mezarlık dinidir. Dıştan göze çarpan bu özelliği ile Müslümanlık Türk laikliği ile çatışmamaktadır. Tam tersine onunla büyük ölçüde örtüşmektedir. Nitekim (Alevisiyle, Sünnîsiyle, ortodoksu ile, heterodoksu ile) Türk Müslümanlığının hemen bütün yandaşları ortak bir mistik din anlayışına sahiptirler. Buna laikler de dahildir. Türkiye’nin her yerinde yaygın bulunan babalar ve dedeler kültünün binlerce sembolü; Türbeler, sandukalar, anıt mezarlar, mumyalar, katafalklar, çelenkler, adak taşları, padişahlara ve «Ulu Önderle»’a ait özel eşyalar, bu «kutsal» yerlerde düzenlenen ayinler, saygı duruşları, cenaze alkışlamalar, festivaller, türbelerde kesilen kurbanlar, bağlanan çaputlar, sirke ile oruç bozmalar, ölü tanrıya yazılan dilekçeler, bu alanlarda kullanılan, tespihler, takkeler, sarıklar, okunan mevlitler, düzenlenen kortejler, semahlar, rabıtalar, hatm-i hacegânlar gibi zor sayılabilecek inanış biçimleri ve ritüeller Müslümanlığı ve onun paralelindeki laikliği İslâm’dan kalın bir duvarla ayırmaktadır. Bunların sadece küçük bir kısmı bile söz konusu edildiğinde İslâm ile Müslümanlık arasındaki bu duvarın ne kadar kalın olduğu gözler önüne serilmektedir.

 

Örneğin, Nakşibendi Tarikatı’nın bütün «Âdâb ve erkânı» Budizm’den alınmıştır. 1350 yıllarından beri, Başta Raşahât adlı kitap olmak üzere birçok kaynaklarında bu tarikatın on bir ilkesine önemli vurgular yapılmaktadır. «Hûş derdem, nazar ber kadem, sefer de vatan, halvet der encümen, yâd kerd, bâz geşt, nigâh daşt, yâd dâşt, vuku-i zamân-î, vuku-i adedî, vuku-i kalbî» şeklinde sıralanan bu ilkelerin açıklamalarına bakıldığında, içerik bakımından Patanjali’ye ait Sutralar’daki öğretilerin tıpatıp aynısı olduğu gözden kaçmamaktadır. Keza bu tarikatta sık periyotlarla düzenlenen «râbıta», Budizm’deki yoga şekillerinden biridir. «Hatm-i Hacegân» adı altında düzenlenen toplu ayin de yine Budizm’in canlı motiflerini taşıyan bir ibadet biçimi olarak bu tarikatın ritüelleri arasında yer almaktadır. Kadirî, Cerrahî ve Rufaî tarikatlarının ayinleri sırasında bazı müritlerin vücutlarına şiş saplamaları, ateşte kızdırılmış demir yalamaları, yine Budist rahipler tarafından uygulanan «pirobaşi» örneklerinin aynısıdır. Hemen hepsi de uzun zaman vücudu meditasyon egzersizleriyle eğiterek sağlanan fizyolojik konsantrasyon sonucu sergilenen trans halinden başka şeyler değildir. Çeşitli amaçları olan bu ayin ve gösteriler, tarikatlara bağlı insanlar tarafından kesinlikle ibadet amacıyla uygulanmaktadır.

 

İslâm’da ise bu sayılanların hiç biri yoktur.

 

2) Müslümanlık ve laiklik için belli bir tanım bulmak mümkün değildir.

 

Halbuki Kur’an’ın bütünlüğü içinde İslâm’ı şöyle tanımlamak mümkündür: İSLÂM, SON VAHYE DAYALI EVRENSEL BİR İNANIŞ, YAŞAM VE YÖNETİM BİÇİMİDİR.

 

3) Türkiye’deki Müslümanlık ve Laiklik, milliyetçiliğe dayalı birer din olarak yapılandırılmışlardır. Büyük ihtimalle bu nedenledir ki Kur’an’daki İslâm, Türkiye’de «Arap Dini» olarak algılanmaktadır. Esasen bu anlayış eski bir geçmişe dayanır. Bu yaklaşım hem Türk Sünnîliğinde hem de Alevilikte belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun çok güçlü kanıtları mevcuttur.

 

Örneğin «Ali’siz Alevilik» akımı bunu açık ve özet biçimde dile getirmektedir. Keza Alevilikte, İslâm’ın farz kıldığı Namaz, oruç, hac ve zekat gibi pek önemli emirlerin hesaba katılmıyor olması yine bu kanıtlardandır. Çünkü Aleviliğin mensupları, bunları Araplara özgü ibadetler olarak algılamışlardır. Bu nedenle onlar, Kur’an’ın içeriklerinden beğendiklerini Türkçe’ye çevirerek saz eşliğinde terennüm etmekle bir çeşit ibadet etmeye çalışırlar.

