Hayatında hiç olmadığı kadar mutlu olduğu bir dönemden geçmekteydi. Bu kadar şen ve mutlu yaşayabilme yeteneğini keşfettiğinden beridir eski hüzün dolu yıllarına acıyor ve biraz da şaşırıyordu o hallerine. Öyle ya şimdiki enerjisi bırakın kendine yetmeyi etrafına taşıyor ve başka insanların da bu bitmek tükenmek bilmez denizden faydalanmasına imkan tanımaktayordu. Neticede kendisinden bir şeyler eksilmiyordu ya. Neşeli olduğu zamanlar bu halini etrafındaki insanlara da bulaştırarak onların da mutlu olmasını sağlıyor ve bu insanların bu halleri onu daha da neşeli hale getiriyordu. Kendini tekrar tekrar yeniden üreten neşe mekanizması gibi bir şeydi bu. Neşeli olmasını sağlayan pozitif enerjisi saçılmak için alan arıyordu adeta. İçinden geçenleri engellemediği zamanlar bu halini devam ettirmekte sıkıntı yaşamıyordu. En kötü günlerinden birini yaşayan mutsuz insanları bile halesi altına alan neşesi onu sevindiriyor fakat bir gün onu kaybetmekten ve tekrar eski haline dönmekten de ölesiye korkuyordu. Aklına ne zaman takıldığını bilmediği bu düşünce içini kemirmekteydi. Bazen aklına kendisi ve neşesinin iki ayrı varlık olduğu geliyor ve günün birinde neşesinin kendisini terk etmesinden korkuyordu. Nietzsche’de öyle değil miydi sanki. İnanılmaz baş ağrıları, kas spazmları, şiddetli kabızlık, kanlı kusma, hazımsızlık ve diğer başka birbirinden dayanılmaz hastalık semptomlarını kendinden ayırıyor ve hasta olanın bedeni olduğunu kendisinin ise inanılmaz derecede sağlıklı olduğunu söylüyordu. Ne zaman neşesinin de onu kendisi yapan parçalarından biri olduğunu dolayısıyla kısa süreliğine onu terketse bile içsel olarak onda mündemiç bulunduğunu düşünerek rahatlamaya çalışsa aklına hep Nietzsche’nin yaptığı bu ayrım gelmekteydi. İnsanların, onu her an yüz üstü bırakabilecek vefasız bir varlık sebebi ile sevdiği ve yanında olmaktan hoşlandığı düşüncesi ise aklını kurcalıyor ve onun istemsizce daha yanındalarken onlardan nefret etmeye sevk ediyordu. Bütün zenginliğini tükettikten sonra yalnız bırakılan insanları düşünerek neşesinin, onların mal varlıklarından çok farklı olduğunu kendine kabul ettirmeye çalışarak bir nebze de olsa rahatlamaya çalışıyor fakat o insanlar ile arkadaşların nitelik farkının da ancak aradaki açığı kapatmaya yeteceğini anımsayarak tekrardan içini bir sıkıntı basıyordu. Böyle düşünmek için sebepleri de yok değildi aslına bakarsanız. Şimdiki kadar yoğun olmasada aklı bu düşünceler tarafından karantinaya alındığı zamanlar doğru olup olmadıklarını değerlendirmek üzere davranışlarında ve konuşmasında değişikliğe gidiyor ve her ne kadar onu dehşete düşürmüş olsada savını doğrular nitelikteki sonuçlar onları daha yakında tanımasına fırsat veriyordu. Neşesi olmayınca bir hiç olacağına karar verdi. İşte acı gerçek bu kadar basitti. Bir kere böyle düşünmeye başladıktan sonra neşeli olmak artık eskisi kadar basit değildi. Artık ne olduğunu ve kendisine neden değer verildiğini bilmek başkalarına özgüven kazandırsa da bu garip adamda ters etki yapıyor ve üzerine kaldıramayacağını düşündüğü bir sorumluluk yüklüyordu. Yaptığı güzel bir eylemden ötürü takdir edilen kimsenin tekrardan aynı davranışı sergilemesi ihtimalinin azalması gibi bir şeydi bu. Kendiliğinden gelişen mutluluk nöbetleri yerini “neşeli olma görevlerine” bırakmıştı artık. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra sabahları da mutlu bir şekilde uyanamadığını fark etti. Sanki dünyanın onsuz da dönmeye devam edebileceği daha önce aklına gelmemiş gibi garipsedi bu durumu ilk başlarda. Fakat onun için en kötü an mutlu olmak için kendinden başka kaynağının olmadığını sezdiği andı muhtemelen. Öyleki eğer direnci kırılır ve kendini bırakırsa işi hiç de kolay olmayacaktı. Sanki çevreden gelen bütün verilere almaçlarını kapatmış ve sadece iç dünyasından gelenleri işliyor ve dışarıya da onları yönlendiriyormuş gibiydi. Çevresindeki hiçbir olay ilgisini çekmiyor zorla da olsa onlar içinde kaybolmak, onların arasına karışmak istemiyordu. Tutunacak tek bir dalı bile yoktu anlayacağınız. Kendisini bıraktığı an elinden kimsenin tumayacağını zaten anlamıştı daha önce belki ama öyle biri olsa bile kendisinin buna duyarsız kalacağını kendisinin başkasından gelebilecek yardımı kabul edebilecek inceliğe sahip olmadığını anlaması için zaman geçmesi gerekecekti. Nietzsche gibi. O da ne zaman birileri onun yerine düşünüp ona yardım elini uzatacak olsa hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşırarak terslenir ve söylediğine bin pişman edilirdi. Tabiatı başkasından beslenmeye karşı koruma altına alınmış gibiydi. Sanki homojen kendiliğine sürülen bir leke olarak görüyordu bu yardımları. Kendi başına ayakta durabilmenin bedeli olarak. Fakat bu yalnızlık Nietzsche’ye güç vermesine rağmen bu adamı acizlik düşünceleri içinde kıvrandırıyordu. Yardım almadan günlük hayattaki basit işlerini bile halledemezdi ki kendi yasasını kendi yapsındı. Hayatının büyük bir bölümünü kaplayan hüzün dönemlerinin o kendine has rahatlığını özleyebileceği aklına gelir miydi. Oo zamanlar mutsuzdu belki ama umudu da yoktu. Oysa şimdi kaybedecek ne çok şeyi vardı. Yaşanacak ne çok şeyi vardı. Sahip oldukları yüreğini genişletmek şöyle dursun iyice daraltmış ve iç sıkıntısını had safhaya çıkarmıştı. Bu zevkleri hiç tatmamış birinin yükseklerden oralara yuvarlanan kimse ile seviyeleri aynı olsa bile hissettikleri ve düşünceleri de aynı mı olacaktı? Eskiden ne kadar da ahmak olduğunu düşündü birden. Öyle ya o zamanlar halinin değişmesini istiyor fakat hedeflediği yere ulaşsa bile artık düşme ihtimalini de hesaba katması gerektiğini ya da düşmese bile bu dünyada yaşanan her keyifli anın kaderi gibi zamanla ona da duyarsızlaşacağını dolayısıyla böyle bir isteğin başından beri anlamsız olduğunu şimdi anlamıştı. Üzerinde en azından bu dünyada istediği yere ulaşmış bir insanın mağrurluğu olmadan kendi halindeki insanlara imreniyordu. Kısacık bir an aklına eğer herkes kendisi gibi ise bu dünyada kimsenin mutlu olamayacağı düşüncesi hücum etti. Her biri sürekli konumunu değiştirmeye kalkıyor fakat ya geldiği yerin yetersiz olduğunu düşünerek tamahkar bir şekilde daha fazlasını arzuluyor ya da saçma bir şekilde geçmişe özlem duyuyordu. Kim bilir belki de Pascal haklıydı. Başımıza ne kötülük geliyorsa ya da neden mutsuz oluyorsak şu dünyada bunun sebebi evlerimizde rahat bir şekilde oturamayışımızdı.
