Hasbihâl

“Ah, şu insanın anlam arayışı…” diye düşündü soğuktan ve nemsizlikten çatlayan ellerine göz ucuyla bakarak. Ayaz iyiden iyiye kendini hissettirirken deniz kenarında oturduğu banktan elleri bacaklarını tutarak yavaşça kalktı. Son bir bakış attı simit attığı martılara; özgürlük güzel şeydi elbette.

Düşünmeyi acilen bırakması gerekiyordu. Yürüdükçe düşünüyor, düşündükçe yürüyordu. Nereden geldiği belli olmayan bir hayalet gibiydi şehrin sokaklarında. İnsanlar bir o kadar samimiyken nasıl oluyordu da bir o kadar da yabancılardı? “Her insan yalnız doğar ve yalnız ölür.” felsefesini hatırladı. Belki de ondandı böyle düşünmesi. Peki ama bir türlü neden ısınamıyordu hayata? Bir mutlu, bir mutsuzdu. Madem ki doğduk bir amacı olmalı hayatın derdi hep. Yaratana kulluk etmek gerekiyorsa geriye kalan her şey ne kadar anlamsızdı. Buna rağmen savaşlar, kaoslar, haksızlıklar, egoist heyecanlar, kibirli düşler gırla gidiyordu. Hele para için insanların düştüğü haller iyice midesini bulandırıyordu. İyi de para ya da daha çok para değildi mutluluğun kaynağı. İnsanlar bunu elbet bir gün anlayacaklardı zaten. “Keşke hiç param olmasa da istediğim her şey olsaydı.” derdi hep. Hem kim giderken para götürmüştü öteki tarafa? Bir düzen kurulmuş herkes ona göre yaşıyordu işte ne olacak.

Kader vardı kader. İnsanın kaderini kendi emeği belirliyordu sahi. Ölümün kıyısından döndüğü o günleri hatırladı. Kimin ahını almıştı da bu kadar acı çekmişti? Seviniyordu o günleri atlattığı için ama bazen mücadele etmekten o kadar çok yoruluyordu ki pişmanlık sarıyordu benliğini. “Ölüp gitsem biterdi acılar.” diyordu. Peki herkes aynı duyguları yaşarken nasıl oluyordu herkes bu kadar gaddardı?  Bir arada yaşamak neden bu kadar zordu? Öyleyse ölüm niye birleştiriyordu insanları? Neden toprak atıyorlardı son görevde?

Kısmet vardı bir de. Öyle ya kısmetten öteye yol yok demişlerdi. Ona kalırsa bu kısmet olayı insanın yaşama inancını kırıyordu. O adaletsizlik neydi ya öyle? Kimi çok ballı, kimi çok bahtsızdı. İnsan o kadar emek verip de başaramayınca ne kadar da kırılgan oluyordu. En kötüsü de egoist insanlara denk gelmekti. Ruhu gitmiş, hissizleşmiş, duygusuz insanlardan uzak durmak gerekliydi. Tamam insan mantığıyla düşünmeli ama duygusuz da olmamalıydı ona göre. Kalbi kararmış bir insandan daha fena ne olabilirdi?

Bir de imkan olsaydı da her şeyi unutabilseydi. Beynine bir reset atıp sıfırdan devam edebilseydi. Tıpkı unutulduğu gibi o da her şeyi yok sayabilseydi. Neredeyse her gün gördüğü o resmi, gülüşünü, konuşmalarını ve daha bir sürü şeyi. Derlerdi ki bir insanı sürekli düşünüyorsanız o da sizi düşünüyordur. Acaba öyle miydi gerçekten? Yoksa insanın kendi kendini avutmak için bulduğu bir çeşit morfin miydi? Ne fark ederdi ki olan olmuştu zaten. Geçmişe dönmekte imkansızdı ama işte insan başaramadıklarının resmen kölesiydi. Bir de işin şu boyutu vardı ki bir rüya insanı ne kadar etkileyebilirdi? Rüyaların tersi çıkar derlerdi de inanmazdı, kim bilir belki de doğruydu.

Kafasını kaldırdığında kendisini evin önünde bulmuştu. “Bu kadar da dalgınlık olmaz ki.” dedi kendi kendine. Her zaman ki gibi giriş kapısının önündeki sokak kedisine selam verdi. Hayvanların düşünmek gibi bir derdi olmamasına o kadar imreniyordu ki. Neticede düşünmek delirmekti. En kötüsü de insanın yaptığı yanlışlarını düşünmesiydi. Yine de insan hata yapmamak için herhangi bir durumda en az 2 kere düşünmeliydi. Öyle bir an geliyordu ki geri dönüşü olmuyor ve bunun etkisi belki de bir ömür olabiliyordu. Herkes gibi yorgun ve kırgındı işte; hayat gibi.

Son Yazılar

...ama yine de...