 

Benzer yaklaşımlar, başka formlar içinde ve başka söylemlerle Türk Sünnîliğinde de açığa vurulur. Bunun en bariz örneği İstiklal Marşında görülür. Bu marşın birçok satırlarında İslâm’a ait vurgular çok canlı bir şekilde milliyetçi amaçlarla kullanılmıştır. Bunlarla yüklü dizeler şöyledir:

 

«Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl».

Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl».

………………………………………………………

«Benim iman dolu göğsüm gibi, serhaddim var».

«Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,»

………………………………………………………

«Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın»

………………………………………………………..

«Sen şehid oğlusun, incitme yazıktır atanı»

………………………………………………………..

«Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?»

«Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda

«Canı, cânânı bütün varımı alsın da Hüda»

«Etmesin, tek vatanımdan beni dünyada cüda»

 

«Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:»

«Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli,»

«Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli»

«Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli»

………………………………………………………

 

Laik olduğu ileri sürülen devletin milli marşında İslâm’a ait bu kadar söylemin yer alıyor olması çok ilginçtir! Bu ise Türk Müslümanlığı kapsamında, hiç tereddüt edilmeden dinin Millileştirildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir.

 

Devlet politikasında dinin milliyetçiliğe alet edildiğini kanıtlayan bu belge ve benzerleri Sünnî Müslümanları da bu konuda cesaretlendirmiştir. Örneğin, bir Nakşibendi Şeyhi olan Ömer Öngüt, bayrağı doğrudan bir iman ve İslâm konusu olarak düşündüğü içindir ki aynen şu sözleri kullanmaktadır: «Türk bayrağı hakkında paçavra diyen bir adama, siz Müslümandır diye nasıl bakabilirsiniz?».[1]

 

Bütün bu örneklerde açıkça görüldüğü üzere Müslümanlığın; -İslâm ölçülerine sığmayan çok farklı ve çok aykırı unsurların bir araya getirilerek- oluşturulduğunu görüyoruz. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

 

  1. Müslümanlık için belli bir tanım bulmak mümkün değildir, oysa İslâm Son Vahye dayalı, evrensel bir inanış, yaşam ve yönetim biçimidir.

 

  1. «Müslümanlık» ve «Müslüman» kelimeleri Kur’ân-ı Kerîm’in hiçbir yerinde geçmemektedir. Oysa Kur’ân-ı Kerîm, İslâm’ın tek ve yegâne geçerli din olduğunu ilân etmektedir.

 

  1. Müslümanlığın (başta İslâm olmak üzere) birçok dinden çeşitli kaynakları vardır. Onun için özellikle Türkiye’de tutunmuş olan dinsel-mistik anlayışlar, politeizme ve antropomorfizme açıktırlar. Bu nedenledir ki Türkiye’de Müslümanlar genelde herhangi bir «haram» fiil karşısında itirazlarını seslendirirlerken, -İslâm’da en ağır suç olan- Şirke karşı hemen hiçbir tepki göstermezler. Yıllardır yaşanan «Türban sendromu» bu gerçeği kanıtlayan en güçlü delillerdendir. Bilindiği üzere «Türban mağdurları» diye propaganda edilen çok kalabalık bir topluluk, Türkiye’de yıllardır hemen her sabah okulların bahçesinde düzenlenen «Milli Türk Dini»’nin ayinlerine bilinçli olarak katılmış ve iki dinli yaşamak gibi dünyada belki eşi bulunmayan ilginç bir örnek teşkil etmişlerdir! İslâm’ın ise kaynağı Kitap ve Sünnettir. İslâm, şirk suçunu kesin biçimde mahkûm etmiş, üstelik onu «pislik» olarak nitelemiştir. (Bm. Kur’ân-ı Kerîm 9/28)

 

  1. Müslümanlıkta, hemen her döneme ve her çevreye göre çeşitli ve çok sayıda ibadet ve dua biçimleri vardır. (Cevşen, tefriciye, rabıta, hatm-i hacegân, mevlit, ölü için kırkıncı, elliikinci gece ve sene-i devriye duaları, çeşitli ilahiler, semahlar, şeb-i aruz ayinleri vb.). İslâm ise bu gibi şeylere kapalı olduğu gibi, ibadet ve duayı kitap ve sünnetin koyduğu ilkelerle sınırlamış, aynı zamanda «Tevkifiye» sistemini getirerek dejenere olmayı kesinlikle önlemiştir.

 

  1. Müslümanlık, milli bir din olmaya müsaittir, onun içindir ki «Müslüman Ümmeti» diye bir ümmet yoktur. İslâm ise evrenseldir ve kâinat dinidir. Onun için sayıları ne kadar az olursa olsun (Hatta organize bir ümmet, gerçekte mevcut olmasa bile) dünya mü’minlerini kucaklayan bir «İslâm Ümmeti» anlayışı vardır. Bununla birlikte, İslâm’da bütün mü’minler kardeştirler.

