Türkiye’de Tevhîdî Hareket ve Seyri

«Tevhîd توحيد» kavramı, bugünün Türkiye’sinde eskiye göre daha sık kullanılmaktadır. «Tevhîdî Hareket» ise -siyasal bir oluşumu çağrıştırdığı için- çok yönlü olarak tartışılmaktadır.

 

Aslında «Tevhîd» kavramı, -Türklerin «İslâm’la tanıştıkları» tarihten bugüne kadar- ilk kez bu derece öne çıkmış bulunuyor. Bu nedenle toplumun, muhtemelen yüzde biri oranındaki bir kitle ancak günümüzde Tevhîd sözcüğünü duymuş olabilir. Bu ise şüphesiz çok ilginç ve önemli bir gelişmedir. Çünkü, İslâm’la ta 700’lerin başında tanışmış olmalarına rağmen, o tarihten bugüne kadar (Tevhîd kavramı), Türk muhitlerinde sadece medrese duvarları arasında işlendi. Toplumun tabanı ise bu uzun süre içerisinde Tevhîd kelimesini çok nadir hallerde duydu. Bu sözcük, yüzyıllar boyu ancak camilerde ve «Kelime-i Tevhîd» cümlesi içinde telaffuz edildi.

 

Hatırlatmak gerekir ki –neredeyse bin yıldır gecikmiş bulunan- bu algı, İslâm’ın Türkler arasında öteden beri «Müslümanlık» olarak yapılanmış olmasıyla ilişkilidir. Ancak yine önemle hatırlatmak gerekir ki İslâm ile Müslümanlık çok ayrı şeylerdir. Bu gerçeğin ancak son yıllarda anlaşılması ve tartışmaya açılması ise bugüne kadar doğurmuş olduğu sonuçları hiçbir şekilde artık değiştirmeyecek ve değiştiremeyecektir.

 

Tevhîdle ilgili olarak -Türkiye kültüründe- bundan sonra da hemen hemen değişmeyecek veya zor değişebilecek çok şey vardır. Bunların başında; Müslüman Türkiyelilerin Tevhîd kavramını -Kur’an ve Sünnet çerçevesinde- kolay kolay anlamak istemeyecekleri noktası gelmektedir. Nitekim Türkiye’deki Tevhîdî harekete karşı çeşitli şiddette ve farklı doğrultularda tepkiler beklenebilir.

 

Örneğin; Muvahhidler[1] -başta, kalıcı bir dünya barışı olmak üzere, insanın mutlu ve saygın yaşayabilmesi için muhtaç olduğu her şeyi ve gerekli ortamı sağlayacak- evrensel bir hayat rejiminin ancak Tevhîd temeli üzerinde kurulabileceğine inanmaktadırlar. Müslümanlar ise buna -kendi tarihlerinde- hiçbir zaman inanmamış, bundan sonra da -büyük ihtimalle- inanmamakta direneceklerdir.

 

Burada önemle vurgulanması gereken bir nokta vardır; İslâm ile «Müslümanlık» kavramları arasındaki farkı mümkün olduğunca anlayabilmek için, bilhassa yukarıdaki satırlarda özetlenen: -Mü’min ile Müslüman kişi arasındaki- temel anlayış farkı üzerinde dikkatle yoğunlaşmak gerekir.

 

Tevhîd sözcüğüne gelince bu kavram, sadece «Allah vardır ve birdir» demekten ibaret değildir. Bununla birlikte, -eşi, benzeri, ortağı ve hiçbir eksiği bulunmayan, tapılmaya tek başına layık ve başına buyruk; kâinatın yegâne yaratıcısı ve yönlendiricisi olan- Allah’a ve Onun birliğine, -asla ortak koşmadan- içtenlikle inanmaktır. Vicdanda gerçekleşen bu köklü kabul ve doyum haline «İMAN» denir.

 

Bu anlamıyla Tevhîd; insanoğlunu -rüşt yaşından bile çok önce- meşgul edebilen ve ona ilk görevini hatırlatan evrensel bir inanç sisteminin hem sembolüdür, hem de kişinin, -ömrü boyunca sergilemek zorunda olduğu- en doğal ve en insancıl davranış biçimlerini belirleyen hayat rejiminin temel taşıdır.[2]

 

***

 