Bu düşüncelerin en yoğun yaşandığı ve ruhunu teslim aldığı zamanların birinde gökten bir peri onu ziyarete geldi. Dini otoritelerin çerçeve altına alıp sistemleştirdikleri hariç görünmeyene yönelik içinde sürekli bir şüphe taşıyordu. Gözüyle görmediğine inanmıyor kimseye söylemeye cesaret edemese de mikropların güç istencinde olan hırslı doktorlar tarafından kendilerine başkalarının giremeyeceği bir iktidar alanı yaratmak adına uydurulmuş olduğunu düşünüyordu. Din adamlarının rekabet edilemeyen otoritesi daha başka nasıl sarsılabilirdi ki. Görünmeyene karşılık görünmeyenin gücünden başka. Haliyle masallarda anlatılan fakat daha önce hiç görmediği bu periyi de zihninin kendine oynadığı oyunlardan biri zannetti. Gerçekten de zihnimizin bizi içinde bulunduğumuz kötü durumlardan kurtarmak ve bizi harekete geçirme adına bize yalan söylediğine inanıyordu. Geçici kas felcine uğrayan birisinin tam o esnada korktuğu şeyleri görmesini de sözünü ettiğimiz bu duruma bağlamakta bir beis görmemekteydi. Dolayısıyla bu perinin de onu yalnızlığından ve hüznünden kurtarmak adına zihni tarafından üretilen bir yanılsama olduğuna karar verdi. Öyle ya neşeli zamanlarında kendisine eşlik etmeyen peri nasıl olmuştu da böyle bir zaman diliminde çıkagelmişti. İyilik perisi olacak hali yoktu ya. Karşılıksız iyiliğin mümkün olmadığına kanaat getirdiği bu dünyada böylesine bir olay kolay bir şekilde şüpheye düşmeden kabul edebileceği cinsten de değildi kuşkusuz. Üstelik Ares’in bile insan kılığına girip savaşı daha fazla körükleyeceğini bildiği savaş naralarını atabildiği bir dünya da. (Bu çok eski ve kullanışlı bir taktikti. Gerçekleşmesini istemediğiniz bir şey varsa ona karşı argüman üreterek onu daha da güçlendirmek yerine düşük perdeden kaale alınmayacak cılız bir savunusunu yaparsanız sonuca daha kolay ulaşabilirdiniz. Netice de insanlar daha iyi olabilir miydi sorusunu kendilerine sormaksızın davanın sahiplenildiğini düşünecekler ve en iyi ihtimalle de rehavete kapılacaklardır.) Hayatının en güzel ve şen dönemlerinin ardındaki duraklama evresinde aniden hayatına girerek (tabi bu onun için beklenmedik fakat hoş karşılanabilecek bir durumdu. Fakat ilk başlardaki hoşnutluk ve umursamazlık zamanla yerini terk edilme endişesine bırakacaktı.) onu sonucunu önceden kestiremeyeceği bir maceranın içerisine bıraktı. Sevilme sebebinin neşesi olduğunu ve özünün sevilmeye layık olmadığını düşündüğü ve zaten arkadaş saydıklarından kopmaya teşne olduğu bir dönemde sevdiği her şeyden uzaklaştı. Zihni farklı kişilere, nesnelere, düşüncelere olan yatırımını çekip alarak bütün hepsini onun üzerine yatırmaktaydı. Zihni adeta ona dönüşmekteydi. Bedensel kendiliğin yaşaması için gerekli olan mekanik enerji dışındaki bütün taşkınlık onun imgesini sarmalamak ve muhafaza altına almak ile meşguldü. Daha az görüyor daha az yemek yiyor ve daha az dinliyordu. Hayatının devamı için gerekli olan fiziksel ihtiyaçları bazal seviyelere indirmişti bile çoktan. Varını yoğunu tek bir hamleye oynayan kumarbazın durumundan farksızdı yaptığı. Bunun o da farkındaydı belki de. Öyle ya bu kumarı kaybederse ne olacaktı ya da ne olmasını bekliyordu ki. Nietzsche “Tanrı öldü” naralarını attıktan sonra yaşananları andıran bir süreç onu bekliyordu muhtemelen. Bütün varlıklarını güvence altına alan tek bir kelimeyi ortadan kaldırdığınızda nasıl çürümüşlüklerini görüyor ardından bir kriz durumu hasıl oluyor ve zaten var olan medeniyet buhranı bir kaçık tarafından gün yüzüne çıkartılıyor ve insanlık farklı şekiller altında tapınma ihtiyacını yeniden tesis ediyor ise aynı boşluk süreci şimdide yaşanacaktı. ( Teşbihte hata olmaz. Bilinçdışı enerjinin yatırımı ve tekrardan paylaştırılması sürecinde yaşananları anlatmak adına yapılan bir benzetme bu) Merkezde yer alan tek bir imgenin çökmesi ile ona yatırılan bütün enerji boşluğa çıkacak ve uzun bir müddet tekrardan paylaştırılacağı düşünceler, nesneler, kişiler ve imgeler arayacaktı. Ne kadar süreceği bilinmeyen o inanılmaz boşluğa nasıl katlanılacağını varın siz düşünün. Böylesine riskli bir kumarı daha en başından neden oynamıştı ki zaten.
Zaman kimseyi dinlemeyen haylaz bir çocuk gibi akıp gitmekteydi. Her derde deva olduğu söylenirdi ama her sıkıntının da kaynağıydı aynı zamanda. Zaman, an falan dinlemeyip hepsini kül ederek anıya çeviriyordu. Aç gözlü bir canavar gibi anları kendine kattıkça büyüyor büyüdükçe daha da azgınlaşıyordu. Medusa’dan ne farkı vardı ki zamanın. Hiç değilse kendileri de taşa çevrilen insanlar eğer en mutlu anları ise sonsuza kadar orada yaşama fırsatnı elde ediyorlardı.( Jeux d’enfant isimli filmi izleyebilirsiniz) Zamana karşı olan kini bundan sonra da artarak devam edecekti. Artık onu sadece sezinlemiyor, kokusunu alıp görebiliyordu da. Küf kokan bir odada tahtına oturan somurtkan bir heykel koleksiyoncusuydu o.
Peri ile olan diyalogları genelde şöyle bir ortamda vuku buluyordu. Peri odanın en yüksek dolabınn üzerinde iken o alçak bir taburede oturmaktaydı. Uçabilme ve dolayısıyla dilediği yerde bulunabilme selahiyetine sahip olmasına bağladığı bu durum zamanla diyaloglarının eşit bir zeminde gerçekleşmediği izlenimi uyandırdı onda. Hatta kendisini biraz aşağılanmış da hissetti. İzlemeye gelenlerin önünde koşuşturan sirk hayvanlarına benzetti kendini. Morali bozulmasına rağmen üzüntüsünü periye belli etmemeye çalıştı. Zaten okuduğu masallardan onların biraz kendini beğenmiş ve empatiden yoksun olduklarını biliyordu. Kısa sürede periye o kadar alışmıştı ki artık onun teşrif edeceği ve sohbet edecekleri saatleri iple çekmeye başlamıştı. Bu anları beklemeksizin zamanın nasıl geçeceğini düşünemiyordu artık. Hayatının geri kalan önemsiz dönemlerine adeta bu saatlerin hatırına katlanıyordu. Yolların önemli olmasının sebebi kendini şatoya ulaştırmalarından kaynaklanıyordu. Dolap o oturduğu için değerliydi artık. Pencere oradan teşrif ettiği için. En