 

  1. Müslümanlıkta çeşitli mezhepler ve tarikatlar vardır; bunlar aynı zamanda birbirleriyle çatışma halindedirler. Çünkü mezhepçiler ve tarikat cemaatleri arasında, her alanda büyük rekabet vardır. Onun için her cemaatin Şeyhi kendi cemaatine göre daha büyük velidir. Bazen bir cemaat, başka bir cemaati bidatçi, hatta kâfir olarak da niteleyebilmektedir. Keza Türk Mezhepçiliğinde Ebu Hanife bütün mezhep imamlarından daha üstündür. Onun için Ebu Hanife «İmam-ı A’zam’dır». İslâm İse İçtihada çok büyük önem vermiştir. Bu nedenle mü’minler, Ebu Hanife, Muhammed bin İdris, Ahmed bin Hambel, Malik bin Enes ve bu şahsiyetlerin üstatlarını ve öğrencilerini ayırım yapmadan saygı ve rahmetle anarlar. Türk Müslümanlığının büyük çelişkilerinden biri de bu ünlü şahsiyetlerin Milyonlarca «Müslüman Türk vatandaşı» tarafından hâlâ tanınmıyor olmasıdır. Bu konuda alan araştırması ve anket yapmayı göze alabilenler hiç kuşkusuz çok ilginç sonuçlarla karşılaşacaklardır!

 

  1. Özellikle Türk Müslümanlığında şekle çok önem verilmektedir. Ramazan aylarında Türkiye’de din adına Medyanın düzenlediği sofra ve yemek programları; cami, müze ve türbelerde yapılan röportajlar bu gerçeği kanıtlamaktadır. Bunların «rating» ve sömürü amaçlı olduğu zaten Türkiyeli birçok Müslüman tarafından bile ifade edilmektedir. İslâm ise bu tür eylem ve faaliyetlere tamamen kapalıdır. Bununla birlikte (koyduğu ahlâk kuralları çerçevesinde) doğal, abartısız ve mütevazı bir yaşam biçimini öğütler.

 

Bu belgesel tespitler, böylece Müslümanlık ile İslâm arasındaki kalın çizgiyi ortaya koymaktadır. Aynı zamanda, hemen hiçbir ölçüye dayanmadığı için Türk Müslümanlığı laiklikle de büyük ölçüde bağdaşabilmektedir. Bu esnekliği övmek ve ödüllendirmek için çoğu kez «en iyi müslamanın Türkiye’de yaşadığı» ve «en iyi müslümanlık modelinin Türkiye’de uygulandığı» şeklinde ifadeler kullanılmaktadır. Bunlar doğru olsa gerektir. Fakat Müslümanlıktan eğer «İslâm» amaçlanıyorsa –genelleme yaparak- bunu, yukarıdaki belgesel gerçekler karşısında kanıtlamak mümkün değildir. Buna karşın Türkiye de dahil, mü’minler, birçok ülkede yaşamaktadırlar. Türkiye’de de elbette ki çok samimi, çok nitelikli, bilgili ve faziletli mü’minler vardır. Ancak şûraya dayanan, özgürlükçü ve adil İslâmi sistemin uygulandığı herhangi bir ülkeyi göstermek bugün için mümkün değildir.

 

Buraya kadar Müslümanlık ile İslâm’ı özet olarak karşılaştırmak suretiyle belli düzeyde bir sonuç elde etmiş bulunuyoruz. Konunun yukarıda belirlenen metodolojisine uymak bakımından, bundan sonra Türkiye’yi yüz yıla yakın bir zamandır meşgul eden laiklik kavramı üzerinde durmamız gerekir.

 

Laiklik nedir?

 

Bu soruya yanıt bulmak, doğrusu kolay değildir. Çünkü hem Türkiye’deki kavram kargaşası ortamında bu kelimenin ne ifade ettiği şimdiye kadar anlaşılabilmiştir; ne de zaten laiklik kavramının henüz bir tanımı yapılmıştır. Bu nedenle laikliğin lehinde de aleyhinde de bugüne kadar konuşmuş olanlar çok büyük sorumluluk yüklenmişlerdir. Dolayısıyla bu çalışmada, Laikliği ancak sanal bir düşünce olarak ele almak mümkün olabilecektir.