Türkiye toplumunun yakın geçmişte çözülme sürecine girerek karşıt kamplara bölünmesi, yaklaşık on yıl öncesine kadar –daha çok- etnik, mistik ve ideolojik nedenlere bağlanabilirdi. Ancak -evrensel bir mahiyet taşıyan, bu yüzden inanç ve düşünceyi diyalektik boyutlarda etkilemeye başlayan- yeni bir konu daha -son yıllarda- bu nedenlere katılmış ve kendini topluma dayatmış bulunmaktadır ki buna «Tevhîd problematiği» adını verebiliriz. Ne var ki Türkiye’de -azımsanmaması gereken- politeist-Müslüman kalabalığın[3], -ilk kez yüz yüze geldiği- bu sorunu -bilimsel bir kavrayış gücüyle- algılamaya hazır olduğunu söylemek gerçeği yansıtmayacaktır. Onun için bu konu, son yıllarda çözümsüz tartışmalara neden olmuş, hatta tehlikeli gelişmelere yol açacak bir mesele haline gelmiştir.

 

Vurgulamak gerekir ki; -bu yüzden yakın gelecekte muhtemelen patlak verecek eylemleri ve yıkıcı sonuçlarını mümkün olduğunca önlemek bakımından- toplumun özellikle «aydın» diye nitelenen (?) kesimi, bu kavram hakkında –yeterli düzeyde- bilimsel donanıma kavuşmak zorundadır! Bu konuda olabilecek gecikmeler, şimdiden tahmin edilemeyecek sosyal patlamalara ve ağır yıkımlara yol açabilir.

 

Bunun nedeni çok açıktır; her şeyden önce Türkiye’nin tarihi serüveni, jeopolitik konumu -şaibeli bir din anlayışı olan- Müslümanlık, ve «İslâm Dünyası»’nın bu ülkeye bakış açısı hesaba katıldığında; şirk[4] krizi eğer bu coğrafyada meçhul ya da ehil olmayan eller tarafından yönetilmeye kalkışılacak olursa –ki bulgular bunu güçlendiriyor- meydana gelebilecek kaosun ve kanlı savaşların ülkeyi ve toplumu nereye sürükleyeceğini şimdiden tahmin etmek imkânsızdır. Onun için, -politeizmi kışkırtan odaklara ve düşüncelere karşı önlem almak amacıyla- şirk ve Tevhîd sorunlarının akademik forumlarda ele alınması, bu suretle sağlanacak bilgilerle ve çözüm önerileriyle siyasi ve askeri otoritelerin -gecikmeden- bilgilendirilmesi önem taşımaktadır. Bu konuda, özellikle siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları büyük sorumluluk taşımaktadırlar.

 

Bu ilgiyle vurgulamak gerekir ki; İslâm’ın tebliğ ve davet ilkeleri gereğince aşağıda sunulacak özet, fakat çok önemli tanım ve açıklamalar, -mevcut inanç ve düşünce krizinin yönetilmesi ve gelecekte yaşanabilecek acıların nispeten önlenebilmesi için katkı sunmak gibi- önemli bir amaca hizmet etmektedir. Dolayısıyla bu bilgilere, -yalnızca siyasi yönetimler, kurum ve kuruluşlar değil-, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan reşit her insan muhataptır. Keza, ülkemizin ve toplumumuzun (hatta bir buçuk milyar müslümanın da) esenliği açısından bu bilgilerle donanmak ve onları başkalarına devretmek gibi bir sorumluluk söz konusudur. İşte o bilgiler;

 

Önce Tevhîd kavramının tanımıyla başlayalım:

 

Tevhîd, Arapça bir kelimedir. Sözlükte: birlemek, bir şeyin tek olduğunu söylemek demektir. Birleştirmek anlamında da kullanılır. Tevhîde aykırı inancın adı şirktir.

 

Tevhîd sözcüğü, İslâm’da akâid ve kelâm ilminin en önemli terimlerindendir. Bu ilim dalının eksenini oluşturmaktadır. Öyle ki akâid konusunda her ne konuşulsa ve tartışılsa, -mutlak surette- bu terimle doğrudan ilişkilidir. Onun bir ayrıntısıdır. Bu nedenle Tevhîdin terimsel anlamı üzerinde kısa da olsa biraz durmak gerekir.

 

Tevhîd, (yukarıda kısaca değinildiği üzere): Yalnız başına ve kayıtsız şartsız, tapılmaya değer; -eşsiz, benzersiz, başlangıçsız, sonsuz, ortaksız, eksiksiz ve aşkın bir tek yaratıcı olarak- Allah’a ve O’nun birliğine: Kur’an ve Sünnetin açıklamaları çerçevesinde- katıksız, şaibesiz ve içtenlikle inanmak ve bu inancı açıkça ifade etmektir. Tevhîdin, hemen hemen en kısa ve açık tanımı budur. Ana çerçevesi bu özet tanımda ifadesini bulan Tevhîd inancı (Müslümanlığın değil!), İslâm dininin temel taşıdır.

 

İslâm –semavi bir din olarak- böyle özgün bir inançsal temele dayanmaktadır. Onun için her şeyden önce bu özelliği ile bütün dinlerden ayrılmaktadır. Nitekim –Müslümanlık da dahil-, kuralları arasında Tevhîd inancına (yukarıdaki orijinal tanımıyla yer vermedikleri için) bütün dinler, İslâm’dan kesin surette ayrılmaktadırlar. Bu nedenledir ki -maalesef asırlardır İslâm’la karıştırılmakta olan- Müslümanlığın, temelde İslâm’la hiçbir ilişkisi yoktur. Bu iki farklı dini anlayış birbirine karıştırıldığı için de yüzyıllardır Ortadoğu halkları arasında akıl almaz bir din ve düşünce anarşisi yaşanmış, bu ise son bin yıldır İslâm vatanı üzerinde kanlı çatışmalara, isyanlara ve iç savaşlara neden olmuş, yıkıcı etkiler bırakmıştır. Bu kaos halen devam etmektedir. Çünkü Müslümanlık, Tevhîd inancı üzerinde temellendirilmediği için bu dine bağlı mistik cemaatler (tarikatçılar), dindarlıkları farklı gruplar, etnik kitleler ve çeşitli ideolojilere angaje olmuş Müslüman kişiler ve kamplar arasında sürekli çatışmalar yaşanmaktadır.

 

Örneğin, Türkiye’deki Nakşibendi cemaatlerinin tümü, (İslâm’ın değil, tam tersine) Müslümanlığın yorumlarından doğmuştur. Keza Türk, Kürt, Zaza, Arap, Laz, Çerkez, Gürcü ve Boşnak gibi farklı etnik kökenlerden gelen Türkiyelilerin –aynı şekilde- tamamı Müslümandır. Bu bir yana, Türkiyeli hemen bütün Sünni Hanifistlerin, Alevilerin, Kemalistlerin, sağcıların, hatta solcuların bile önemli bir kısmı –bazı münasebetlerle- Müslüman olduklarını ifade etmektedirler. Oysa bu çeşitli dinsel, mistik ve ideolojik kamplar arasında –düşünsel ve inançsal aidiyetleri bakımından tarife sığmaz- o kadar çok aykırılıklar ve çatışmalar vardır ki (bir şirk dini olan demokrasiden ve atalar dini olan Müslümanlıktan başka) hiçbir ortak bağları yoktur. Ancak bu iki din de onları hiçbir zaman birleştirememiştir. İslâm’a bağlı Müslim-Mü’min azınlık arasında da elbette ki çeşitli uzlaşmazlıklar yaşanmaktadır. Ancak bu küçük (Tevhîdî) kitle içinde yer alanlar her türlü ihtilafa rağmen Kitap ve Sünnet’in hakemliğinde birbiriyle diyalog kurma imkânına her zaman sahiptirler. Oysa Müslümanlar arasında kolayca diyalog kurulamamaktadır. Çünkü Müslüman gruplar arasında ortak bir iman kurumu mevcut değildir. Bu nedenle İslâm’ın bir vahdet (birlik) dini, Müslümanlığın ise uzlaşmazlık ve çatışma dini olarak birbirinden oldukça uzak iki farklı inançsal kurum olduklarını söylemek belgesel bir realitedir.

 

Bu tespit, bir muammaya burada dokunmamızı gerektirmektedir. O da şudur; Yüzyıllardır bu coğrafyada yaşayan kitleler tarafından İslâm -bir hayat nizamı olarak- ilk defa tartışılmaktadır. Asırlardır Müslümanlığın gölgesinde kalan İslâm, -teknolojinin sağladığı hız ve iletişim sayesinde- ancak çağımızda gündeme taşınabilmiştir. Bu ise kuşkusuz çok önemli bir hadisedir. Bu gerçeği dillendirmek, zorunlu olarak dikkatlerimizi bin yıl öncesine çevirecek, -bizi muhtemelen bir yığın sorunla karşı karşıya bırakırken- tabiatıyla çeşitli tepkilere de neden olacaktır. Ancak Tevhîd ilgisiyle İslâm muammasından söz ederken şu tarihsel zincirleme gerçekleri de aynı zamanda hepimiz hatırlamak zorundayız;

 

Zerdüşizm’in derin etkisini –İslâmî dönemde de- yaşayan İranlılar, -Araplar dışındaki- Ortadoğulu halkları 1500 yıldır köklü bir etki altında tutmaktadır; Orta Asya’dan koparak İran üzerinden Anadolu’ya akarken Türkler, -asırlarca kaldıkları- bu ülkede yerli halktan aldıkları Zerdüşist-Pers kültürünü eski dinsel kültürleriyle sentezlediler ve yönettikleri Müslüman-etnik azınlıkları da bu karma kültürle yönlendirmeye başladılar.

 

Hatırlamak zorunda olduğumuz çok önemli bir tarihi gerçek daha vardır ki o da şudur: Hem –hakim zümre olarak- Türkler, hem de yönettikleri Kürt, Arap ve diğer azınlıklar, yüzyıllar boyunca okuma-yazmaya önem vermedikleri için; üstelik -sırf Arap dil gramerini ezberletmeye dayalı ilkel medrese eğitim tarzının baskısı altında- Arapça’yı bir bilim ve iletişim dili olarak kullanamadıkları için İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnetle -tarihin hiçbir döneminde- doğrudan yüzleşememişlerdir.

 

İşte bütün bu faktörler üzerinde –çok yönlü olarak- yoğunlaştığımız zaman görmüş oluruz ki: -biraz önce sıralanan nedenlerin ötesinde- Maveraünnehr’in fethedilmeye başladığı 707 yıllarından günümüze kadar, gerek İranlıların yönlendirmesiyle, gerek –mahiyetleri meçhul kalmış- birçok yer altı faaliyetleriyle, gerekse 1300 yıl boyunca kurulmuş olan yüzlerce tarikatın sağladığı katkılarla Müslümanlık, -İslâm’a ve Tevhîde karşı güçlü bir kalkan niteliğinde- senkretik karakterini çağımıza kadar koruyabilmiştir. Nitekim Osmanlı bürokrasisi, Müslümanlığın bir gün İslâm’a dönüşmesi ihtimaline karşı yüzyıllar boyu güçlü bir refleksle adeta alarm halinde bulunmuş[5], tarikatlara verdiği sürekli destekle bu tutumunu açık şekilde sergilemiştir. Tabiatıyla tarikatlar da yönetimi daima desteklemiş, böylece her iki taraf, karşılıklı yardımlaşmanın ürünlerini birlikte devşirmişlerdir. Bazı araştırmacıların iddiasına göre aslında «Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesine çıkaran güç, tarikatlardır»[6]

 

Onun için, bugünün şartlarında Tevhîd muammasını Müslüman Türkiye halklarına açıklamaya kalkışmak, tahminlerin üzerinde çok büyük tehlikeleri davet edecektir. Çünkü böylesine cüretli bir girişim; dinini değiştirmesi için milyonlarca insana alenen çağrıda bulunmayı göze almak anlamına gelecektir! Bu ilgiyle hemen hatırlatmak gerekir ki; «İslâm Tarihi»’nde meydana gelmiş bu tür girişimler daima ağır tepkilerle karşılanmış ve çok sürmeden bastırılmıştır. «Kadızadeler Hadisesi» bunun çarpıcı bir örneğidir. İlginçtir ki peygamberlerin bile büyük bir kaygı ve ihtiyatla üstlendikleri bu ağır davaya günümüzde sahiplenmiş bazı kişiler; hiç çekinmeden ve hatta hiç bir tedbir almadan, üstelik İslâm’ın tarihsel serüveni hakkında güçlü ve ayrıntılı bilgilerden de yoksun bulunan bazı kimseler, aniden ortalığa çıkıvermişlerdir. Doğrusu bu hamasî hamleler onlara yaramadığı gibi muvahhid azınlığın da güçlü şirk kampları tarafından linç edilmesine sebep olmuştur.

 

Günümüzün nevzuhur Tevhîd çağrıcıları (yarı okumuş neo-selefîler) esasen birçok gerçeğin farkında değildirler. Yalnızca samimi olmak, biraz okur-yazar olmak, hatta araştırmacı, akademisyen veya medreseli bir molla olmak, bu dava için yeterli değildir. Milyonlarca insanın bugün İslâm’ı Müslümanlıkla karıştırıyor olmasının çok boyutlu bir arka planı vardır. Bu arka plan hakkında yeterli bilgilere sahip olmadan ve peygamberî metotla yola çıkılmadan cahilî bir topluma Tevhîd mesajlarını vermeye kalkışmak, bu davaya hizmet etmek şöyle dursun onu -bilinçsizce- baltalamak olur. Bu hizmet için her şeyden önce hastalığın teşhisi gerekmektedir. Türlü cahiliye hastalıklarıyla yüzyıllardır vicdan felci yaşayan özürlü bir topluma evvela acımak gerekir. Sonra onun tarihine, sosyolojisine, diline, ananesine, dünyaya bakış açısına, eski dinlerinden neler taşıyıp getirdiğine bakmak gerekir. Bu konuda örneğin İbn Fadlan’ın seyahatnamesine biraz göz gezdirmek bile geçmişin, çeşitli kisveler içinde bugüne nasıl aktarıldığını görmek bakımından yararlı olur. Hem sonra bu topluma bin yıl önce İslâm’ı kim ya da kimler anlattı? O günün davetçileri gerçekten İslâm, Kitap ve Sünnet hakkında yeterli bilgilere sahip mi idiler? Bu davetçiler kimlerdir? Bunların adları, kimlikleri ve mesleki formasyonları hakkında açık ve ayrıntılı bilgiler var mı?.. Bu konuda güvenilir kaynaklara ve ayrıntılı bilgilere ulaşılmadan atılacak adımların çok yanıltıcı olacağı ve büyük yanlışlıklara, hatta tehlikelere ve yıkımlara yol açacağı çok muhtemeldir.

 

Ciddiyetle hatırlatmak lâzımdır ki bir inanç sistemi olarak Tevhîd, çok nazik bir anlam taşıdığı gibi dünyadaki bütün inanç kurumlarından farklı olarak yerleştiği vicdana oldukça ağır sorumluluklar yükler. Dolayısıyla vicdanında böyle bir inancı taşıyan kişi ile muhatabı -eğer herhangi bir nedenle- birbirini anlamayacak olurlarsa aralarındaki ilişkiler çok talihsiz sonuçlar doğurabilir! Unutmamak gerekir ki toplumda bu temel inancın ne kadar önemli olduğunu bilen çok az insan vardır. Bunlara mü’min ve Müslim denir. Bunlar ehl-i Tevhîddir; Allahın birliği inancına -katıksız, şaibesiz ve tavizsiz olarak bağlı- küçük bir zümredir.

 

Günümüzün Türkiye toplumu -ne yazık ki- bu gerçekten habersizdir. Oysa bu hayırlı azınlık halkımızın, -çok fahiş ve yoğun şekilde işlediği- şirk suçlarından arınmasını, bir an önce İslâm’la tanışarak evrensel bir hayat nizamına kavuşmasını arzu etmekte ve bu büyük dava için çaba harcamaktadır. İlginçtir ki devleti yöneten elit zümreler -Tevhîd inancına yabancı oldukları, üstelik bu ciddi konuda gerekli temel bilgilerden yoksun bulundukları için- ülkemizdeki mü’min azınlık hakkında önyargılıdırlar. Yaptırım gücüne sahip yargı ve güvenlik güçlerinin başında bulunan sorumlular -bu önyargıdan hareket ederek-, Tevhîdî topluluğu eğer anarşi ve terör örgütleriyle bilinçsizce bir tutar, ya da bilinçli olarak bu iki kesimi birbirine karıştırmaya kalkışacak olurlarsa büyük vebal altında kalacaklarını ve bunun çok ağır yıkımlara neden olabileceğini tahmin etmeleri elzemdir.

 

Tevhîd davetçilerinin de elbette dikkatli olmaları gerekir. Onların, muhataplarından çok daha sorumlu olduklarını bu ilgiyle vurgulamak lazımdır. Çünkü Muvahhid kişinin; (dini, felsefi, ahlaki, siyasi ve sosyolojik konularda çok birikimli, aydın, kültürlü, bilinçli, nezih, şiddetin her türlüsünden uzak, -aynı zamanda- yaşantısı ve davranışları bakımından örnek ve) yetkili bir şahsiyet olduğu varsayılır. Dolayısıyla, böyle bir formasyona sahip bulunmayan ancak muvahhid olduğunu ileri süren her insanın, başkalarını Tevhîde davet etmesi oldukça riskli bir davranış olur. Nitekim vahhâbîleri taklit eden neo-selefîler -böyle bir formasyondan yoksun oldukları için- bu riski taşımaktadırlar. Bu nedenle, -İslâm’ın temel değerlerine iman ve amel planında içtenlikle bağlı, ancak bilgisi sınırlı- muvahhidlerin, hem Hizbullah döküntüsü olan bu cahil selefîlere karşı dikkatli olmaları, hem de davet ve tebliğ konusunda görevi daima ehline havale etmeleri şarttır.

