Kerâmet İslâm’ın, Kehânet Müslümanlığındır.

Tarîkatçılar, kerâmeti kehânetle karıştırırlar. “Evliyâ” diye ürettikleri kişiliğe olağanüstü özellik kazandırmak için onun, gaybı bildiğini ileri sürerler. Bunu, kendi jargonlarında “Mükâşefe” ya da “Keşif” diye nitelerler.

 

Mükâşefe مُكاشَفة: Arapça, dörtlü كاشَفَ fiilinden türetilmiş, (mufâaleمُفاعلة ) vezninde bir masdardır. (Keşif كشف) sözcüğü ise, üçlü kök fiil: كَشَفَ – يَكْشِفُ’dan türetilmiş bir masdardır. Bu iki kelime de Arap sözlüğünde: (bilinebilir olan) bilinmeyeni ortaya çıkarmak, anlamına gelirler. Türkçe’de de aynı lâfız ve aynı anlamda kullanılırlar. Ancak (keşif) kelimesine Türkçe (etmek) masdarı eklenerek «keşfetmek» şeklinde kullanılır.

 

Türk tasavvufçuları bu iki kelimeyi sözlük mânâlarından tamamen soyutlayarak, onlara kendilerince; -ne Arap diliyle, ne de İslâm’la hiç alâkası olmayan- anlamlar yüklemiş, birer tasavvuf terimi olarak birikimlerine ilâve etmişlerdir. Mistik akımlarda bu tür sorumsuzluklar yeni değildir. Nakşbendîliğin teorisyenleri tarafından yüzyıllar önce Budizm’den yapılan adaptasyonlar bunu kanıtlamaktadır. Dönem dönem yeni dinsel kurallar koymaya ve çeşitli tarikatlar kurmaya da esasen Türk Müslümanlığı müsaittir.

 

Bu ilgiyle hatırlatalım: Tarîkatçılar Yüce İslâm’ı -hemen her fırsatta- Müslümanlık diye lanse etmek için, bu iki ismi birbirinin yerine sürekli olarak kullanmış ve kullanmaktadırlar. Ancak Müslümanlığın hangi labirentlerde, hangi niyetlerle ve -zaman içinde- nasıl yapılandırıldığını merak edenler -bilhassa keşif ve kerâmet hikâyelerini inceleyerek- bu zümrenin kelimelerle nasıl oynadıklarına tanık olabilirler.

 

Bu iki kelime, tarîkat kültüründe -özellikle Nakşbendîlikte- büyük önem taşırlar. Bunlardan “keşif” sözcüğü, genelde kerâmetle birlikte kullanılır. Son zamanlarda, kerâmet hikâyeleriye doldurulmuş Nakşbendîlere ait kitaplarda[1] örneğin, «filanca veli, keşif-kerâmet sahibi büyük bir zat idi.» gibi cümlelere sıkça rastlamak mümkündür.[2] Mükâşefe sözcüğüne tarîkatçılar tarafından yüklenen anlamı, -bu zümrenin akademisyen sözcülerinden- Prof. Dr. Süleyman Uludağ şöyle açıklamaktadır: «Mükâşefe مُكاشَفة: Keşif hali, kalb gözünün açılması. Gayb âleminin görünmesini sağlayan hal. Mükâşefe sûfînin akıl ve duyu organlarıyla elde edemediği gayba ve ulûhiyete ait mahrem ve sırrî bilgiler verir.»[3]

 

İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet külliyâtının koyduğu ölçülerle değerlendirdiğimizde yukarıdaki sözlerin, Mükâşefe maskesi altında- kehâneti tarif ettiğini görürüz. Çünkü İslâm kaynaklarına göre «gayb»ı (yani mutlak meçhulleri) Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bu gerçeği açık ve kesin surette ifade eden birçok âyet-i kerîme vardır. Ezcümle:

 

Âl-i İmrân Sûresi’nin 179. Âyet-i kerîmesinin meâli şöyldir:

 

«Allah, size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (gaybı ona bildirir).»

 

El-En’âm Sûres’inin 50. Âyet-i kerîmesinin meâli de şöyldir:

 

« De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.”»

 

El-En’âm Sûres’inin 59. Âyet-i kerîmesinin meâli de şöyldir:

 

«Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir.»