 

«Lâiklik» Fransızca bir sözcük… Türkiye’de bu sözcüğün ne anlama geldiğini, Anayasa’ya kabul oyu veren milyonlarca insan dahi bilmiyor. Üstelik bunların arasında sosyologlar, tarihçiler, politikacılar, hatta akademisyenler bile vardır! Bu çelişki nasıl örtbas edilebiliyor, ya da nasıl açıklanabiliyor, ayrı bir çelişki; Ancak laikliğin ne anlama geldiğini, devleti yönetenler de bilmiyor. Bunun en canlı kanıtı Anayasadır. Çünkü Anayasa’da bile bu kavramın tanımı yoktur! Nitekim bir profesör bu durumdan yakınır gibi mevcut açığı kapatmaya çabalıyor ve diyor ki: «Türkiye’de sık sık, “laikliğin anayasada tanımı yok” diye şikâyetler duyarız. Bu şikâyeti özellikle Lâiklikten rahatsız olanlar dile getirirler. Aslında vardır. Lâiklik halkın egemenliğini dile getirmesi olduğuna göre, “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesi, laikliğin en açık ve en anlamlı tanımıdır.»[2] Görüldüğü üzere Profesör kıvranıyor ve laikliğin tanımını Anayasanın içinde bir türlü bulamıyor.

 

Eskiden beri inatla hep tersinden işlenerek artık bir kördüğüm haline getirilmiş olan «Lâiklik» meselesi, bugün sadece devlet-toplum uzlaşmazlığının konusu olmakla sınırlı değil, aynı zamanda toplumdaki karşıt kamplar arasında da tehlikeli bir çatışma konusudur. Bunun en somut kanıtı da, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından Temmuz 1998’de Abant’ta düzenlenen  «İslâm ve Lâiklik» konulu sempozyumda yaşananlardır. Bu sempozyumun sonuç bildirisini «Hıristiyan Demokratik Bildiri» olarak niteleyen Akademisyen Hüseyin Hatemi, izlenimlerini şu sözlerle ifade ediyor:

 

«Türkiye’nin temel meselelerinden soyut bir bildiri oldu. Türkiye’nin meselelerinden açıkça bahsedilmedi. Şikâyet edilen meselelere dair bir metin ortaya çıkmadı.»

 

Görüldüğü üzere Lâiklik yüzünden Türkiye’de karşıt kamplar arasında yıllardır polemikler, dargınlıklar ve çatışmalar sürüp gidiyor. Laikçilerin “İslâmcı” diye alaya aldığı bir sürü Sünnî okur yazar, laikliğin öteden beri din düşmanlığı şeklinde algılandığını ve uygulandığını ileri sürmektedirler. Bu görüş doğru olmasa gerektir. Daha doğrusu bu tespit, kavram kargaşasından kaynaklanan bir yanlışlık, ya da bir bilgi eksikliği sonucudur. Çünkü bu görüş bir genellemedir ve Türkiye’deki laik anlayışın, sanki bütün dinleri hedef aldığı anlamına gelmektedir. Oysa gerçekte laikliğin kendisi zaten bir din olarak algılanmıştır ve İslâm’dan başka hiç bir dini hedef almamaktadır. Lâikçi egemen azınlık, işte bu gerçeği gizlemek içindir ki sürekli olarak seküler bir elit görünümü içinde topluma gözükmeye kendini zorlamaktadır. Oysa lâikçiliğin sekülerleşme ile hiçbir ilişkisi yoktur. Tam tersine, bu ülkede kenetlenmiş batıcı elitlerin irrasyonel davranış kalıpları içinde topluma dayattıkları dinsel bir anlayış biçimidir. Eğer içyüzünü kısaca deşifre temek gerekirse denebilir ki bu anlayış, temelde 5816 sayılı yasa ile icad edilmiş olan Teokratik Milli Türk Dini’in[3] felsefesini oluşturmaktadır. Üstelik Lâiklik sayesinde bütün tarikatlar bile (30. 11 .1925/677 sayılı yasaya rağmen) gâyet özgür bir şekilde varlıklarını sürdürmektedirler!

 

Şu halde Lâiklik Türkiye’de genel bir din düşmanlığı şeklinde değil, fakat sırf İslâm Düşmanlığı olarak düşünülmüş ve şimdiye kadar hep bu doğrultuda hareket edilmiştir. Tuhaftır ki (yukarıda değinildiği gibi) Anayasa dahil, devlet belgeleri içinde Laikliğin herhangi bir tanımı bulunmamaktadır! Çünkü temelde Lâiklik hayâlî bir kavramdır. Dolayısıyla bu düşüncenin hayata geçirilmesi ve uygulanabilir olması da olanaksızdır. Buna rağmen resmi ideolojinin fanatik savunucuları, Lâiklik adı altında bir İslâm düşmanlığı rolünü üstlenmiş, açıklaması mümkün olmayan bir çelişkiler sarmalı içinde boğulmuşlardır. Laikçi çevrelerin zaman zaman Sünnîlerin şahsında İslâm’a ve Müslümanlara karşı giriştiği fiilî durumlar, aslında laikliğin savunması olarak nitelenemez. Çünkü laikliğin hayata geçirilmesi zaten mümkün değildir ki ona karşı bir tavır koymak ya da onu savunmak mümkün olabilsin! Bu hareketler olsa olsa, İslâm’dan ve Müslümanlardan putçuluğa bir zarar gelebilir kaygısının panik şeklinde ortaya çıkan sonuçlarıdır.

