Labirent

Bir labirentin ortasında gibiyim. Başlangıç noktası kendim olan ve yine kendime gittiğim. Kendi ördüğüm duvarlarımın içinde ne yöne gideceğimi bilmeden, canlı dokudan oluşan yüzeylere tutuna tutuna ilerliyorum. Her köşeyi döndüğümde farklı duvarlarla karşılaşıyorum. Kiminden yerlere kadar irin akıyor, kiminden kan akıyor oluk oluk. Bazısı kurumuş dallarla kaplı, bazısından çiçekler taşıyor. Birinden lağım kokusu geliyor, bir diğerinden gül. Olduğum gibi labirente dönüşmüş gibiyim. Önceden belirlenmiş dar koridorlarda yürüyerek zoraki seçimler yapıyorum. Alternatiflerin çelik botlarının altında eziliyorum adeta. Bazen anıların kayganlaştırdığı yollarda düşüyorum. Bazen altından geçtiğim ağaçlardan karpuz büyüklüğünde meyveler gibi düşüyor gelecek tasarılarım. Korkuyla sağa sola kaçıyorum. Yere düşen meyveler jöleye dönüşerek dağılıyorlar. Bazı koridorlar karanlık ve puslu. Tedirgin bir halde ilerliyorum. Sanki görünmeyen eller uzanıyor bana, görünmeyen gözler bir kene gibi ısırıyor heryerimi. Köşeden dönünce rahatlıyorum. Derken bir sokak ismi gibi isimlendirmek geliyor içimden labirentin koridorlarını. Mesela o an içinde yürüdüğüm koridora “dost yüzlü samimiyetsizler” sokağı diyorum. Oradaki insanların iki yüzleri var kafalarında. Biri önde diğeri arkada. Biri ak diğeri kararmış. Ne tarafa gideceklerini bilemiyorlar. Öndeki bir tarada çekiyor arkadaki bir tarafa. Bu yüzden duvara çarpıyorlar sürekli. Alınlarından kan sızıyor yüzlerine. Hiç birisine temas etmemeye çalışarak kaçıp gidiyorum. Sonraki sokak “kıskançlar” sokağı. Herbirisinin elleri, Peter Pan’a düşman olan Kaptan Hook’un eline taktığı kancaya benziyor. Önlerine gelen herşeye o kancaları geçirmek için çırpınıyorlar. Fakat iki gözleri de kör. Bu yüzden sürekli birbirlerini yaralıyorlar. Onlardan da kurtuluyorum. Sonra bir koridor geliyor karşıma. Kapısı kilitli. Açmak mümkün değil. Tüm zorlamalarıma rağmen açılmamasından anlıyorum bunu. İçeride insanı ürperden bir uğultu var. Umutsuzca diğer koridora sapıyorum. Yemyeşil bir çayırla döşenmiş tabanı. Tatlı bir meltem esiyor. Monet’in tablosundaki şemsiyeli kadınların içinde bulunduğu yumuşaklıkta bir yer burası. Huzurla ve ağır ağır ilerliyorum. Adeta içimdeki kir pas dökülüyor burada. Çok ileride bana el sallayan beyaz elbiseli insanlar var. Ben de onlara el sallamak için ellerimi kaldırmaya yelteniyorum ama vazgeçiyorum. Diğer koridora geçince dona kalıyorum. Burası “zarar verdiğim insanlar sokağı”. Hayatlarından çaldığım, kalplerini kırdığım, mağdur ettiğim insanlar ellerinde sopalarla üzerime geliyorlar. Zombi şeklindeler. Ağır ağır korkunç homurtularla yürüyorlar. Hemen geri dönüyorum. Sonra hızla diğer sokağa sapıyorum. Her tarafı aynalarla kaplı bir koridor bu. Aynaların önünden geçerken bir an durup kendime bakıyorum. Her birisinde farklı bir ben görüyorum. Kendimle bu derece yüzleşmeyi kaldıramıyor ruhum. Dosdoğru önüme bakarak yürüyorum aynalara bakmamak için. Ve bu döngü böyle devam ediyor. Ne çıkabiliyorum ne de kendime varabiliyorum. Bu döngü, bu duvarlar, bu çaba bana anlamsız geliyor. Sadece gökyüzü duru bir su gibi iç açıcı görünüyor. Ona da ulaşmak ne mümkün. Ben hala çıkışı arıyorum. Hala kendimi arıyorum.

Resim:culturise.co

Son Yazılar

Yazmak, çizmek peşinde, yanmayı pişmeye tercih eden biri...