 

El-A’râf Sûres’inin 188. Âyet-i kerîmesinin meâli de şöyldir:

 

« De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bile bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.”»

 

Yunus Sûresi’inin 20. Âyet-i kerîmesinin meâli de şöyldir:

 

«Ona (Muhammed’e) “Rabbinden bir mucize indirilse ya!” diyorlar. De ki: “Gayb ancak Allah’ındır. Bekleyin, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!”»

 

Hûd Sûresi’inin 31. Âyet-i kerîmesinin meâli de şöyldir:

 

«Size ben, “Allah’ın hazineleri yanımdadır”, demiyorum; gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum…»

 

Hûd Sûresi’inin 49. Âyet-i kerîmesinin meâli de şöyldir:

 

«İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun, ne de kavmin. O hâlde sabret. Çünkü (iyi) sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacaktır.»

 

Yusuf Sûresi’inin 102. Âyet-i kerîmesinin meâli de şöyldir:

 

«İşte bu (öykü), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin.»

 

Meryem Sûresi’inin 78. Âyet-i kerîmesinin meâli de şöyldir:

 

«Gaybı mı görüp bilmiş, yoksa Rahmân’dan bir söz mü almış?»

 

En-Neml Sûresi’inin 65. Âyet-i kerîmesinin meâli de şöyldir:

 

«De ki: “Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.”»

 

Gaybın, Allah’tan başka hiç kimse tarafından bilinmediğini; bildirmedikçe de bilinemeyeceğini ifade eden daha başka âyet-i kerîmeler de vardır.

 

Bütün bunlardan açıkça anlaşılmaktadır ki mutlak gaybı, (eğer Allah Teâlâ elçisine bildirmemişse o da dahil) Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Dolayısıyla, (izafî gayb[4] hariç; Allah’ın, elçilerine bildirdikleri de hariç), mutlak gayb sayılan bir hususta malumat sahibi olduğunu söyleyen ve ona ilişkin bilgi verme iddiasında bulunan kimse, (Allah dostu olmak şöyle dursun) kâhin ve şarlatan sayılır. Kehânet ise İslâm’da yasaklanmıştır.[5] «Allah’a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahyedilmemişken, “Bana vahyolundu” diyen, ya da “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim” diye laf eden kimseden kim daha zalim olabilir? Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, “Haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz, ve O’nun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız” diyecekleri zaman hâllerini bir görsen!»[6]

 

Ayrıca bu konuda Hz. Rasûl’den rivâyet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir:

 

«Her kim bir kâhine gider ona bir şey sorarsa, kırk gün boyunca tevbe kapıları onun yüzüne kapanır; eğer kâhinin dediğine inanırsa kâfir olur»

 

Başka bir hadis de (meâlen) şöyledir:

 

«Her kim ki bir kâhine gider (danışır) ve onun söylediklerine inanırsa (…) Allah’ın Muhammed’e indirdiklerinin tümünden alâkasını kesmiş olur!»[7]

 

Hadisteki bu tehdide rağmen, “keşif ve kerâmet” adı altında tarîkatçı evliyalarına mal edilen aşağıdaki örnekler, bu zümrenin yüzyıllardır İslâm’a karşı amansızca sürdürdükleri savaşa ilişkin önemli ipuçları vermektedir.

 

Nakşbendîlere ait bir “ansiklopedi”de, «İmâm-ı Rabbânî» diye meşhur edilen şahsın hocası Bâqıy billâh için aynen şu ifadeye yer verilmektedir: «Hızır ve İlyas aleyhisselâmın rûhâniyeti ile görüşüp konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler»[8] Bâqıy billâh’ın öğrencisi Rabbânî için de şu övgülere yer verilmektedir: «Kerâmetlerinin altıbinden fazla olduğu bildirilmiştir.»[9] Rabbânî’ye “keşif ve kerâmet” adı altında mal edilen hikâyelerden birkaçı şöyledir:

 

«Bir sabah zikr halkasında idim. Aniden bir fenâ hâli zâhir oldu. Kendimden geçtim. Bu hâl o günün ikindi namazından sonrasına kadar devam etti. Gördüm ki; ümmetin ışığı, İmâmların İmâmı, Ebû Hanîfe Kufi (radıyallahü anh) bütün talebeleri ile ve kendi mezheblerindeki bütün müctehidlerle etrâfımda toplandılar ve beni sardılar. Hocalarından İbrâhim Nehaî gibileri de orada gördüm. Sonra gördüm ki, İmâm-ı a’zâmın ve bu imamlardan hepsinin nûru bana geldi. Ben onların bu nûrlarından kendime geldim ve bekâya kavuştum. Tamamen o nûrlara gömüldüm. Her birinin nûrunu ayrı ayrı kendimin bir parçası gördüm, İki-üç gün sonra aynı huzûr ve bekâ, İmâm-ı Şafiî ve talebesi ve mezhebindeki müctehidleri ile zuhura geldi. Hanefî âlimlerinin benden ayrılıp çıktıklarını, İmâm-ı Şafiî’nin talebesinin ve müctehidlerinin bana geldiklerini, kalbime girdiklerini gördüm. Evvelkiler gibi, bunların da nûrları benim parçalarım oldu. Birkaç saat sonra, Hanefî mezhebinin nûrları, eskisi gibi tekrar bana geldiler. Şimdi kendimi bu iki mezhebin nûrlarına kavuşmuş buluyorum…” »[10]

 

Yine Rabbâni’ye mal edilen başka bir kerâmet hikâyesi de şöyledir:

 

«Çok uzak memlekette bulunan bir azîz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin medhini duyup, Serhend şehrine geldi ve birinin evinde misâfir kaldı. İmâm-ı Rabbânî’den istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini, bunun için çok neşeli olduğunu söyleyince, ev sâhibi İmâm-ı Rabbânî’yi kötülemeye başladı. Misâfir çok üzüldü.Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî’ye sığınıp kalbinden; “Ben yalnız Allah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saâdetten mahrum etmek istiyor.” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini inkâr eden, o şahsa gereken cezayı verdi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzûruna kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Gece olanı, gündüz anlatma!” buyurup, kerâmetini gizledi.»[11]

 

Günümüzde özellikle Nakşbendî kalabalıklar tarafından “gavs”, “Seyda” ve “Efendi Hazretleri” gibi unvanlarla ünlendirilmiş olan şahıslar için de yığınlarca kerâmet hikâyeleri üretilmiş ve üretilmeye devam edilmektedir. İstihbarat örgütleri, tarîkat mafyası ve derin devlet tarafından desteklenen bu tür faaliyetlerden asıl amaç: Müslümanlığı canlı tutmak, bu suretle de İslâm’ın Türkiye’ye sıçramasını engellemektir!

 

Bunun, özellikle günümüzde çok önemli (yarı-gizli) bir nedeni vardır: Son yıllarda İslâm’ın dış dünyada nefretle karşılanmasını Türkiye, büyük bir kaygı ile izlemekte; bu nefret, günün birinde “İslâmofobi” olmaktan çıkıp “Müslümanofobi”ye dönüşebilir diye rahatsızlık duymaktadır. Çünkü, Ortadoğu’daki anarşinin temelinde İslâm değil de müslümanlık faktörünün yattığı eğer bir gün dünya halkları tarafından fark edilecek olursa her şeyin tersine döneceği, Türkiye’nin zirvesi tarafından çok iyi bilinmektedir. Onun için bir yandan dış dünyaya İslâm’ın şiddet kaynağı olduğu hissini vererek Türk Müslümanlığını sevimli göstermek, öbür yandan içerideki milyonlarca hasta ruhlu insan için terapi kaynağı olarak kullanmak amacıyla – Müslümanlığın birer kurumu olan- evliyacılık, kerametçilik ve üfürükçülük faaliyetleri özenle korunmaktadır.

 

***

 

Kerâmet كَرَامة sözcüğüne gelince; bu da Arapça كَرُمَ – يَكْرُمَ kök fiilinden türetilmiş bir masdardır; Arapça sözlükte: yücelik, şeref, yüksek itibar, âlicenaplık, ikram ve cömertlik mânâlarına gelir. Tarîkatçılıkta ise bu anlamların tamamı yok sayılarak, “velî” kişinin gösterdiği (yukarıda örnekleri verilen) sözde olağanüstü hadiselere ad olarak kullanılmıştır.

 

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Sünnet külliyâtında hiç bir olağanüstü hadise, “kerâmet” kelimesiyle nitelenmemiştir. Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’de «kerâmet» sözcüğü, ( كرامةveالكرامة  ) şeklinde ne tarifli ne de tarifsiz olarak yer almaktadır. Buna rağmen; gerek İslam’dan önce, gerekse İslâmî dönemde Allah Teâlâ’nın, salih kullarına -doğa yasalarını durdurarak- çeşitli ihsan ve ikram örnekleriyle muamelede bulunduğu kesindir. Örneğin; Firawn tarafından öldürüleceği korkusuyla, Hz. Musa’nın -bebek iken- annesi tarafından nehre terk edilmesi; daha sonra bulunması ve bizzat Firawn’ın sarayında koruma altına alınması; Hz. Musa ile yol arkadaşı arasında -seyahatleri boyunca- olup biten ilginç hadiseler; Hz. Süleyman’ın emri üzerine Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan zat”[12]  tarafından Yemen kraliçesinin, tahtı ile birlikte (göz açıp kapayıncaya kadar) huzura getirilmesi; Hiç kimse ile temas etmemesine rağmen Hz. Meryem’in, Hz. İsa’yı babasız doğurması; Hz. Meryem’e -hamilelik günlerinde- gönderilen gıdalar ve mevsiminden önce yetişmiş hurmalar; Ashab-ı Kehf’in (saklandıkları mağarada) yüzyıllarca uyuduktan sonra yeniden uyandırılmaları gibi olağanüstü hadiselerin her biri elbette birer kerâmettir. Evet, İslam âlimleri bu olayları «kerâmet» olarak nitelemişlerdir. Dikkat edilirse; ne Hz. Musa’nın annesi, ne Hz. Musa’nın yol arkadaşı, ne Hz. Süleyman’ın veziri, ne Hz. Meryem, ne de Ashâb-ı Kehf; bunların hiç biri rasûl ya da nebî değildi. Ancak Allah Teâlâ’nın, bu salih kullardan kimisinin doğasında (hayat kanunlarına karşı) meydana getirdiği direnç, kimisine verdiği tesellî, kimisine bahşettiği müstesnâ bilgiler ve kimisine ihsan buyurduğu nimetler birer kerâmettir.

 

Tarikatçılar, İslam’a ait birçok değeri aşırarak, -ondan sonra da çarpıtarak, dinleri olan- Müslümanlığa mal ettikleri gibi, Kur’ân-ı Kerîm’de ve Sünnet külliyâtında rastladıkları olağanüstü hadiseleri de taklit ederek yaklaşık 800 yıldır yığınlarca kerâmet üretmişlerdir. Bütün bu çabaları  “evliya” diye meşhur ettikleri kâhinleri birer ilâh diye sunmak için- harcamışlardır. Bu tür hikâyelerle doldurdukları menâkıbnameler, güçlü belgeler olarak bu zümrenin sırlarını günümüzde deşifre etmektedir. Örneğin bunlardan birinde yer alan şu dizeler, evliyacılığı bütün çıplaklığı ile afişe etmektedir:

 

«İki cihanda tasarruf ehlidir çünki velî

Deme kim bu mürdedir bunda nice dermân ola

 

Rûh şemşîr-i Hudâ’dır ten gılâf olmuş ona

Tâ ki â’lâ kâr eder bir tîğ ki uryân ola.»[13]

 

Şu var ki onlar, nasıl ki İslam’ı Müslümanlık kisvesine bürümeyi hiç bir zaman başamamış iseler; öylece kâhinlerini de hiç bir zaman salih birer insan olarak nitelemeyi başaramamışlardır. Kâhinlerine mal ettikleri, kerâmet masallarını da Allah’ın, salih kullarına bahşettiği ihsan ve nimetler gibi açıklamayı becerememişlerdir. Allah Teâlâ, bu fırsatı onlara vermemiştir. Çünkü ne İslam Müslümanlık demektir; ne kehânet ile kerâmet aynı şeylerdir, ne de kâhinler (haşaa!) Allah’ın salih kullarıdır. Bunların hepsi ayrı şeylerdir; tarîkatçılar bunu kerih görseler de…

 

***

 

Evliyacılık ve kerametçilik geleneğinin geçmişine baktığımızda bu akımın, Türkistan’ın fethinden sonra başladığını görürüz. Çünkü, gerek Hz. Rasûl (s) döneminde, gerek Râşidî Hilâfet döneminde, gerekse Tabiîn ve onların çağdaşları olan (Pers kökenli-Araplaşmış Iraklı) “zâhidler” döneminde keşif ve kerâmet anlatıları ve tartışmaları yoktu.[14] Çünkü Tabiîn (İslam toplumunun ikinci kuşağı) devrinde, «Tasavvuf» kelimesi telâffuz edilmeye başlamış ise de Müslümanlıktan, -onun en önemli ayağı olan- Türk tasavvufundan ve Nakşbendîlikten henüz eser yoktu. Bu ilgiyle hatırlatmak gerekir ki; keşif ve kerâmet efsaneleri, sadece Türk tasavvufuna özgü bir hususiyettir. Bu efsanelerden oluşan tarihî Türk tasavvuf mitolojisi, evliyacılığın kurumsallaşmasına paralel olarak başlamıştır. Çünkü keşif ve kerametin üretilebilmesi için önce “evliya” kişiliğin üretilmesi gerekiyordu. Türkistan’ın “Arap orduları tarafından işgal edilmesi”nden kısa bir süre sonra evliyacılığa paralel olarak kerâmetçilik akımı başlatılmıştır. Bu iki akımın mistik bir kisve içinde ortaya çıkması Türkün İslam’a karşı çok anlamlı ve destansı direnişini özetlemektedir. İşte bu direnişin dıştan görüntüsünü temsil eden dinsel yapının adı «Müslümanlık»’tır. Bu kılıf-yapı’yı aslında asırlardır destekleyen ve sürekliliğini sağlayan faktörlerin başında, -evet hiç kuşkusuz- evliyacılık ve kerâmetçilik akımları gelmektedir. Anadolunun hemen her köşesinde bulunan türbeler ve yatırlar bu gerçeği yeterince kanıtlamaktadır.

 

Bu direnişi anlamlandıran tavır -çok yanıltıcı olduğu için,- son yıllara kadar hemen hiç kimse ne müslümanlığın, ne tasavvufun, ne Nakşbendîliğin, ne de -bütün bunların birer ayrıntısı olan- keşif ve kerâmetin barındırdığı sırlar hakkında kayda değer bir şey bilmiyordu. Çünkü, yüzyılların sonuçlandırdığı evrimin ve yozlaşmanın bir sonucuydu bu bilgisizlik… Peki, son yüz elli yıldır ancak okuma yazma ile ilgilenmeye başlamış bir toplum, geçmişini kuşatan mistikçiliğin şifreli ilmiklerini nasıl çözebilir! Fakat bu toplum her şeye rağmen -sebeplerini bilmese de gelenek olarak- Müslümanlığa sımsıkı sarılmak suretiyle İslam’a karşı direnişini günümüze akadar sürdürmüştür. Bu direnişi anlamlandıran tavır ise: -açıkça söylemek gerekirse- her milliyetçi ve bilinçli müslüman[15] kişinin, her müslim[16] kişiye karşı; «senin, mucizeler gösteren bir peygamberin varsa, benim de kerâmetler sergileyen binlerce evliyam vardır!» diye açıktan seslendiremediği (gizli) tepkisinden başka bir şey değildir. İşte keşif ve kerâmet şifrelerinde saklı bulunan asıl sır budur. Müslümanlık ile İslam’ın birbirinden tamamen ayrı ve bağımsız birer din olduklarını kesinleştiren kanıtların en başında da bu sır gelmektedir. Dolayısıyla yine hatırlatalım: Müslümanlığı ya da tarîkatçılığı (özellikle de Nakşbendîliği) -ayrı ayrı ya da bütün olarak- “pararlel din” diye nitelemek isteyenler çok büyük bir hataya düşmüş olacaklardır! Hayır, Müslümanlık ile İslam’ın, ya da tarîkatçılık ile İslam’ın paralelliği akıl ve ilim divanında kanıtlanamaz. Bununla birlikte Müslümanlık ya da tarîkatçılık, İslam’ın alternatifi de değildir. Tam aksine; belgeler ışığında, -tarihi arka planı ile derinlemesine- çok dakik bir incelemeye tabi tutulduğunda Müslümanlığın, İslam’a karşı kurulmuş sinsi ve yanıltıcı bir savunma sistemi olduğu anlaşılır. Böyle bir inceleme sırasında onu besleyen evliyacılığın ve kerâmetçiliğin bütün şifrelerine ve sırlarına ulaşmak şarttır.   

 

Bugünkü Türkiye toplumunu tanımlarken, bazı –tarihsel ve sosyolojik- ipuçlarını göz önüne aldığımızda, evliyacılık kompleksinin temelinde yatan gerçekleri tespit etmemiz kolaylaşmaktadır. Örneğin Türkiye’de ırkçılığa varan aşırı milliyetçiliğin temel nedeni düşman korkusudur. Şu var ki düşman korkusu, aynı zamanda düşman üretmenin de kaynağı olarak psikolojik bir afettir! İşte bu önemli bir ipucudur. Bu duygunun toplumda tarih boyunca var olduğunu saptamak zor değildir. En başta; yaygın olan kahramanlık efsaneleri, tarih saptırmacılığı[17] ve üretilmiş hayâlî kahramanlar bunu çok güçlü şekilde kanıtlamaktadır. «Her düşünce, kendi romantizmini ve romantik kahramanlarını üretir.»[18] Nitekim, özgün bir milli kimlik inşa etmek amacıyla birçok tarihi kahraman icat edilmiştir. Örneğin bunlardan biri de «Ulubatlı Hasan»’dır. Türklerde korku ile milliyetçilik, her çağda birbirini üretmiştir. Ne malum; Türklerin bugüne kadar tarih sahnesinde dimdik ayakta duruyor olması belki de bu iki şey sayesinde mümkün olabilmiştir; milliyetçiler ürettikleri kahramanlık efsaneleriyle, tarikatçılar da ürettikleri kerâmetlerle toplum için tarihî ve manevî dayanaklar vücuda getirmişlerdir. Nitekim korku, insanda sığınma arayışını tetikleyen, hemen hemen ilk ve tek sebeptir. Bu ilgiyle, “evliyaların” bu duygudan hareketle üretilmiş manevî sığınaklar olduğunu söylemek yanlış olmaz.

—————————————————————————————————

[1] Bu kitapların başında, Işıkçı Nakşbendîler tarafından yayınlanmış olan «İslam Alimleri Ansiklopedisi» ve «Rehber Ansiklopedisi» gelmektedir.

 

[2] Bkz. İbrahim Sarı, Güneydoğu Evliyaları, NoktaE-Book Publishing, 1. Baskı-2016. S.459 Net Medya Yayıncılık.

Ayrıca bkz. https://www.huzurpinari.com/arsiv-download/evliyalar-ansiklopedisi/7366-abdulkadir-siddiki

 

[3] Bkz. Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet yy. S.383 İstanbul-1999

[4] İzâfî gayb: mutlak gaybın aksidir. Allah’ın varlığı, ruh melek, cin, şeytan, Cennet ve Cehennem gibi gerçekler, mutlak gaybın en önemlileridir. Gelecekte olup bitecek tüm hadiseler ve (açığa vurulmadığı sürece) İnsanın zihnindeki düşünceler de (başkası için) mutlak gayb’dan sayılırlar. Tartışılıyor olsa bile, hiç kimse, başkasının zihninden geçenleri tam olarak okuyamaz. Define, kayıp eşya, faili meçhul cinâyet ve suçlarla ilgili olaylar, matematiksel ve mantıksal problemlerin sonuçları gibi bilinmezler ise izafi gayb kapsamına girer. Bunlar aklî ve ilmî yollarla ve araç kullanarak bilinebilirler.

 

[5] Diyanet İşleri Başkanlığı ilmihalinde, kehânet hakkında verilen bilgiler şöyledir: «Kehanetin, modern bilimin yeterince gelişmediği, dinî bilginin de eksik kaldığı dönem ve toplumlarda bir hayli yaygın olduğu, bunun da temelinde, yukarıda temas edildiği üzere, insanın bilinmeyene ilgi duyması, gizemli olanı merak etmesi, etrafında olup bitenlerin sebebini kavrama isteyişi gibi bir sâikin yattığı söylenebilir. Ancak İslâm dini Allah’tan başka varlıkların gaybı bileceği ve insanın kaderini etkileyebileceği inancını içeren, neticede tevhid esasını zedeleyen her türlü bâtıl inanış ve yönelişe karşı sert bir tavır almış, bunun için de falcılığı, uğursuz sayma inancını ve kehaneti yasaklamıştır.