 

Bu hayâlî Lâiklik düşüncesi «TC»’nin hiç bir zaman içinden çıkamayacağı kalıcı bir sorundur. Bu kavram ve ona Türkiye’de amaçlı olarak yüklenmiş bulunan tüm anlamlar, bilimsel, akılcı ve etik yöntemlerle, Müslümanların da muhatap kabul edileceği forumlarda tartışılmadığı ve bilimin ön gördüğü ölçülerde sonuca bağlanmadığı sürece sorun çözümlenemez. Hatta, Müslüman azınlığın yanı sıra aynı zamanda kalabalık Sünnî yığınlara karşı bir dayatma ve vicdan baskısı olarak eğer laikçilik dayatması sürdürülecek olursa bedelinin, yakın gelecekte çok ağır ödeneceği olasılığı da vardır! Çünkü dünyada Lâiklik adı altında başarıya ulaşmış bir İslâm düşmanlığı hareketini örnek göstermek mümkün değildir. Ne Mısır’da, ne Suriye’de, Ne Cezayir’de, ne de Bangladeş’te bu tür eylemler başarıya ulaşamamıştır. Tam tersine, “devlet terörü” olarak damgalanmıştır.

 

Üstelik Türkiye’de lâiklik, resmi ideolojinin formülleriyle idealize edilmiş ve dinsel fantezilerle salt bir din felsefesi olarak tasarımlanmıştır. Lâikliğin, özellikle «Teokratik Milli Türk Dini»’nin alt yapısı olarak bu tasarımda göze çarpıyor olması dikkat çekicidir. Bu da lâikliğin bu yeni dinde stratejik bir anlam taşıdığını göstermektedir. Nitekim dikkat edilirse lâiklik ile resmi ideoloji’nin topluma dayattığı «kadavra tanrı» anlayışı arasında çok sıkı bir ilgi vardır. Açıkça söylemek gerekir ki –her ne anlama geliyorsa- işte bu lâiklik sayesinde ancak «Teokratik Milli Türk Dini» ayakta kalabilmektedir. Bu gerçek ise lâikçilerin yeni dini koruyabilmek ve onu (özellikle “din” tabirini asla kullanmadan) yaşatabilmek için ne kadar çaba harcadıklarını ve ne kadar büyük bir sıkıntı içinde olduklarını gözler önüne sermektedir! Sonuç olarak (vicdan özgürlüğü ve dinde tarafsızlık şöyle dursun), bütün bu örtbas edilmeye çalışılan gerçekler Türkiye’de lâikliğin tam anlamıyla bir din felsefesi olduğunu çarpıcı bir şekilde kanıtlamaktadır. Sekülerleşme iddiaları ise resmi ideolojinin dayandığı otorite ve hegemonyayı İslâm’a karşı kullanma bahanesinden başka bir şey değildir. Kaba kuvvetin meşrulaştırılmasında bu bahane spekülatif olarak hep işlenmiş ve (“lâiklik” ya da lâikçilik bu ülkede son nefesini verinceye kadar) işlenecektir. Ancak Türkiye’deki hayâlî laikliğin, hiç bir zaman hayâlden öte bir anlam ifade edemeyeceği, bu ad altında sürdürülen İslâm düşmanlığının ise daima en şiddetli biçimde geri tepeceği de açıktır. Nitekim bu yüzden günümüze dek hep şiddet üretmiş olan sistemin şimdiden tamamen tıkanmış olduğu gerçeği bunu kanıtlamaktadır.

 