sevmediği saati bile onunla konuşurken üzerinde olduğundan bir anda en değerli eşyası haline gelivermemiş miydi? Normalde gezmeyi hiç sevmemesine ne demeli. Bir anda bu seyyahlık arzusu nereden geliyordu ki? Peki ya “Suç ve Cez”a aşkı. Ya da “Milena’ya Mektuplar”. Onun tanıdığı ve sevdiği insanlar. Periler diyarı. Hatta bir ara sırf o istediği için kendisine gayet zor gelen bir konuda minik perinin müşkül durumdaki arkadaşı için istediği yardımı kıramamış ve hiç uyumadan istediğini tamamlamaya çalışmıştı. Verdiği emeklerin perinin arkadaşının sorunlarına çözüm olmayacağını kendi yetersizliklerinden ötürü gayet iyi bilsede onun dolayımı ile kendisine aktarılan bir işle meşgul olmaktan da ayrı bir haz alıyordu. Perinin bu dünyadaki insanların nasıl olduğu sorusu karşısında ilk başta aklına bir şey gelmediği için sessiz kalarak cevap vermemişti. İnsanları analiz etmekten hoşlanırdı fakat nedense bu soruya vereceği cevap onu bilgilendirmekten ziyade dedikodu gibi geldi ona. Biraz daha bilimsel bir kılıfla sunulursa hem cevap vermiş olacak hem de dünyanın, dünyadaki insanların onurunu kurtarmış olacaktı. Daha sonra ise insanların genel olarak sekiz kategoriye ayrılabileceğini, çok nadir olan nevi şahsına münhasır kimseler hariç bu kategorinin dışına çıkamayacağını anlatmıştı periye. Periler diyarında ise durumlar hiç de zannedildiği gibi toz pembe değildi. Öyleki periler kendi aralarında küçük cemaatler kurmuşlar ve o cemaatin görüşlerinin dışında fikir beyan edip farklı cemaatler ile ilişki kuramaz düzeye gelmişlerdi. Arkadaşlarını ise mecbur ona göre seçmek zorunda kalıyorlardı. Peri kötülük diyarı olarak bildiği dünyadaki kendi diyarlarına nazaran bu çeşitliliğe ilk başta inanmamış, büsbütün inandıktan sonra bile hayretini gizleyememişti. İki diyar arasındaki hayvanlardan bile bahsetmişlerdi. Hatta periler diyarındaki bazı hayvanların nasıl da dünyadakilere benzediğini fakat bazı hayvanların tıpkı periler gibi kanatları olduğundan söz etmişti. Orada kedilerin bile kanatları vardı ve onlara inanılmaz değer veriyorlardı. Hatta birisinin resmini bile göstermişti de şaşkınlıktan dili tutulmuş gibi yapmıştı. Gerçi pek bir yorum da yapmamıştı, neticede bu dünyada yaşasada bir insan olarak perilerden daha yüksek bir hayal gücüne sahipti ve daha önce buna benzer şeyleri düşlemişti. Dolayısıyla kendisine gösterilen büsbütün farklı bir şey olmaktan ziyade bir düşünün gözlerine yansıtılmasıydı adeta. (Olanaklar kısıtlandıkça insanlar daha çok düşlemek zorunda kalmazlar mıydı? Hangi peri uçmayı hayal edebilirdi ki? ) Aralarındaki ilişkinin sağlamlığından şüpheye düşmediği böyle bir günün sonunda perinin artık gitme kararını alması ile sukutu hayale uğradı. Böyle savunmasız bir anında gelen itiraf karşısında söyleyecek söz bulamadı. Kafasında inanılmaz yoğunlukta düşünceler beliriyor fakat önce hangisinden başlayacağını bilmediği için daha güçlü olan fikir gerçeklik düzlemine çıkıyordu.