 

Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde kehanet yasak edilmekte, kâhinler yerilmekte, onları tasdik edenin Hz. Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olacağı (Ebû Dâvûd, “Tıb”, 2; Tirmizî, “Tahâret”, 102; İbn Mâce, “Tahâret”, 122), cennete giremeyeceği (Müsned, III, 14) ve kırk gün namazının kabul edilmeyeceği (Müslim, “Selâm”, 33) ifade edilmektedir. Bu ağır tehdit, fal ve kehanet inancının, falcı ve kâhinlerden yardım istemenin İslâm’ın özüne ve inanç sistemine temelden aykırı olması sebebiyledir.» Kaynak: Diyanet şleri Başkanlığı, İslâm İlmihali II, S. 170. TDV Yayınları

 

[6] El-En’âm/93

[7] Hadisin çeşitli rivâyet ve metinleri:

من أتى كاهنا فسأله عن شيء حجبت عنه التوبة أربعين ليلة فإن صدقه بما قال كفر.

مَنْ أَتَى كَاهِنًا فَصَدَّقَهُ بِمَا يَقُولُ (…) فَقَدْ بَرِئَ مِمَّا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَى مُحَمَّدٍ.

Kaynaklar: Wâsiletu’bnu’l-Esqa’dan naklen Ebûbekru’bnu-Beşîr; Tabarânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr. Ayrıca bkz: Sünenu’l-Beyhaqıy, s.474. Cilt:2. Rivâyet: Ebû Hureyre’den naklen, Ebû Temîmete’l-Huceymî.

 

[8] Bir grup Nakşbendî, Türkiye Gazetesi, İslâm âlimleri Ansiklopedisi, 15/336. Tarihsiz-İstanbul.

 

[9] A.g.e. 15/326. Tarihsiz-İstanbul.

 

[10] A.g.e. 15/326. Tarihsiz-İstanbul. Bu sözlerin, ruh sağlığına sahip birine ait olmadığı açıktır. Ancak, bu halüsinasyonları görmemiş olmasına rağmen onların, Rabbanî adındaki şahısa mal edilmiş olması ihtimali de vardır. Hatta bu ihtimal çok güçlüdür. Nitekim, kerâmet mitolojisinin tamının uydurulmuş olduğu ilmen sabittir.

 

[11] A.g.e. 15/347. Tarihsiz-İstanbul.

[12] Bkz. En-Neml/40

 

[13]. Ahmed Yaşar Ocak, Menâkıbnâmeler S.7

 

[14] el-Quşeyrî, (öl.1072) «er-Risâletu’l Quşeyriyye» adlı ünlü eserinde bu topluluktan 83 kişinin biyografisini işlemiştir.

 

[15] «Müslüman»: Müslümanlık Dini’nin bağlısı olan kimsenin sıfatıdır. Bu iki kelime, Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet külliyâtının hiç bir yerinde geçmemektedir.

 

[16] Muslim مُسْلِم: Kelimesi, İslam Dini’nin bağlısı olan kimsenin sıfatıdır. Son vahiy dininin İslam olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’de tescil edilmiştir. «Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır.» Âl-i İmrân Sûresi âyet/19.

[17] Türkiye’de sürekli bir tarih saptırmacılığı akımı vardır. Bu eğilim, Müslümanlıktan kaynaklanan din anadşisinin sonuçlarındandır. Ciddi ilim adamları bundan rahatsızdırlar. Örneğin, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, tarih saptırmacılığından şikâyatçidir. Bkz. Prof Ahmet Yaşar Ocak, Türkiye’de Tarihin Saptırılması Sürecinde Türk Sûfîliğine Bakışlar, s. 8, 9. İletişim yy. 2. Baskı. İstanbul-1996.

 

[18] Murat Aydoğdu, Kahramanlar ve Efsaneler, Makale. 04 Haziran 2012. Haksözhaber.net

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.