Eğer Fransa’da uygulanan Lâiklik örneğinin amaçlandığı ileri sürülüyor ve Lâiklik savunması bu temele oturtulmak isteniyorsa, burada bir bilgisizlik ve dolayısıyla bir mantık kaosu vardır. Çünkü Fransa’da “din” diye nitelenebilecek sosyolojik bir olgu artık hemen hemen yoktur. Tersine, Çarpıtıldıktan sonra bile ileri derecede yozlaştırılmış olan Hristiyanlık, günümüzde salt yaşlı Fransızlar tarafından sadece nostalji olarak duyumsanmaktadır. Bazı sembolleri de (din değil) artık gelenek olarak sürmektedir. Halkın çoğu ise pozitivist-materyalisttir. Bu ülkede insan ilişkileri, moral değerler ve duygusal davranışlar, daha çok seküler etik ölçülere dayanır. Ayrıca “Din” terimi, bütün Hristiyanlık dünyasında “religion”’dur. Yani mistik inanıştır; tapınak dışındaki yaşamla ilişkisi yoktur. Oysa Türkiye’de ahlâk kurallarını belirleyen ölçüler ve kaynaklar son derece farklıdır. Örneğin, Sünnîler bir yana, Aleviler, (hatta dine kayıtsız) “Roman vatandaşlar” bile Laik Devlet nikâhı ile hiç bir zaman ikna olamamış, daima, ayrıca bir dinî nikâh kıydırma ihtiyacını duymuşlardır. Keza Sünnîler, gerek Mecliste, gerekse mahkemeler ve noterlikler gibi resmi yerlerde, hatta bazı önemli mezuniyet dönemlerinin sonunda “formalite icabı” yaptıkları yeminlere, yemin diye hiç bir zaman inanmadıklarını özel sohbetlerinde sık sık dile getirmişlerdir! Bu nedenledir ki bir yandan İslâm’ı çarpıtmak için, diğer yandan modernist tarikatçılara şirin gözükmek amacıyla laikliği spekülatif olarak kullanan odaklaca “kültürel etkinlikler” adı altında düzenlenen “Şeb-i Arûs” âyinleriyle bazı panteist tasavvufçular için yapılan anma törenleri, koyu Sünnî yığınlar tarafından daima kuşku, hatta çok kere tiksinti ile izlenmiştir.

 

Tarikatçıları da kapsayan İlmihalci Hanefistleri çatlatmak için laikçiler tarafından yıllardır camilere taşınan çelenkler ve özellikle son zamanlarda sosyete cenazelerinin alkışlar arasında camilerden kaldırılması, bu sinsi komplolarla İslâm’ı deforme etmeyi amaçlayan odakların İslâm’a ait en kutsal yerlere nasıl sokulabildiklerini, işi nerelere vardırmak istediklerini ve Laik Devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bütün bunlara nasıl seyirci kaldığını açıkça göstermektedir!

 

Türkiye’de bütün bunların yanı sıra Sünnîlere ait sektörleri «İslâmî sermaye» ve «Yeşil sermaye» diye kara listeye alma cesaretini gösterenler, böylece laikliği genel bir din düşmanlığı değil, fakat koyu bir İslâm düşmanlığı şeklinde anladıklarını çok açık biçimde ortaya koymuşlardır. Sünnîlerden hiç bir zaman çekinmeyen, hatta onları her fırsatta sömüren, kullanan ve aşağılayan laikçilerin «İslâmî sermaye» fobisiyle bu kesimi ciddiye aldığını düşünmek güçtür. Onun için bu tavırla aslında Lâiklikten yola çıkarak bir İslâm düşmanlığı gösterisi ortaya konmuştur.

 

Laikçilerin hayâlî Lâiklik paranoyasıyla icat ettikleri bir söylem de «Siyasal İslâm»’dır. Oysa İslâm’ın, örneğin, Siyasal İslâm, Sosyal İslâm, Ekonomik İslâm, kültürel İslâm diye bölük pöçük şekilleri yoktur. İslâm, bütün kâinâtı kucaklayan çağlar üstü evrensel bir inanç sistemi, aynı zamanda bir yönetim ve yaşam biçimidir. İslâm, siyasal, sosyal, hukuksal, ekonomik, kültürel, ahlâkî ve rûhânî cepheleriyle birbirini tamamlayan Kur’ânî bir sistemdir. Bir tek kuralı bile yürürlükten kaldırıldığı taktirde diğerlerinin de otomatik olarak kaldırılmış sayılacağı bir bütünlüğe sahiptir.

 

Laikçiler, işte bu gerçek anlamdaki İslâm’dan korktukları için din düşmanlığı değil, aslında İslâm düşmanlığı yapmakta; Kur’an’daki İslâm’ın içini boşaltarak, -bilinçsiz Sünnî-Hanefis yığınların da kabullenebileceği- değişik İslâm tasarımlarını zaman zaman ortaya koymakta ve ona çeşit çeşit adlar takmayı denemektedirler. Ayrıca kendileri dinci oldukları halde, Müslümanları dincilikle suçlamaktadırlar. Dincilik, kısa bir tanımla, dinin sadece ibadetlere ilişkin emirlerini, samimiyetten yoksun, çıkar uğruna, dalkavukça ve sırf şekilden ibaret olarak dışa vurmak ve başkalarını da buna zorlamaktır. Bu tanıma göre laikçilere bakıldığında onların, kendi dinlerini yaşarken ne kadar şekilci, ne kadar duygusal, ne kadar taklitçi, abartıcı, bağnaz ve kompleksli olduklarını görmek mümkündür. Üstelik başkalarına da dayattıkları bu dinin pek işe yaramayacağını da (gizli ve içsel bir hesaplaşma ile) çok iyi anladıkları için aynen Ortodoks Sünnîler, tarikatçılar ve Aleviler gibi onlar da kimlik kartlarına “İslâm” kelimesinin laik devlet tarafından yazdırılmasına hiç itiraz etmemektedirler. Burada gözden kaçırılmaması gereken en ilginç nokta şudur: İslâm o kadar yüce, o kadar büyük, o kadar muhteşem, o kadar görkemli ve o kadar göz kamaştırıcıdır ki O’na savaş bayrağı açmış olan antropomorfist-dinci laikler bile O’nun kanatları altına sığınmaktan kendilerini alamamaktadırlar!!!!