Neden böyle bir karar aldığı sorusu artık onsuz yaşamayacağı itirafının boğazına sarılıyor ve adeta birbirlerine köstek oluyorlardı. Kafasında buna benzer birçok düşünce birbiri ile çatışırken aralarında kavgalardan kaçmak ile ün salmış “çaresiz ve ısrarsız kabulleniş” kaosu fırsata çevirerek aralarından sıyrılmış ve son engel olan “neden” sorusunu da aştıktan sonra kendini onun dilinde sonra da minik perinin kulaklarında buluvermiş.(O kısacık zaman diliminde yaşamak için can atan kelimelerin bu coşkusu beni her zaman heyecanlandırmış ve gülümsetmiştir doğrusu) Diğerleri tarafından tebrik edilmeyi beklerken aslında hepsinin kendisi yüzünden duyulmamaya mahkum olduklarını düşününce kendisinden utanmış ama çoktan da iş iten geçmiş ne yazık ki. Yumurtanın kendisine ulaşan ilk spermden sonra diğerlerinin girmesini önlemek adına kabuk oluşturduğunu ve ilk hangisi ulaşırsa ulaşsın sonucun değişmeyeceği düşüncesi ile kendini teselli etmeye çalışması da müspet sonuç vermeye yetmemiş. En azından “neden” ile mücadele edeceği yerde ona izin vermiş olsaydı ellerinde daha fazla bilge zerreciği olacağını düşünerek tekrardan bir hüzün kaplamış içini. Hepsinin amacı aynı iken birbirleri ile çatışmaya gireceklerine neden kolektif bir çalışma ile aralarından en uygununu seçemedikleri için onlara da suç bulmakta gecikmemiş.
Kafasında dönen kelimelerin bu garip savaşımından habersiz periye adamın hali kim bilir nasıl gözüküyordu. Söyleyeceği en ufak bir şeyin ısrar olarak anlaşılması (ki ısrar etmesinin fayda edeceğini bilse hiç durmadan ederdi kuşkusuz.) ve bunun da geri dönüşü olmayan bir tiksintiye sebebiyet verebileceği korkusu ve perinin gitmeye karar vermiş çelik gibi iradesine olan tanıklığı sebebi ile hiçbir şey yapamamış. Onu ilk gördüğü ve kendisini ancak bulduğunu hissettiği zaman diliminden başlayarak geçmişi, şimdiyi ve yaşayacağı önünde ne kadar zaman varsa hepsini o kısacık ana sığdırmış ve özellikle gelecekte kendisini beklediğini bildiği matemi sorgusuz sualsiz bir şekilde kabullenmişti. Çabalarının kaçınılmaz sonu ertelemekten başka bir işe yaramayacağını tez elden görmek sureti ile kendini serin suların içerisine bırakmış. ( Zaten çocukken de eğer bir gün hayalet görürse korkusunu yatıştırmak için ondan kaçmaya çalışmak yerine gidip hayalete sarılacağını söylediğini hatırlayanlara pek şaşırtıcı gelmemiş bu tutumu. Koca adam olmuş fakat çocukları sevmemesine rağmen içinde yaşamakta olan çocuğu hiç geride bırakmamıştı demek ki.)
Peri ile olan diyaloglarında en çok geçen kelimenin belirsizlik olduğunu anımsadı bir anda. Öyle ya içinde bulundukları durumdan tut perinin mahiyetine ve hatta adamın garipliğine kadar her yerde kendisini gösteren durum tam da belirsizlik değil miydi? Uzun bir süre bu konuda tartışmışlar ve sonuç olarak ikisi de bu hayatta en çok nefret ettikleri şeyler sürekli değişmekle birlikte aralarında en önemlilerinden birinin belirsizlik olduğu noktasında ittifak etmişlerdi. Fakat perinin bu ani ve söylemsiz gidişinin ardında kalan “acaba”lar içerisindeki durum tam olarak sözü edilen belirsizlik çukuru değil miydi ki? Acaba ona olan sevgisinden şüpheye mi düşmüştü? Acaba onu farklı değerlendirmesine sebep olabilecek bir şeyler mi yapmış ya da söylemişti? Ya da sadece sıkılmış mıydı? Kim bilebilir ki? Hiç kimse bilemez işte!