 

Son derece önemli olan bu rehberlik bilgileri, -ne yazık ki- Türkiye’de yazılan Akâid kitaplarında yer almadığı için, çok tanrılı Müslümanların İslâm’a davet edilmesi ya da onların ıslahı için atılan adımlar sırasında büyük hatalar işlenmektedir. Bu hataların belki de en büyüğü; davetçi muvahhidin, her politeist-Müslümanı mü’min sanarak ona karşı ilgi duyuyor olmasıdır. Bu büyük bir yanlışlıktır. Halbuki, eğer onu –daha başta- bir Yahudi, bir Hıristiyan, bir Yezidi veya bir Mecusi gibi görmeye çalışacak olsa –her şeyden önce- bu kişiyi muhatap alıp alamayacağı konusunda isabetli bir karar verebilir. Ne var ki günümüzde ortalıkta boy gösteren neo-selefî Tevhîd çağrıcıları, bu ülkede işlenen küfür suçlarına karşı doğrudan kendilerini sorumlu tutuyor, bu yetmiyormuş gibi Müslümanları İslâm’la ilişkilendirerek, -onları İslâm Ümmetinin bir parçası sayarak-, kendilerine vazife çıkarmaktadırlar! Bu durum, Tevhîdi hareketin Türkiye’de çok yeni bir hadise olmasından ve Muvahhid davetçilerin -cihad usulü, çağrı metotları ve küfürle mücadele stratejileri konusunda- henüz gereken birikim ve deneyime sahip bulunmadıklarından kaynaklanmaktadır.

 

Her şeyden önce şu önemli nokta üzerinde yoğunlaşmak gerekir; kişi eğer –İslâm’a aidiyetini kastederek- kendini «Müslüman» diye tanıtıyor, fakat mü’min ya da Müslim olduğunu söylemek yerine- «Müslüman» olduğunu ifade ediyor, hatta Müslümanlığı İslâm’la karıştırıyor, buna rağmen Kur’an ve Sünnetin bütünlüğüne inanıyor ise onu tekfir etmek -en azından- çok acele verilmiş bir karar olur. Evet hiç kuşkusuz, İslâm’ın adı «tevqifî» bir mahiyet taşır; bu husus kesin bir kanundur. Çünkü ayet ile sabittir.[7] Dolayısıyla İslâm’ı başka bir isimle değiştirmek imanın zevaline neden olur! Ancak, bilgisizlik sonucu eğer kişi bu hatayı işliyorsa onu -İslâm’a davet etmeden önce- hikmetle kendisini aydınlatmak gerekir. Daha doğrusu; bu ve benzeri birçok tehlikeli şirk sembolleri hakkında toplumu bilgilendirmek için Muvahhid alimlerin bir an önce el birliği ile bir konsey oluşturmaları şarttır.

 

Unutulmamalıdır ki her dinin, hatta her özgün felsefe ve düşüncenin uğradığı bir son vardır; tahrife uğramak (yani çarpıtılmak) ve yozlaşmak.. Evrensel bir inanç sistemi, eşsiz bir yönetim ve yaşam nizamı olan İslâm da böyle bir akıbete uğramış, (teoride değil), fakat uygulamada inanılmaz derecede çarpıtılmıştır. İslâm’a ait değerlerden birçoğu alınarak başka dinlerin gelenek ve ibadet şekilleriyle birleştirilmiş, bu suretle tarikatlar, batıl mezhepler, hatta dinler kurulmuştur.[8] Bunu fark eden İslâm âlimleri her asırda seslerini yükselterek İslâm’ın tahrip edilmesine karşı çıkmışlardır. Çağımızda da böyle bir hareket vardır. Bu uyanışa hayatlarını adamış olan günümüzün Muvahhidleri Tevhîdin aksi olan şirke karşı mücadele vermektedirler. Bu inanç ve ahlâk felaketi hakkında toplumları aydınlatmaya çalışmaktadırlar. Ancak neredeyse 1500 yıllık «İslâm Tarihi»’nin en az 1300 yılı boyunca uzun bir kopukluluk, -bir fetret dönemi- yaşanmıştır. Bu süre içinde peydahlanan (Mutezilîlik, Cehmilik, Haricilik, İrca, Şiilik, Müslümanlık, Tasavvuf ve Tarikatçılık gibi) sapkın düşünce akımları yüzünden kanlı savaşlar ve yıkımlar yaşanmış, İslâm’a mensup olduklarını ileri süren toplumların bu dinle -gerçek anlamda- hemen hiçbir ilişkileri kalmamıştır. Bu manzara karşısında sorumluluk duyan mü’min bir azınlık çağımızda insanlığı İslâm’la yeniden tanıştırmak gibi çok ağır bir sorumluluk üstlenmiş bulunmaktadırlar.