 

Lâiklik, gerçekten Türkiye’nin son derece önemli bir sorunudur; adeta yumuşak karnıdır. Onun için bu ilgiyle laikliği burada ciddi bir bilimsel incelemeye konu yapmak gerekir. Böylece duygusal eleştirilerin dışında kalınarak hem olası bir çözüm için gereken ortamın oluşmasına katkıda bulunulabilir, hem de hiç değilse laikliğin akıl ve ilim terazisinde ne olup olmadığı kısaca ortaya çıkarılabilir. Bu sayede günümüz Türkiye’sini derinden meşgul eden bu sorunun nasıl ele alındığı ve ne gibi sonuçlar doğurduğu da açıklığa kavuşturulabilir. Bu konuda ilk saptanabilecek gerçekler şunlardır:

 

Gerek laikçiler, gerekse karşıtları olan Sünnîler,[4] Lâiklik kavramını ön yargısız ve objektif olarak ele almamışlardır. Tam tersine laikçiler bu düşünceyi nasıl tanımlamak istemiş olurlarsa olsunlar, onu daima hem Müslümanları, hem de Muslimleri ezme aracı olarak kullanmışlardır. Ancak Türkiye’de Muslimler henüz muhatap kabul edilebilecek yeterli sayıya ulaşamadıkları için, tabiatıyla Laikçiler daima bu konuda Müslümanlara yüklenmiş, onları, “antilaik”, ya da Lâiklik düşmanı olarak suçlamışlardır. Bir benzetme yapmak gerekirse Müslümanlar ve Muslimler Lâiklik dininde kâfir sayılmışlardır! Gerek Ortodoks, gerekse Heterodoks Müslümanlar da laikliği genel bir din düşmanlığı olarak görme hatasına düşmüş, bu yüzden de (istememiş olsalar bile) sanki bütün dindarları savunmak gibi ilginç bir pozisyonda kalmışlardır.

 

İşte bu iki karşıt kamp arasındaki çatışmanın özü budur. Şu halde özetle diyebiliriz ki Lâiklik Türkiye’de hiç bir zaman bilimsel bir inceleme ve tartışma konusu olmamıştır. Bu da Türkiye Toplumu açısından büyük bir talihsizliktir. Ancak laikliğin, bunca kavgalara rağmen şimdiye kadar –Müslümanların da katılımıyla- bir kez olsun milletlerarası bir forumda ve bilimsel ölçülerde Türkiye’de tartışılmamış olması, tüm kesimleriyle bu toplumun ilimden, -dolayısıyla bir ilim dini olan İslâm’dan- ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir! Kendisini bir topluluk olarak deklare etme hak ve özgürlüğünü henüz elde edememiş bulunan Muslim azınlığın, tabiatıyla bu toplumun organik bir kesimi sayılamayacağını da bu ilgiyle vurgulamak doğru olur.

 

Sonuç olarak şunu kaydetmekte yarar vardır ki; laikliğin bir kaos, bir kavga ve fitne konusu olmaktan çıkarılması için eğer günün birinde bir çalışma başlatılırsa bunun ön koşulu, herhalde akla gelebilecek tüm ayrıntıların ciddiyetle ve bilimsel kriterlerle tartışılmasıdır. Böyle bir tartışmanın ise tüm esprileri, büyük olasılıkla şu beş önemli soruya bulunabilecek kesin ve bilimsel yanıtlarda saklıdır:

 

  1. Lâiklik, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması mıdır; bu iki şey, gerçekten birbirinden ayrılabilir mi; Türkiye bunu şimdiye kadar ne derece gerçekleştirebilmiştir; bunun yüzde yüz gerçekleştirilmesi mümkün müdür; dünya üzerinde bunu başarabilmiş bir tek ülke bile var mıdır?

 

  1. Özellikle, bir yaşam ve yönetim biçimi olan İslâm gibi evrensel yasalara dayalı bir dinin kuşatıcı atmosferinden eğer laik devletin bizzat kendisi bile –bütün çabalara rağmen- dışarı çıkamıyorsa, din ile devleti birbirinden ayırmak nasıl mümkün olabilecektir?!!!

 

  1. Lâiklik salt bir hoşgörü müdür; hoşgörünün, dinle ya da devletle doğrudan ne ilgisi vardır; bir ülkede hoşgörü ortamını oluşturmak için mutlaka dini devletten ayırmanın zorunlu olduğunu gösteren bilimsel bir ölçüt var mıdır?