Peri usulca ve sessizce hep geldiği pencereden her zamanki umursamazlığı ile dışarıya doğru süzüldü. Fakat bu sefer gidiyorum bile dememişti. Gideceğine dair bir not bırakmıştı gerçi ama zaten yanında iken neden son bir kez konuşmadığına da anlam veremiyordu bir türlü. Bunca zaman konuştuklarının hiç mi hatırı yoktu? Ne kadar olduğunu bilemediği bir süre yerinden kıpırdayamadı. Saniyeler geçmişti muhtemelen ama ona seneler gibi gelmişti. Ardından pencereye doğru yanaştı. İçinden son bir kez arkasından bağırmak geçti. Bağırdı da. Fakat peri yoluna gitmeye devam etti. Dursaydı ne kaybederdi ki. Son bir soruya cevap verseydi. Uzaklaşmakta olan silüetini izlemekle yetindi bundan sonra. Hiç değilse o anı dondurabilmeyi ne kadar isterdi kuşkusuz henüz onu görebiliyorken. Peri bir kere bile arkasını dönmeyecekti. Bulutların olmadığı bir gecede ilerledikçe yıldızlardan ayırtdedilememeye başlamıştı. Yıldızlara karışmıştı belki de. Diyarı orasıydı. O gün bugündür bulutlu geceleri yıldızlar gözükmediği için sevemez olmuştu. Sanki kapana kısılmış gibi hissediyordu kendini. Cam bir fanusun içine bırakılmışçasına nefes alıp vermekte zorlanıyordu öyle gecelerde. Bazen de ayaklarının altından dünya çekilmiş ve uzayın boşluklarında oradan oraya savruluyormuş gibi hissediyordu kendini. Bu olağan üstü büyüklük karşısında küçüldükçe küçülüyor kemikleri birbirine geçecekmiş gibi oluyordu. Gündüzleri de eğer bakıyorsa onun kendini göremeyebilecek olmasından ötürü sevemiyordu artık. Her bir yıldız kaydığında içi ürperiyor fakat yıldızlardan başka bir şekilde işaret gelmesi de mümkün olmadığından içten içe heyecanlanıyordu. Milyarlarca ışık kümesi arasından hangisi olabileceğini tahmin etmeye çalışmak yorucu ve imkansızdı belki ama hüzünle kaplanmış bir eğlenceydi onun için. Bazı geceler yıldızlardan birinin ona göz kırparak mesaj iletmeye çalıştıklarını görüyor fakat bu görüntünün düş mü yoksa gerçek mi olduğuna bir türlü karar veremiyordu. Acaba o pencereden çıktıktan sonra hiç hatırına gelmiş miydi ki?
Zamanla içindeki sıkıntıyı hafifletmek için yazmaktan başka bir şey yapamayacağına karar verdi. Öyleki yazdıkça rahatlıyor ve sanki içindeki karanlık ruhları onları muhabbetle selamlayan sırdaş yapraklara aktarıyordu. Breur de Anna O. isimli hastasını o şekilde tedavi etmiyor muydu sanki. Histerik semptomlarının altında yatan ya da onu tetikleyen problemin kökenine inip sakince ve etraflıca bütün detayları ile açıklayınca sıkıntılar hafifliyordu. Yazmakta tıpkı böyle bir şeydi işte. İçinde kopan fırtınaları bir analistmişçesine düzenli bir şekilde dinleyip ona yol gösterecek kağıtlar dermanı olabilecek miydi? Kendi ile yapılan sohbetti bu. Benliğin dışarı taşarak rahatlamasını sağlayacak bilinçli ketleme mekanizmaları devre dışı bırakıldıktan sonra hipnotik ve haliyle dobra ve açık sözlü benle yapılacak olan bir sohbet.