 

Tevhîde davet için, toplumun önce bugünkü sosyolojik görüntüsüne bakarak hastalığın teşhisi için ilk adımların atılması zaruridir. Hatırdan asla çıkarmamak gerekir ki; dev gibi salatin camilerinin heybetli yapılarına, günde beş vakit minarelerden yükselen havalı ezan seslerine, kalabalık Cuma ve bayram namazlarına bakarak Türkiye’de İslâm’ı Müslümanlıkla karıştırmak -Kur’an ve Sünnet’in insanlığa sunduğu Tevhîd mesajlarından habersiz- milyonlarca insan için son derece kolaydır. Bu tarihi gerçek, aslında yüzyıllardan beri yaşanmaktadır. Zamanın akışı içinde kemikleşmiş olan bu zihniyeti kırmak ve Müslümanları İslâm’la tanıştırmak pek kolay olmasa gerektir.

————————————————————————————————

[1] Muvahhid: Allah Tealâ’yı birleyen, O’nun birliğine içtenlikle ve şaibesiz olarak inanan -aynı zamanda bu inanışa uygun olarak hayatını düzenleyen- mü’min demektir. Muvahid-mü’min ile Müslüman kişi arasında oldukça önemli inanış ve davranış farkları vardır. Türkiye toplumunun sosyolojisini, kültürünü, özellikle İslâm’a bakış açısını ve bu dini ne kadar tanıdığını kavrayabilmek için İslâm ile «Müslümanlık» arasındaki uçurumun farkında olmak kadar, Muvahhid (yani mü’min) ile Müslüman kişiliği birbirinden ayıran inanış farklarını ve davranış biçimlerini de bilmek, bir o kadar önem taşır.

 

Muvahhid-mü’minler, Türkiye’de Tevhîd hareketini başlatan küçük bir topluluktur. Çok yeni bir gelişme sayılan; Kur’an’ın tanımladığı İslâm’ın Türkiye’de farkına varılması olayı, muvahhidlerin başarısıdır. Türkler ve yönettikleri topluluklar tarafından Yüzyıllar boyu birbirine karıştırılan İslâm ile Müslümanlık kavramları, -bundan böyle- mü’minler sayesinde artık birbirinden ayırt edilebilecektir. Ancak bu başarı muvahhidler için büyük tehlikeleri davet etmiştir! Nitekim bu iki kavram, Ümmetin icmaı ile ilmî manada tanımlanmadan acele ederek genel bir tekfire yeltenebilecek kimseler, hem kendileri için, hem de Muvahhidler topluluğu için büyük sorunlara kapı aralayacaklardır! Türkiye’de Tevhîd hareketinin seyrini ilâhî kader belirleyecektir.

 

[2] «Kişinin, -ömrü boyunca sergilemek zorunda olduğu- en doğal ve en insancıl davranış biçimlerini belirleyen hayat rejimi»inden amaç: üç ana kategoride özetlenebilen evrensel İslâm yasalarıdır.

 

Bunlardan birincisi: Allah-Kul ilişkisini düzenleyen «İbadet Fıkhı»’dır.

 

İkincisi: insan ilişkilerini düzenleyen «Muâmelât» yasalarıdır.

 

Üçüncüsü ise: Ahlâk kurallarıdır.

 

Bu üç kategorinin kapsadığı yasaların tümüne «İslâm Şeriatı» denir.  Bu rejime bir bütün olarak inanmak ve onu bir bütün olarak hayata geçirmek, (Kur’an-ı Kerim’in , Casiye Suresi’nin 18’inci âyet-i Kerimesine göre) her mü’min için zorunlu bir görevdir. Müslüman kişi ise bu zorunluluğa inanmaz! İşte İslâm ile Müslümanlık arasındaki fark: -Mü’min ile Müslümanı birbirinden ayıran- bu iki aykırı anlayış ve inanış farkından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla İslâm’ı ve Müslümanlığı (bazı kayıtlarla) iki ayrı din olarak yorumlamak mümkün gibi görünüyor ise de bu konudaki kararı Ümmetin icmaına bırakmak çok daha uygun olur..

 

[3] Bu kalabalığın çoğunu Kemalistler ve tarikatçılar oluşturmaktadır. Türkiye’deki Tevhîd topluluğu, bu tespiti önemsemek durumundadır. Eğer toplumun tamamı -genelleme yapılarak- küfür ya da şirkle suçlanırsa -ki bazı küçük radikal gruplar bu eğilimde olabilir- bu kanaat, en azından büyük bir stratejik hata olur. Nitekim, her ne kadar İslâm ve Müslümanlık iki ayrı din görüntüsünü veriyorsa da bu nokta her zaman tartışmaya açık kalacaktır.

 

[4] «Şirk» kavramı hakkında, -Türkiye toplumunda- yaygın bir bilgisizlik vardır. Şirkin, «Allah’a ortak koşmak» anlamına geldiğini belki birçok kimse bilir. Ancak böyle bir inanışın tarihi evrimini, hangi yorumlara konu olduğunu, İslâm’ın bu inanış hakkındaki hükmünü, -ayrıca- şirkin Türkiye’de ne kadar ve hangi kisvelerde yayılmış olduğunu, -en önemlisi de- toplumsal hayatı ne kadar etkilediğini, birkaç ciddi araştırmacıdan başka hemen hiç kimse -ne yazık ki- bilmemektedir. Oysa Tevhîdî hareketin ülkemizde ortaya çıkmasıyla birlikte bu inanışa karşı, -yakın gelecekte- gösterilecek ve gittikçe büyüyecek tepkilerin önemli toplumsal sorunlara kaynaklık edeceğini şimdiden tahmin etmek gerekir. Özellikle şirk, eğer kişisel bir inanış olmaktan çıkarak; karşılıklı insan ilişkilerini doğrudan etkileyen bir hal alır ya da İslâm’a ait temel değerlerin çiğnenmesi şeklinde dışa vurulacak olursa bu sorun -hiç şüphesiz- çok daha büyüyecektir.

 

Örneğin muvahhid bir mü’min vatandaş eğer heykel, bayrak, anıt mezar, katafalk, türbe veya mumya gibi fani bir cisim karşısında veya şehit ruhu ve milli marş gibi bir bahane ile saygı duruşunda bulunmaya zorlanacak olursa bu istek, en şiddetli derecede tepki ile karşılanacaktır. Eğer böyle bir istek, zorla ve emirle yaptırılmaya kalkışılacak olursa bunun ne gibi olaylara yol açacağını özellikle siyasi kadrolar, -yakın geleceğin gelişmelerini hesaba katarak- şimdiden tahmin etmelidirler. Bunlardan çok tehlikeli bir nokta daha vardır ki şirk işlerken -Müşrik kişinin veya topluluğun- bilinçli olarak İslâm’a ait dokunulmaz bir değeri çiğnemesidir. Örneğin; İslâm’a göre Müşrik insan özgürdür, istediği puta tapabilir, istediği şekilde ibadet edebilir; ancak hem putuna tapınmak, hem aynı zamanda İslâm’a ait bir ibadeti icra ederek Mü’min gibi gözükmek hakkına asla sahip değildir! Hal böyle olunca eğer müşrik insan -niyeti ne olursa olsun- hem kendi dininde ibadet eder hem aynı zamanda İslâm’a ait bir ibadeti icra ederse bu kimse mü’minler tarafından en şiddetli cezaya çarptırılmayı hak eder. İşte müşrik kişi ya da şirk ortamını destekleyen siyasilerin, tarikatçıların, aynı zamanda kendilerini kanun koyucu olarak gören müşriklerin -böyle tehlikeli bir davranışta bulunarak, toplumsal huzuru bozmamak için- bu noktaya -bundan böyle- çok dikkat etmeleri gerekir!

[5] Şeyhülislamlık makamı, -her ne kadar Kitap ve Sünnetle belirlenmiş olan- İslam’ı aslî niteliği içinde korumaya çalışmış ise de bu gayret, hem bir şeyhülislamdan öbürüne değişmiş, hem de yönetime etki yapamamıştır. Onun için Osmanlı Müslüman toplumu İslam’la tanışma imkânını bulamamıştır.

 

[6] Dr. Hasan Küçük, Osmanlı Devletini Tarih Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden Biri: Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Müsbet Tesirleri. Türdav Bs. Yy. Ltd. Şti. İstanbul-1976.

 

[7] Bk. El-Haşr Suresi, âyet/7.

 

[8] Başta Nakşibendilik olmak üzere İslâm tarihi boyunca 300’den fazla tarikat kurulmuştur. Maliki, Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Zahiri gibi ümmetin cumhuru tarafından kabul görmüş mezheplerden başka -Özellikle Şiilik şemsiyesi altında- çeşitli mezhepler kurulmuştur. Ayrıca Dürzilik, İsmaililik, Nusayrilik, Babilik, Kadyanilik ve Bahalilik gibi dinler kurulmuştur.

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.