 

  1. Lâiklik, tüm dinler ve inanışlar karşısında tam bir tarafsızlık mıdır; toplumda iki kesimin inanışları çatışıyorsa, daha doğrusu bir kesimin inanışları, başka bir kesimin inanışlarını aşağılama anlamını taşıyorsa bu sorun Lâiklikle nasıl çözümlenebilir? Ayrıca hayatta insanın herhangi bir düşünceye, bir inanışa, bir tutum ve davranışa karşı tarafsız kalması mümkün müdür?

 

  1. Lâiklik dinsizlik midir; devleti yönetenlerin:

 

  1. Sırf dinsiz;
  2. Tamamen dindar;
  3. Karışık olmaları gibi farklı durumlarda sözde laik devlet, politikası ve kurumlarıyla; dindar, dinsiz, ya da kararsız vatandaşa karşı nasıl bir tutum izleyebilir; eşitliği nasıl sağlayabilir?

 

  1. Lâiklik salt bir din düşmanlığı mıdır; bunun içinde bütün dinler var mıdır, yoksa sırf İslâm düşmanlığından mı ibarettir; eğer dinsizlik şemsiyesi altında bir toplumu birleştirmek amaçlanıyorsa bu hedef, din düşmanlığı, ya da sırf İslâm düşmanlığı ile gerçekleştirilebilir mi; Örneğin, yakın geçmişte Arnavutluk Diktatörü, Enver Hoca, herkesin nefesine kadar tüm davranışlarını kontrol altında tutabildiği üç buçuk milyonluk ülkesinde bile bunu başaramadığına göre, seksen milyonluk bir toplumu –zaman içinde bile olsa- dinsizleştirmek nasıl mümkün olabilir?

 

Ayrıca, eğer Lâiklik din düşmanlığı demek ise, kadavra putçuluğu da bir din olmasına rağmen

Türkiye’de bu dine tanınan ayrıcalık nasıl açıklanabilir? Yoksa Lâiklik bu beş alternatifin, ya da birkaçının sentezi anlamında mıdır?

 

Türkiye’de şimdiye kadar bu sorulara yanıt oluşturabilecek bir Lâiklik açıklaması yapılmamıştır. Bunun herhangi bir arayışı da kanıtlanmamıştır. Dolayısıyla laikliği savunanların en azından iyi niyetli olmadıkları sonucu bu analizlerden kesin ve açık şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu ise, Türkiye’de vicdan özgürlüğünün, egemen laikçi azınlık tarafından özellikle Müslümanlar aleyhinde son derece sınırlı tutulduğunu kanıtlamakta ve laikliğin, kesin bir İslâm düşmanlığı anlamına geldiğini göstermektedir.

 

Peki durum bu olunca, Türkiye’nin bir İslâm Devleti niteliğine sahip bulunduğunu söylemek acaba doğru olur mu? Çünkü öteden beri birçok kimse, bilerek ya da bilmeyerek Türkiye’yi böyle tanımlamaktadır. Acaba bu bir duygusallığın mı, bilgisizliğin mi, mantık bozukluğunun mu, kavram kargaşasının mı bir sonucudur; yoksa zihinleri karıştırmak suretiyle, taşların bir an önce yerine oturtulmasından rahatsız olup zaman kazanmak isteyen bir çevrenin yaydığı asılsız propagandalardan biri midir? Şimdi de bu soruları aydınlatabilecek bir yanıt aramak gerekiyor.

————————————————————————————-

[1] Adı geçen şahıs, bu sözleri, «Süleymancıların İçyüzü» adı altında yayınladığı bir kitapta kullanmıştır. Bkz. Baskı 5 s.21

 

[2]. Toktamış Ateş, Lâiklik s. 69. Ümit Yayıncılık 3. Baskı Ankara-1994.

 

[3] Bk. Mehmet Ali Ağakay, Türkçe Sözlük, (din Maddesi), sayfa 204. İkinci baskı, Ankara-1955; Ayrıca bk. Türkçe Sözlük. TDK. Cilt III-I, Din Maddesi s. 153. Cumhuriyet Basımevi İstanbul-1945

 

[4] Burada Laikçi-Putçularla Sünnîlerin karşılaştırılması her iki kesimin de dinsel birer kampı temsil ettikleri içindir. Laikçi-Putçuluk, Türkiye’de, bağımsız bir din biçiminde yapılandığı ve son şeklini aldığı için, sosyolojik bir gerçek olarak bu kesime artık dinci bir kamp gözüyle bakma gereği, hatta zorunluğu vardır. Bu bilimsel tasnifi elbette ki araştırmacılar yakın gelecekte benimseyecek ve incelemelerini bu doğrultuda sürdüreceklerdir.

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.