Şimdi belki de göklerden onu izliyordu. Belki yadırgıyor, dalga geçiyor pek ihtimal dahilinde değil ama belki de ona acıyordu. Seviyor olma ihtimalini aklına getirmek istemedi çünkü seviyor olsaydı tekrar gelmemek için bir sebebi olmazdı ve gelmediğine göre ona bir şey mi oldu düşüncesini de beraberinde getiren bu kötü düşünceleri derhal zihninden savuşturdu. Fakat asıl kötü olan varlığı hakkındaki en kötü hisleri ve yargıları değil onun hiç hatırında bile olmamaktı. Öyle ya varlığının bu mesafelerden ona eklemlenebilmesinin tek yolu buydu. Varlığının kimse tarafından bilinmediği boşluk halini ve uzamdaki ölüm sessizliğini düşündükçe içi ürperiyor fakat ve böyle bir durumda varlığını ona hatırlatacak çözümün ne olduğunu bir türlü kestiremiyordu. Eğer bir insan olsaydı en kötü ihtimalle mektup yazarak bu hayatta iken veya öldükten sonra varlığını ona sarkıtmak için bir yöntemi olabilirdi. Tıpkı bilinmeyen bir kadının yazdığı mektuplar gibi. Yaşamı boyunca varlığı sevdiği kişi tarafından algılanmamış bir insana bu hayatı terk ettikten sonra bırakılan miras. Ona inanacaklarını bilse bir başkasına anlatabilrdi belki bu durumu fakat herkes tarafından gerçekçiliğin kalesi olarak görülmesi inanmayacaklarının garantisiydi. Belki birilerine içini dökebilseydi rahatlayacaktı. Öyle ya ne diyecekti? Hiç kimsenin görmediği bir peri tarafından terkedilmenin ne kadar acı olduğunu mu? Onlarda hemen anlayıp teselli edeceklerdi öyle mi. Bu sevgiye şahitlik edebilecek şu dünyada tek bir kişi bile bulunmaz mıydı Allah aşkına. Öldükten sonra onun zihninde var olma düşüncesi bile şu anda acısını hafifletiyor ve tutarlı bütünlüğünü sağlayarak tekrardan rasyonel düşünmesinin önünü acıyordu. Fakat hitap etmek istediği kişi bir peri ise nasıl davranabilirdi insan. Ona haber iletmek nasıl mümkün olabilirdi. Konuşsa bağırsa duyar mıydı? Ya da beden diliyle hitap edilebilir miydi ona? Fakat bütün bu olasılıkların vücuda gelebilmek için her zaman kendine ihtiyaç duyduklarını ve sonuç itibari ile bir fani olduğunu düşündü. Ömrü ne kadar uzun olsa da varlığından periyi haberdar etmeye yetmeyecekti. Kendisi olmasa bile perinin tekrar gelebileceği ihtimaline karşı ona bir şeyler bırakmalıydı. Ölümsüz bir şey. Tıpkı o bilinmeyen kadın gibi mektuplar yazacaktı. Her ne kadar ilkel olsa da periler ile iletişim kurabilmenin de yegane yolunun mektup olduğunu görmek yüzünde acı bir tebessüme sebep oldu. Kendisi ölse bile mektupları baki kalacağından önünde sonunda kendini ifade edebileceği düşüncesi içini rahatlattı bir nebze de olsa. İçindeki dertleri perinin görebilmesi için mektuplara kazıyacaktı. Öyle ya muhakkak okuyacaktı. Acaba.bir anda sözcükleri boşluğa saçtığı ve asla görülmeyecekleri dehlizlerde kaybolacakları düşüncesi içini kemirdi. Görse cevap vermez miydi. Okuduğuna, gördüğüne dair bir delil bırakamaz mıydı? Çok bir şey miydi istediği? Sonuçta o bir peri değil miydi? Bir işaret bırakmanın nesi bu kadar zor olabilirdi ki.
Kendisini uyuşturmak, benliğini unutmak acı çekme yetisini dumura uğratmak için hiç durmadan yazmaya karar vermişti.
İçinden asla ihtimal vermek istemediği ama bir türlü de kurtulamadığı şu düşünceler geçmekteydi. Bütün bir yaşamı boyunca balyoz gibi sürekli kafasına hücum edecek şu düşünceler.
Yazdığı mektuplar aşılmaz mesafeleri katederek ona ulaşabilecek miydi?
Gördüğü halde işaret bırakmayacak kadar merhametsiz miydi?
Ya da hiç görmeyecek kadar mı kör ve umursamazdı?