Seçil-miş Şiirler

Romantizm, bugün teknik anlamda günü geçmiş bir akım olsa da. Günümüzdeki birey merkezli duyuşların, her türlü kalıba karşı çıkışların, onun vadisinde yeşerdiği bir retoriktir. Bu yüzden edebiyatta romantizmi Victor Hugo “Edebiyatta liberalizm…” diye tarif eder. Ona bir tepki olarak doğan realizmin birey odaklı tasvirlerinin kapısını aralayanın da romantik sanatkarlar olduğu edebiyat tarihinin tozlu sayfalarında mukayyettir.

İnsanoğlu var oldukça ve hafızasında geçmişinin onu ürperten satırlarını taşıdıkça ve bu bağlamda bireysel duyuşlar, bir iç çekişler gibi ama hikayeci ve romancıların ama senaristlerin kalemlerinin ucunda ses çıkarmaya devam ettikçe romantik veya lirik duyuş adı şu veya bu akım yahut teknik ya da kuram altında varlığını zenginleştirerek belki de dönüştürerek devam edecektir. Ben bu düşüncelerimi daha çok edebiyatın günümüzdeki en çok görünen yüzü: hikaye ve roman için söylemiştim de açıkçası yaşayan kalemler içinde belki şiir anlayışı ve duyuşuma uygun mısralara uzun süredir erişemeyişimden midir, yoksa şiiri ses ve musiki ile duyuşumdan mıdır, istediğim frekansı yakalayamayışımdan mıdır bilinmez şiiri aklıma bile getirmedim. Ta ki sevgili Seçil Oğuz’un mısralarındaki –Yahya Kemal’in tabiriyle- “derûnî ahenk” beni sarana kadar.

Nerede duydum, hangi bağlamda ve kim tarafından söylendi bilemiyorum. Ama şiir vadisinde sesi gür çıkanlardan birine ait olduğunu düşündüğüm şu ifadeye katılmıyorum. “Şiir ve sanat toplumsal konulardan ve sorunlardan uzaklaştığı için içi boşaldı.” Ben bu düşünceye ağız dolusu bir “hayır”la cevap veriyorum. Zira bana göre şiir her biri bir kainat olan insanın bilinmeyenlerinden süzülüp geldikçe o safiyane, varlığını kendi vadisinde sürdürecektir. Ve sürdürüyormuş da. Kendisi her ne kadar Ahmet Muhip Dıranas tesirinde bir şair olduğunu söylese de “şiir, şairinden çıkınca artık onun malı olmaktan da çıkar” sırrınca ben bu mısralarda daha çok Valery’yi, Haşim’i, Yahya Kemal’i ve Tanpınar’ı gördüm. Dıranas geleneğin içinde çağdaşı yakalayabilen bir şairdi. Bu bağlamda Seçil Oğuz’un aşağıdaki mısralarına baktığımızda çağdaşın içinde geleneği yaşatma adına simetrik bir tesirden bahsetmek mümkün.

“Utangaç bir anadolu çocuğudur avuçlarım.
Sert adımlarla yanılttığım sokaklar,
nemli kirpiklerimi görmediler.
Kapı arkalarında döktüğüm gözyaşlarım,
öfkeyle çürüttüğüm şiirlerimde,
gizli özneydiler…”

Şu mısraları duyup memleket atını çocukluğuna, o çocukluğun en mahrem ama en masum, hani o kimsenin görmediği köşesine mahmuzlamayan var mıdır? Bu çağdaş mısralar arasında bir türkü çalınıverir kulağınıza:

“Gezsem de dünyanın dört bucağını

Vallahi gözüme yine dar gelir

Gönül arzu eder dostu cananı

Sızlar eski yara gözden yaş gelir.”

Ama bu sızlanma bir Halep yangını mısrada kolektif bir acının masumiyetini saklar:

Ağzı süt kokan,

hüzünler düştü uzak kentlere.

Gönüllü yandığım, ateşin külüyüm

bundan böyle.

Dönme yüzünü.

Bilirsin anka kuşu, bir efsane…

Bu mısralara bakıldığında aktüel bağlamına düşen mana adeta ileride yine ferdi bir duyuşun klasik notası olma adına imgeler biriktirdiğiniz cebinize girmiştir bile çoktan. Bu mısralarda bir mekanda meydana gelen acıyı duyarken uzakta başka bir köyde bir çocuğun avucuna gözyaşı olup düşebilecek duyuşların da olduğunu hissedersiniz. Bu yönüyle çok yönlü manalar ve duyuşlar saklayan bu dizelerde kübizmin ayak izlerini duyarsınız.

Yorgunsun, kalbin de kırık fakat,
kimse bilmiyor.
Yüzün eskimiş, yaraların hâlâ sıcak.
Her şeye rağmen
işten eve dönüyorsun.
Dışarısı soğuk, insanlar soğuk, balkon soğuk.
Bir an bir demet karanfil ile dönmeyi hayal ediyorsun eve ama, ellerin boş,
sırtın ağrıyor.
Uyumak istiyorsun günlerdir.
Uyuyamıyorsun günlerdir.
Uyku yok. Ellerin boş. Sırtın ağrıyor.
Yükün ağır..

Dizeleri ile modern yaşamın tekdüzeliğine post-modern isyanın sesini duyduğunuz gibi

“İçimde bir karınca,
bir fili dövüyor.”

Dizelerinin ardında Yunusça bir şathiye ile cezbeye gelir de, ihtiraslarında, gayri meşruluklarında, hiç ölmeyecekmiş hallerinde boğulup giden insanın hikayesini anlatan Yunus’un şu mısraları Seçil’in iki dizesinde çağın gömleğine bürünmüş sanırsınız:

Bir serçe bir kartalı

Savurdu yere vurdu

Yalan değil vallahi

Ben de gördüm tozunu

Bütün bu mülahazalarla kendisinin “Gelincik Düşü, şirazesi dağılan günlerimin uzun gölgesidir. Aslı bende saklı olan suretini, anlatacak heceler bulamadım. Ellerimdeki mürekkep izlerine benzemiyor, hayattaki izler. Sadece yaşanıyor. Bunların hepsini anlatmaya kalkmak meşakkatli iş. Bu yüzden çoğu kez şu cümleyi kullanırız ya; yazsam roman olur. Yazılmıyor işte her şey…” diye tarif ettiği “Gelincik düşü” isimli kitabı okunmaya değer.

Son Yazılar

Onur Akbaş Yazar: